JUNG: KİMLİKSİZLİK İLE KARŞI KARŞIYA KALAN BİREYİN, VARLIĞINI TEMSİL ETMESİNİN TEK YOLU ÖRGÜTLERDİR

CARL GUSTAV JUNG’UN SON DÖNEM DÜŞÜNCELERİ II

Hiçbir şey, bireyselliğin verdiği bir hazineye sahip olma duygusunu, gizli tutmaya söz verdiğin bir gizden daha çok yoğunlaştıramaz. İlkel toplumsal yapılanmalar, insanların gizli örgütler kurma isteği içinde olduklarını göstermiştir. Geçerli gizler bulunamadığında, yalnızca o gizi “bilenlerin” ve “anlayanların” kabul edildiği gizler icat edilmiştir. Gül-Haç Biraderleri ve onun gibi birçok topluluk bu amaca yönelikti. Buradaki çelişki, bu sahte gizlerin, örneğin, simya geleneğinden devşirilenlerin arasında, müritlerin haberinin bile olmadığı gerçek gizlerin bulunmasıydı.

İlkel düzeyde görkemli bir gizin varlığı son derece önemliydi, çünkü paylaşılan bu giz, kabilenin üyelerini bir arada tutuyordu. Kabile düzeyinde gizler, bireysel kişilik bütünleşmesi olmamasının ve öbür kabile üyeleriyle birlikte ilk bilinçdışı kimliğine kayma olasılığının yerini yararlı bir biçimde doldururlar. Kendine özgü yapısının bilincinde olan insanı yaratmak olan insanlığın amacı, çok uzun süreli ve neredeyse gerçekleşmesi olanaksız bir eğitim gerektirir çünkü belirli gizlere katılmaları nedeniyle herhangi bir biçimde kişilikleri gelişmiş olanlar bile, grupları toplumsal açıdan farklı olsa da, aslında grup kimliğinin yasalarına boyun eğerler.

Gizli örgütler bireyselliğe giden yolun yarısıdır. Birey, bireyselleşmesini sağlayabilmek için ortak bir örgüte bağımlıdır, yani bireyin esas görevinin başkalarından kendi farklılığını ayırmak ve ayakları üstünde durmak olduğunun bilincine varamamıştır. Hangisi olursa olsun, örgütlerden birine üye olmak ve “izm”leri vb. desteklemek ortak kimlik anlamına geldiği için, bireyin bu görevine engel olur. Bu tür ortak kimlikler, bir yandan sakatlara değnek, utangaçlara kalkan, tembellere yatak ve sorumsuzlara bakım yeri işlevini görürken, öte yandan da zayıflara, yoksullara ve gemisi batanlara barınak, yetimlere bir ana kucağı ve düş kırıklığına uğramışlara ve bezgin hacılara ümit vaat eden ülkelerdir. Yolunu kaybetmişlerin bir sürünün içinde güven bulmalarını sağlarlar ve beslenmelerini ve gelişmelerini sağlayan anneleri olurlar. Dolayısıyla, bu ara dönemi bir tuzak gibi algılamamak gerekir. Tam tersine, günümüzde her zamankinden çok, kimliği olmamak tehlikesiyle karşı karşıya kalan bireyin, varlığını temsil etmesinin tek yolu örgütlerdir. Ortak yapılanmalar bugün öylesine önem kazanmıştır ki, birçokları, biraz da haklı olarak bunu tek amaç olarak görmeye başladılar. Bağımsızlığa doğru atılan adımlar, küstahlık, gurur, hayal dünyasında yaşamak ya da aklı başında olmamak diye düşünülüyor.

Durum ne olursa olsun bir insan, yeterli nedenlerle, kendine daha geniş ufuklar açmak yolunda kendi ayaklarının üzerinde ilerlemesi gerektiğini hissedebilir ve yaşamın önüne koyduğu tüm biçimlerde, koşullarda ve tarzlarda aradığını bulamayabilir. Böyle durumlarda tek başına yürür. Arkadaş olarak kendini seçer ve sırasında, tümü de, aynı yönde olmayan değişik düşünceler ve eğilimlerle dolu kendi grubuna hizmet eder. Aslında, bazen kendini bile tanıyamaz ve ortak hareket edebilmek için çoğul amaçlarını birleştirmede çok zorlanır. Bu aşamada toplumsal biçimlerce dıştan korunsa da, içindeki çoğula karşı savunmasızdır. İçindeki kopuklukların, onun vazgeçmesine ve çevresinin kimliğine kaymasına yol açması da olasıdır.

Gizli bir örgütün ayrıcalığı olmayan ortaklığından kendisini kurtarmış bir üyesi gibi, yolunda yalnız yürüyen bir bireyin de, birçok nedenle açıklayamayacağı ya da açıklamaması gereken bir gize gereksinimi vardır. Böyle bir giz, bireysel amaçlarındaki yalnızlığına karşı onu güçlendirir. Birçok birey bu yalnızlığa dayanamaz. Oyunlarını ciddiye alamayan, kendileriyle ve başkalarıyla saklambaç oynama gereksinimini duyan nevrotik insanlar vardır. Bu insanların bireysel amaçları, çevrelerinin desteklediği tüm düşüncelerden, inançlardan ve ideallerden oluşan ortak uyumu paylaşmak isteklerine yenik düşer. Bu bir kuraldır. Üstelik, hiçbir mantıklı sav çevreye karşı üstün çıkamaz. Yalnızca, bireyin açıklamaya korktuğu ya da sözlere dökemediği için açıklayamadığı bir giz, delice düşünceler sınıfına girse bile, o bireyin geri çekilmesini önleyen tek etken olabilir.

Bir birey bazen bir gize öylesine gereksinim duyar ki, kendisini artık sorumlu tutulamayacağı düşüncelere ve davranışlara kaptırır. Onu yönlendiren kapris ya da küstahlık değil, kendisinin de anlayamadığı bir dira necessitas’tır. Bu gereksinme gaddar bir kader gibi üzerine çullanır ve belki de yaşamında ilk kez, kendisinin efendisi olduğunu sandığı en içsel dünyasında, ondan daha güçlü yabancı bir şeyin var olduğunu gösterir.
Bu duruma en uygun örnek, melekle boğuşan ve kalçası çıkan ama bir cinayeti önleyen Yakup’un öyküsüdür. Güzel günlerde, Yakup’un öyküsü hiç sorgulanmadan kabul edilirmiş. Böyle bir öyküyü anlatan çağdaş bir Yakup olsaydı, öyküsü gülümsemeyle karşılanır, böyle olunca da, özellikle Yehova’nın habercisiyle ilgili kişisel bir görüşü varsa, bu konuda sesini çıkarmamayı yeğ tutardı. Dolayısıyla, ister istemez bir gizin sahibi olur ve ortak görüşlerden sapmış olurdu. Doğal olarak, ömür boyu iki yüzlü davranmayı başaramazsa, zihninde tuttuğu er ya da geç açığa çıkacaktır. Oysa hem topluluğuna uymaya çalışan hem de kişisel amacını izlemeye çalışan bir insan nevrotik olur. Modern Yakup’umuz, meleğin kendisinden daha güçlü kuvvetli olduğunu gizlemeye çalışacaktır. Meleğin de topalladığını iddia eden olmadığına göre işin doğrusu da budur.

Şeytanının gösterdiği yolda giden insan, ara aşamanın sınırlarını aşmış olur ve gerçekten “ayak basılmamış ve basılmaması” gerekli bölgeye girer. Artık ne yol tarifleri ne de üzerinde onu koruyan bir çatı kalır. Daha önceden göremediği bir durumla, örneğin görev çelişkisiyle karşılaştığında, ona yol gösterecek kurallar da yoktur artık. Çoğu zaman bu “hiç kimsenin olmayan topraklar”a gezintiler, çatışma ortaya çıkmadığı sürece sürer ve uzaktan çelişki kokusu alındığında da hızla sona ererler. Arkasına bile bakmadan kaçan birini suçlayamam ama zayıflığını ve korkaklığını da onaylayamam. Hor görmemin ona bir zararı olmayacağına göre, böyle bir teslimiyeti övgüye değer bulmadığımı söyleyebilirim.

Oysa görev çelişkisi içindeki bir insan tüm sorumluluğu üzerine alıp gece gündüz onu yargılayan bir hâkimin karşısında uğraşmaya başlarsa, kendisini çok yalnız hissedebilir. Kendi kendisinin acımasız denetmeniyse ve sonu gelmeyen içsel hesaplaşmalardan geçiyorsa, yaşamında kimselere açamadığı gerçek bir giz var demektir ve ne bir dünya hâkimi ne de bir ruh hekimi, uykusuz geçen gecelerini ona geri veremez. Bu tür yargılamalardan zaten bıkmış olmasaydı kendisini çelişki içinde bulmazdı çünkü bu tür çatışmalar daha yüksek düzeyde bir sorumluluk duygusunu gösterirler. Bu duyguya sahip olan bireyin toplumun ortak kararlarını kabul etmemesinin nedeni de budur. Böyle bir insanda, mahkeme içsel dünyaya taşınır ve karar kapalı kapılar ardında verilir.

Bu aşamaya gelindiğinde, o bireyin ruhu daha da önem kazanır ve yalnızca çok iyi bilinen toplumsal açıdan tanımlanmış bir benlik olmakla kalmaz, kendi içinde ve kendisi için ne değerde olduğunu ölçebilecek bir araca dönüşür. Hiçbir şey, içsel zıt kutuplarla yüzleşmek kadar, bilincin gelişmesini sağlayamaz. Suçlamalarda o güne dek kuşku duyulmayan noktalar ortaya çıkar ve savunma o zamana kadar bilmediği savunmalar keşfetmek zorunda kalır. Bu süreçte dış dünyanın belirli bir bölümü içsel dünyaya ulaşır ve bu durum dış dünyanın zayıflamasına ya da ondan kurtulunmasına yol açar. Öte yandan, iç dünya ahlaksal kararlara varabilecek bir yargı organı düzeyine ulaşmakla, bir o kadar daha ağırlık kazanmış olur ve geçmişte bütünlüğü olan benlik, yalnızca savcı olma niteliğini yitirip avukat rolünü de üstlenmek zorunda kalınca, karmaşık duygular içinde bocalamaya başlar. Belirginliğini yitirip iki ateş arasında kalır ve karşıtın altında, karşıt bir öğenin daha yattığının farkına varır.

Hiçbir görev çelişkisi, büyük bir olasılıkla biri bile sonsuza dek tartışılsa da, ölçüp biçilse de çözümlenemez. Er ya da geç karar, yani ürün kendiliğinden oluşur. Günlük yaşam, bu çelişkiler yüzünden sonsuza dek durdurulamaz. Yaşam sürerken, karşıtlar ve çelişkiler, bir anlığına, bir harekete geçme dürtüsüne boyun eğseler de, yenik düşmezler. Bireyin kişilik bütünlüğünü sürekli tehdit etmeyi sürdürürler ve çapraşık varlıklarıyla yaşamı bir karmaşaya dönüştürürler.

Böyle bir durumda, doğan tehlikeler ve çekilen acılar bir insanın neredeyse evde oturmaya karar vermesine neden olabilir. Ev güvenli bir barınak, sıcak bir kozadır ve insanı koruyacağına söz veren yalnızca bu güven duygusudur. Annesinden ve babasından ayrılmak zorunda olmayanlar en güven içinde olanlardır. Birçok insan da, kendisini bireyselleşme yolunda ilerlerken bulur ve insan doğasının olumlu ve olumsuz yönlerini kısa bir süre içinde öğrenir.

Bütün enerjiler karşıtların ürünleri olduğu gibi, ruhta da içsel kutuplaşma vardır. Herakleitos’un uzun bir süre önce anladığı gibi, ruhun canlılığı için vazgeçilmez bir öğedir bu. Hem kuramsal hem de işlevsel bağlamda, tüm canlıların yapısında kutuplaşma vardır. Bu büyük güçle başa çıkacak olan, ancak binlerce yılda, o da sayısız koruyucu önlemlerle varlığı oluşabilen kırılgan benliktir. Benliğin varoluşunun nedeni de, büyük bir olasılıkla, tüm karşıtların dengeli bir durum içinde olmak isteğinden kaynaklanıyor. Denge, sıcakla soğuğun, yüksekle alçağın vs. çatışmasından çıkan enerji alışverişi sonucu kurulur. Bilinçli ruhsal yaşamın altında yatan enerji, ondan önce oluşur ve bu nedenle, ilk zamanlarında bilinçdışıdır. Bilinçliliğe yaklaştıkça, numenin bağlantıları ilk önce, enerjinin yaşamsal kaynağı gibi görünen mana, Tanrı, Şeytan vb. doğaüstü yansıtmalar olarak ortaya çıkarlar ve bu süreç, bu doğaüstü biçimler kabul edildiği sürece geçerlidir. Bunlar zamanla soluklaşıp güçlerini yitirdiklerinde benliğin, yani gündelik yaşamın içindeki insanın bu enerji kaynağını sahiplendiği anlaşılıyor ama bu sahiplenmesini hiç de açık olmayan ama tam olan şu ifadeyle tanımlayabiliriz: Bir yanda bu enerjiyi elde etmeye çalışıp hatta elde ettiğini sanırken, öte yandan bu enerji onu elde eder.

Bu garip durum, kuşkusuz, ancak bilincin içeriği, ruhsal varoluşun tek biçimi olarak alınırsa oluşur ama böyle bir durumda da, geri dönen kalıcı yansıtmalarla enflasyon önlenemez. Oysa bilinçdışı bir ruhun varlığı kabul edilirse, bu yansıtmalar, bilinçlilikten önce oluşmuş olan yapımızdaki içgüdüsel biçimler tarafından algılanabilirler. Dolayısıyla, tarafsızlıkları ve bağımsızlıkları korunmuş ve enflasyondan kaçınılmış olur. Bilinçten önce de var olan ve onu biçimlendiren arketipler asıl rollerinde, yani bilinç malzemesinden önceki yapısal biçimlerinde ortaya çıkarlar ve kendi başlarına bir şeyi temsil etmek yerine, daha çok algılama ve anlama biçimlerini tanımlarlar. Kuşkusuz algılamanın kendine özgü yapısını bir tek arketipler sağlamaz. Onlar yalnızca algılamanın ortak öğesinden sorumludurlar ve içgüdüyle olan bağlantıları sonucunda, onun dinamik yapısına katılırlar. Sahip oldukları enerji belirli davranışları ve dürtüleri zorunlu hale getirir. Bu da, belirli koşullarda, onların sahip çıkıcı ve saplantılı bir güç (numenlik niteliği!) kazanmalarına neden olur. Bu nedenle, onların Şeytan kavramı olarak algılanması doğalarına ters düşmez.

Tanımlamaların bir şeyin gerçek doğasını değiştirdiğini sanmak sözcüklere aşırı güvenmekten kaynaklanır çünkü ne ad verilirse verilsin gerçekler hiçbir zaman değişmez. Yalnızca biz etkileniriz. Bir insan “Tanrı”yı “mutlak bir hiçlik” diye algılıyorsa bunun, o üst düzenle bir bağlantısı yoktur. Adın değişmiş olması hiçbir şeyi değiştirmedi, gene geçmişteki kadar bu konuda saplantılıyız. Yeni ad bir yadsımaysa, yaptığımız gerçeğe karşı yanlış bir tutum içinde olmak. Oysa bilinmeyene olumlu bir ad vermenin bizim de bu bağlamda olumlu bir tutum içinde olmamızı sağlamak gibi bir iyiliği olur. “Tanrı’dan” söz etmek, onun gerçek yapısıyla ilgili bir şeyler söylemek anlamına gelmez, yalnızca, onun bilinçlilikten önce de var olan ruhumuzun bir parçasında yeri olduğu ve dolayısıyla, bilincin icat ettiği bir şey olarak varsayılamayacağı anlamına gelir. O’nu ne daha fazla uzaklaştırabiliriz ne de silip atabiliriz. Yapabileceğimiz, O’nu yaşayabilmek için kendimize daha çok yaklaştırmaktır ve bu önemli bir noktadır çünkü yaşanmayan bir şeyin varlığından kuşkuya düşmek daha kolaydır. Bu kuşku öylesine çekici ki, Tanrı’ya sözde inananlar, benim ilkel bilinçdışı ruhunu yeniden yapılandırma çabalarımı, Tanrı’ya inanmamak ya da o değilse gnostizm ya da başka bir şey olarak nitelendiriyorlar ama hiçbir zaman bilinçdışı gibi ruhsal bir gerçek akıllarına gelmiyor. Eğer bilinçdışının bir varlığı varsa, bilinçli ruhumuzdan önce oluşan evrimsel aşamalardan geçmiş olması gerekir. İnsanın hiçbir aşamadan geçmeden, tüm görkemiyle Yaratılış’ın altıncı gününde yaratıldığı varsayımı, günümüzde artık bizi tatmin edemeyecek kadar basit ve modası geçmiş bir görüştür. Genel kanı da böyle, ama iş ruha gelince, eski düşünce biçimi olan, ruhun öncesi olmadığı, bir tabula rasa olduğu, doğumla ortaya çıktığı ve kendini nasıl görüyorsa öyle olduğu varsayımı ısrarla sürdürülüyor.

Bilinç, filogenetik ve ontogenetik açıdan ikincil bir olgudur. Artık bu gerçeğin anlaşılmasının zamanı geldi. Bedenin oluşmasının milyonlarca yıl süren anatomik geçmişi olduğu gibi, ruhsal sistemin de bir geçmişi var. Bugün nasıl bedenin her bir uzvu evrimin sonucunu gösteriyorsa ve hâlâ daha önceki aşamaların izleri belliyse, ruh için de aynı şey söylenebilir. Bilinç, bize bilinçsizlik gibi gelen hayvansal bir aşamayla evrimine başlamıştır ve bu farklılaşma süreci her çocukta yenilenir. Çocuğun ruhu, bilinç öncesi aşamada bir tabula rasa kesinlikle değildir. Tanımlanabilecek bireysel bir tarzı önceden oluşmuştur. Üstelik, kendine özgü insan güdüleriyle ve daha üst düzeyde işlevler için gerekli bir temelle donatılmış olarak doğar.

Ego olgusu bu karmaşık temelin üzerinde yükselir ve yaşam boyu bu temel ayakta kalır. Temel işlevi yitirildiğinde boşluk başlar ve bunu ölüm izler. Bu nedenle, bu temelin canlılığı ve gerçekliği son derece önemlidir. Dış dünya bile, karşılaştırıldığında ikincil kalır, çünkü endojen dürtüleri kavrayıp onları yönlendirmese, dünyanın ne anlamı kalır ki! Uzun vadede hiçbir bilinçli irade yaşam içgüdülerinin yerini alamaz. İçgüdü, bir zorunluluk, bir emir ya da bir irade biçiminde içimizden gelen bir şeydir ve herkesin başına geldiği gibi, ona bireysel bir şeytan demekle, hiç olmazsa ruhun durumunu doğru ifade etmiş oluruz. Buna arketip kavramını da kattığımızda, Şeytan’ın bizi avucunun içine aldığı noktayı biraz daha yakından tanımlamış, yaşam kaynağına biraz daha yaklaşmış ve hiçbir şeyi göz ardı etmemiş oluruz.
Bir psikiyatrist olarak (adı üstünde: ruh doktoru) önde gelen amacım, hastalarıma sağlıklı temellerini yeniden kazanmalarında yardımcı olmak olduğuna göre, bu görüşü desteklememden daha doğal bir şey olamaz. Onlara yardım edebilmek için çoğul bilgiye sahip olmak gerektiğini öğrendim. Tıp da böyle ilerlemiştir. Bir çare bulup yöntemlerini basite indirgememiş, tersine, başka kaynaklar yanında, farklı alanlardan aldığı verileri de kendisine katarak, olağanüstü karmaşık bir bilime dönüşmüştür. Bu nedenle öbür bilim dallarına bir şeyi kanıtlamak gibi bir kaygım yok; onlardan gelen bilgileri kendi alanımda olabildiğince iyi kullanmaya çalışıyorum. Doğal olarak, uygulamalarımı ve çıkan sonuçları onlara bildirmekle yükümlüyüm. Bir bilim dalındaki bilgileri başka bir bilim dalında kullanıp pratiğe döktüğünüzde yeni bulgular ortaya çıkıyor. Röntgen ışınları yalnızca, bir fizikçinin özel alanı içinde kalıp tıpta uygulanmasaydı, o konuda çok daha az şey biliyor olurduk. Ayrıca, radyoterapinin bazı koşullarda verdiği zararlı sonuçlar bir doktora ilginç gelir ama radyasyonu tümüyle farklı amaçlar için ayrı yöntemlerle kullanan bir fizikçinin ilgisini çekmeyebilir. Ama bu durum, onun, görünmez ışınların zararlı ya da yararlı niteliklerini belirten doktorun kendi alanına karıştığını düşünmesine de yol açmaz.
Örneğin ben, psikoterapiye tarihsel ve dinsel iç görüşleri uygularım ve doğal olarak bu alanlar, başka amaçlara yönelik olan kendi alanlarına bağlı kalarak elde ettikleri sonuçlardan farklı bir ışık ve farklı kapıları açabilecek ipuçları verirler.

Dolayısıyla, ruhun dinamiğinin kökeninde kutuplaşma olması, genel anlamda, onunla bağlantılı tüm dinsel ve felsefi yönleriyle karşıtlar sorunsalının psikolojik tartışmalara girmesi anlamına gelir ve konu psikolojik sorunlar olduğu ve işe artık dinsel ya da felsefi gerçeklik açısından bakılmadığı ve yalnızca, psikolojik geçerlilikleri ve önemleri ön plana çıktığı için bu açılar, özgün alanlarındaki özerkliklerini yitirirler. Bu açıların birbirlerine bağımlı olmayan gerçekler oldukları iddialarını bir yana bırakırsak, deneysel, yani bilimsel açıdan ele alındığında, özlerinde ruhsal olayların yattığı gerçeği yadsınamaz. Bence bu gerçeğin tartışılacak bir yönü yok. Kendilerini haklı çıkarmaya çalışmaları da psikolojik yaklaşıma uyuyor çünkü psikolojik yaklaşım, böyle bir iddiayı haksız diye damgalamak yerine onu özel bir ilgiyle ele alır. Sık sık, özellikle din adamlarından gelen, bir şeyin “yalnız psikolojik” olduğu saldırılarına karşın, psikolojide, “yalnızca dinsel” ya da “yalnızca felsefi” gibi yargılara yer yoktur.

Algılanabilinen tüm ifadeleri ruh üretir. Ruhun, başka şeyler yanında, iki kutup arasında akan enerjinin üzerine kurulmuş antitezler temeline dayanan dinamik bir süreç olduğu anlaşılıyor. Mantıktaki genel bir kurala göre, “prensipler gereğinden fazla çoğaltılmamalıdır”. Bu nedenle, enerji yorumları doğa bilimlerinde genel anlamda geçerli bir açıklama prensibine ulaştıklarına göre, psikolojide de bu sınırların dışına çıkmamalıyız. Elimizde başka bir görüş açısını düşünebilmemizi sağlayacak kesin gerçekler yok. Üstelik, ruhun çelişkili ya da kutuplaşmış yapısı ve içeriği psikolojik deneylerle doğrulanmıştır.
Ruhun dinamiği kavramı doğruysa, ruhun kutuplaşmasının sınırlarını aşmaya çalışan ifadeler, örneğin metafizik gerçeklerle ilgili ifadeler herhangi bir biçimde geçerli olduklarını iddia ederlerse bir çelişki doğar.

Ruh kendisini aşamaz. Kutuplaşması ifadelerini göreceli yaptığı için, mutlak gerçekler de kuramaz. Örneğin, “Tanrı harekettir” ya da “Tanrı birdir” gibi mutlak gerçek ifadeleri kullandığında, zorunlu olarak kendi antitezlerinden birine ya da öbürüne yönelinmiş olur çünkü bu iki ifade eşdeğerde şöyle de olabilir: “Tanrı hareketsizliktir” ya da “Tanrı her şeydir”. Ruh, tek yönlü olmakla bölünür ve tanıma yetisini yitirir ve yalnızca, yansıtıcı olmadıkları için hiçbir şeyi yansıtmayan ruhsal durumlar birbirini izler olur. Başka bir durumdan haberi olmadığı ya da henüz farkına varamadığı için her bir durum kendisinin haklı olduğunu sanır.

Bunları söylemekle, kuşkusuz, ortaya bir değer yargısı konmuyor. Yalnızca, bu sınırın sıkça aşıldığı belirtilmek isteniyor. Bu da kaçınılmaz çünkü, “her şey değişkendir”. Bir tezi antitezi izler. İkisinin arasında da üçüncü bir öğe oluşur. Bu da, önceden algılanmayan belirsizlik dönemidir. Bu dönemde bir kez daha, yalnızca ikili doğasını sergiler ve hiçbir zaman kendi dışına çıkmaz.

Ruhun sınırlarını tanımlamaya çalışırken yalnızca ruh vardır demek istemiyorum. Amacım algılama ve anlama söz konusu olduğunda ruhtan öte bir şeyler göremeyeceğimizi belirtmek. Doğabilim, açıkça ifade etmese de, ruhsal olmayan doğaüstü bir nesnenin varlığından kuşku duyuyor ama bunun yanı sıra, özellikle bunu algılayabilecek bir organ ve gerekli düşünme biçimleri olmadan ya da henüz yaratılmadan, bu şeyin gerçek yapısını anlamanın ne kadar zor olduğunu da biliyor. Duyu organlarımız ve onlara yardımcı olan araçlar gerçek bir nesnenin varlığını kanıtlamadıkları sürece, zorluklar öylesine çok ki, insana böyle bir nesnenin olmadığını onaylamak daha kolay geliyor. Ben bu acele karara varamıyorum çünkü duyularımızın hiçbir zaman varlıkların tüm biçimlerini algılayabilecek kapasitede olduklarına inanmadım. Bu nedenle, özel ruhsal olgular olan arketip oluşumların, şizoid bir temele, yani yarı ruhsal ve büyük bir olasılıkla, yarı, tümüyle farklı bir varlık biçimine dayandırılabileceği varsayımını ortaya atma riskine bile girdim. Genelde ruhsal diye nitelendirilen bu varoluş biçimlerini, deneylere dayanan bilgiler olmadığı için ne anlıyorum ne de bu konuda bilgim var. Bu bağlamda düşündüklerim bilimsel açıdan somut sayılmadığı için cehaletimi kabul etmek zorundayım. Ama arketipler beni etkilediği sürece, gerçek yapılarını bilmesem de, benim gözümde gerçek ve geçerlidirler. Kuşkusuz, bu düşüncem yalnızca arketiplere özgü değil. Ruhun doğal yapısını da kapsıyor. Ruh kendini nasıl ifade ederse etsin, hiçbir zaman kendi sınırlarının dışına çıkamayacak. Tüm anlayışımız ve anladığımız her şey özünde ruhsaldır ve bu bağlamda, ruhsal dünyanın içinde, kurtulma umudu olmadan sıkışıp kalmışız. Buna karşın, bu perdenin arkasında bizi etkileyen, anlayamadığımız mutlak bir nesnenin var olduğunu varsaymamız için geçerli nedenlerimiz var. Doğru olduklarını kanıtlayan ifadeler kullanamasak da, ruhsal olaylarda bile ya da özellikle onlarda, böyle bir şeyi varsayabiliriz. Olasılık ya da olası olmamayı belirten ifadeler ancak ihtisaslaşmış alanlarda geçerlidirler. Alanların dışında böyle bir girişimde bulunmak küstahça bir varsayımdan öteye geçemez.

Durup dururken, yani elde yeterince neden olmadan bazı şeyleri ifade etmek nesnel açıdan yasak olsa da, nesnel nedenlere dayanmamalarına karşın ifade edilmeleri gereken şeyler de vardır. Bundaki haklılık tümüyle psikodinamik bir haklılıktır ve yalnızca ifadeyi kullananı ilgilendiren çok öznel bir durum diye nitelendirilir, ama burada bir hataya düşülebilir ve ifadenin yalnızca uzak gibi görünen bir konuyu mu ilgilendirdiği ve yalnızca kişisel amaçlı mı olduğu ya da genel olup ortak bir dinamikten mi kaynaklandığı ayrımı yapılmaz. Genel ve ortak olduğunda, o ifadeyi öznel yerine psikolojik açıdan nesnel olarak sınıflandırmak gerekir çünkü birçok birey, ansızın, bir başkasının ifadesinin aynısını yinelemek dürtüsüyle hareket eder ya da belirli bir görüşün çok önemli olduğunu düşünür. Bir arketip durağan olmadığı, belirli bir enerjiyle yüklü, gerçek bir güç olduğu için bu tür ifadeler, causa efficiensi olarak nitelendirilebilinir. Başka bir deyişle, ifade o kişinin özel varlığından kaynaklanmaz, arketip onun aracılığıyla konuşur. İfade edilenler susturulur ya da göz ardı edilirlerse, hem tıp deneyimlerine hem de genel bilgiye göre, ruhsal sorunların kapıda olduğu anlaşılır ve bu durum, ya nevrotik belirtiler ya da nevrotik olma yetileri olmayan insanlarda, ortak bir gerçekten sapma biçiminde ortaya çıkar.

Arketip ifade biçimleri içgüdüsel önkoşullardan kaynaklanırlar. Mantıkla ilgileri yoktur. Ne mantıksal bir temele dayanırlar ne de mantıklı savlarla yok edilebilirler. Dünya kuruldu kurulalı da varlıklarını sürdürmüşlerdir. Levy-Bruhl’un haklı olarak dediği gibi, bunlar représentations collectives’dirler. Kuşkusuz “ben” ve onun iradesi yaşamda çok büyük bir rol oynar ama “ben”in iradesinde büyük bir oranda, benliğin farkında olmadığı arketip işlevlerin bağımsız ve doğaüstü müdahaleleri rol oynar. Psikolojik açıdan yaklaşıldığında, dinin özü, bu süreçlerin pratiğe dökülüp ele alınmasıdır.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler | Otobiyografi
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir (Can Yayınları)

CARL GUSTAV JUNG’UN SON DÖNEM DÜŞÜNCELERİ I

JUNG: BAZILARI KÖTÜLÜĞE KENDİLERİNİ ÖYLESİNE KAPTIRMIŞLAR Kİ ARTIK İYİYİ GÖREMİYORLAR

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz