GUSTAV JUNG’UN RAVENNA VE ROMA GEZİSİ: ANTİK ÇAĞ TÜM GÖRKEMİ VE ACIMASIZLIĞIYLA CANLILIĞINI SÜRDÜRÜYOR

Geziler

1913 yılında Ravenna’ya ilk gidişimde, Galla Placidia’nın (doğumu, 450) mezarı bana çok anlamlı ve büyüleyici gelmişti. Yirmi yıl sonra ikinci kez gittiğimde de aynı duygular içindeydim. Mezarın başında beni gene o garip ruh hali sardı ve çok duygulandım. Bir arkadaşımla beraberdim. Mezardan Ortodoks Vaftizhanesi’ne gittik.

Orada ilk gözüme çarpan şey, odayı dolduran solgun, mavi bir ışık oldu ama bu ışığın üzerinde durmadım. Nereden geldiğine de bakmadım. İlk gidişimde gördüğümü sandığım pencerelerin yerinde tümüyle unuttuğum dört tane olağanüstü güzellikte fresk olduğunu görünce biraz şaşırdım. Belleğimin beni bu denli yanıltmasına canım sıkıldı. Güneye bakan mozaik Ürdün’deki vaftizi, kuzeydeki de İsrail çocuklarının Kızıldeniz’i aşmalarını betimliyordu. Doğudaki üçüncüsünün nasıl olduğunu anımsayamıyorum. Sanırım, Naaman’ın Ürdün’de cüzamdan iyileşmesini gösteriyordu. Bendeki Mecdelli Meryem İncili’nde, o mozaiğe çok benzeyen bir resim vardır. Batı’ya bakan mozaik en etkileyici olandı. En son ona baktık. Dalgalar arasında çırpınan Petrus’a elini uzatan İsa’yı betimliyordu. Aşağı yukarı yirmi dakika, o mozaiğin önünde durup vaftizin kökeni ve özellikle de, arkaik bir inanışa göre vaftizin ölüm tehlikesiyle ilk karşılaşma sayıldığını ve bu nedenle, doğumun ve ölümün arketipsel ifadeleri olduğundan söz ettik. İlk vaftizlerde, boğulma tehlikesini ifade etmek için bebek iyice suyun içine batırılırmış.

Bugüne dek, boğulmak üzere olan Petrus’u unutmadım. Denizin mavisi, mozaik parçalarının her biri ve Petrus’la İsa’nın ağzından çıkan sözleri betimleyen yazılar, tümü en ince ayrıntısına kadar gözümün önünde. Yazıları çözmeye çalışmıştım. Vaftizhane’den sonra, mozaiklerin resimlerini almak için Alinari’ye gittik ama bulamadık. Kısa bir gezi olduğu için zamanım kısıtlıydı. Zürich’ten sipariş etmeye karar verdim.

Eve döndükten sonra, Ravenna’ya giden bir tanıdığa, resimleri betimledim ve getirmesini rica ettim ama resimleri getiremedi çünkü orada öyle mozaikler yokmuş. O günlerde, bir seminerde vaftiz kavramını anlatırken, Ortodoks Vaftizhanesi’nde gördüğüm mozaiklerden de söz etmiştim. Resimler bugün bile gözümün önünde. Vaftizhane’de beraber olduğum kadın arkadaş uzun bir süre, “gözleriyle gördüğü” mozaiklerin orada olmadığına inanamadı.
Bildiğimiz gibi, iki insanın aynı anda aynı şeyi gördüklerini saptamak zordur. Oysa o olayla, her ikimizin de en azından anahatlarıyla aynı şeyi gördüğümüzü kanıtladım.

Ravenna’da yaşadığım bu olay, başıma gelen en garip olaylardan biridir. İmparatoriçe Galla Placidia’nın öyküsünde yer alan bir olaydaki mavi ışık oraya yansımış olabilir. Bizans’tan Ravenna’ya giderken çok şiddetli bir kış fırtınasına yakalanmış. Sağ kalırsa bir kilise yaptırıp içinde fırtınanın tehlikelerini betimleyeceğine söz vermiş ve sözünü tutarak Ravenna’daki San Giovanni Bazilikası’nı yaptırmış; ama bazilika, Ortaçağ’ın başlarında, içindeki mozaiklerle birlikte yanıp kül olmuş. Milano’daki Ambrosiana’da, Galla Placidia’yi teknenin içinde betimleyen bir sahne hâlâ duruyor.

İlk gezimde bile Galla Placidia beni çok etkilemişti. Böylesine çok kültürlü ve kaprisli bir kadının barbar bir prensle nasıl yaşadığına şaşmıştım. Mezarı bana ondan kalan son şey olduğu için, onun kişiliğine ulaşabileceğim bir yer gibi gelmişti. Kaderi ve tüm varlığı benim için hâlâ canlıydı. Coşkulu yapısı, anima’ma çok uygun düşüyordu.

Bir erkeğin anima’sının çok güçlü bir tarihsel niteliği vardır. Bilinçdışının sözcüsü olarak tarihöncesi dönemlere gider, geçmişin içerdiklerini somutlaştırır ve bireye tarihöncesi dönemlerle ilgili bilmesi gerekenleri sağlar. Anima, bireyin, geçmiş ve o anda içinde canlı olan yaşamının tümüdür. Onun yanında ben, ne geçmişi ne de geleceği olan, hiçlikten yeni fırlamış bir barbar gibi kalırım.

Anima’yla karşılaşmam sırasında, mozaiklerde betimlenen tehlikelerden biri, az kalsın beni de yakalıyordu. Boğulacaktım. İsa’yı yardıma çağıran Petrus’un başına gelen benim de başıma geliyordu. Kaderim Firavun’un ordularının kaderiyle aynı olacaktı. Petrus gibi ben de, hiçbir yerime bir şey olmadan kurtuldum ve bilinçdışımın içeriğinin bütünleşmesi kişiliğimin tamamlanmasına önemli bir katkıda bulundu. Birey, daha önceden beri kendisinde bulunan bilinçdışının içeriğini bilinciyle birleştirdiğinde, içinde olup bitenleri sözcüklere dökmek olanaksızdır. Bu durum yalnızca yaşanır ama tartışılamaz, çünkü çok öznel bir olaydır. Her birimizin kendimizin nasıl olduğuyla ilgili bir yargımız var ve bu gerçekten kuşku duymak ne anlamlı ne de olası. Başkalarına verdiğimiz izlenimler de tartışılamaz. Bildiğimiz kadarıyla, tüm bu izlenimleri ve görüşleri eleyecek daha üst düzeyde bir yetkili yok. Kişiliğin bütünleşmesine dayanan bir değişiklik olup olmadığı ya da bu değişikliğin ne olduğu kişisel yargıya bağlıdır. Bilimsel açıdan doğrulanabilmesi olanaksız olduğu için, dünyadaki saptanmış ve yerleşmiş görüşlere katılamamasına karşın, yaşanması ve sonuçları çok önemlidir. Gerçekçi psikoterapistlerin ve psikologların bu tür gerçekleri göz ardı etmemeleri gerekir.

Ravenna’da yaşadıklarımdan sonra, dışsal bir şeyin içsel gibi görünebileceği ya da bunun tam tersinin olabileceğini anladım. Vaftizhane’nin duvarlarının, o duvarlar kadar gerçek görünen başka bir görüntüyle örtülmüş olması gerekir. O anda hangisi gerçekti? Duvarlar mı, yoksa imge mi?

Bu ilk kez benim başıma gelmiyor. Böyle bir durumla karşılaştığımızda, onu okuduğumuz ya da duyduğumuz bir şeyden çok daha gerçek diye algılamak zorunda kalırız. Bu tür olayları duyduğumuzda da gizemi açıklayacak bir sürü neden bulmaya çalışırız. Bilinçdışıyla ilgili kuramlar üretmeden önce, bilinçdışıyla ilgili daha pek çok şey yaşamamız gerektiğine inanıyorum.

Yaşamım boyunca çok seyahat ettim. Roma’yı da görmek isterdim ama kentin üzerimde yapacağı etkiyi kaldıramayacağımı düşündüğüm için gitmedim. Pompei’de gördüklerim yetti de arttı bile. Orada gördüklerim, neredeyse algılama gücümün üzerindeydi. Pompei’ye ilk kez gitmemin nedeni, 1910-1913 yılları arasında yaptığım Antik Çağ’ın psikolojisiyle ilgili çalışmalarımın, o çağla ilgili az da olsa bir iç görüş kazanmamı gerektirmeleriydi. 1917 yılında Cenova’dan Napoli’ye gemiyle giderken Roma’nın enlemine yaklaştığımızda küpeşteye dayanıp uzaklara daldım. İşte Roma orada, uzaklardaydı! Avrupa Ortaçağı’nın ve Hıristiyanlığın iç içe geçmiş köklerinden fışkırmış olan eski kültürlerin hâlâ tüten ocağı oradadaydı ve Antik Çağ tüm görkemi ve acımasızlığıyla canlılığını sürdürüyordu.

Örneğin, Paris’e ya da Londra’ya gider gibi Roma’ya gidenlere hep şaşmışımdır. Kuşkusuz, Roma’dan da, öbür kentler kadar estetik açıdan zevk alınabilir ama attığınız her adımda, orada gizlenen ruhu benliğinizin derinlerine dek hisseder ve her duvar kalıntısı ya da sütun size hemen tanıyabildiğiniz bir yüz gibi gelirse, iş çok farklılaşır. Pompei’de bile daha önceden sezinleyemediğim resimler canlandı önümde; beklemediğim şeyler bilinç düzeyine yükseldi ve bana yanıtlayacak kadar olgun olmadığım sorular yönelttiler.

Yaşlılığımda, (1949’da) Roma’ya gitmemekle yaptığım hatayı düzeltmek istedim ama bilet almaya gittiğimde fenalık geçirdim. Önemli bir şey değildi ama o günden sonra Roma’ya gitme planlarımdan tümüyle vazgeçmek zorunda kaldım.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz