GUSTAV JUNG: SİZ BAŞINIZA GELENLER DEĞİL, OLMAYI SEÇTİĞİNİZ ŞEYSİNİZ!

Carl Gustav Jung Okul yılları

Yaşım ilerledikçe, annem, babam ve başkaları bana ne olmak istediğimi daha sık sormaya başladılar. Düşüncelerim beni değişik yollara çekiyordu, bu nedenle, ben de kesin bilmiyordum. Bir yandan gerçeklere dayanan bilimi çok çekici buluyor, öbür yandan, karşılaştırmalı dinle ilgili her şey beni büyülüyordu. Temel bilimler arasında zooloji, paleontoloji ve jeoloji, sosyal bilimlerde de, Yunan ve Roma, Mısır ve tarihöncesi arkeoloji, gözdelerimdi. Değişik alanlardaki seçimlerimin, ikili kişiliğimle yakın bağlantısı olduğunun bilincinde değildim o zamanlar. Temel bilimlerin somut verilere dayanmaları ve geçmişleri ilgilendiriyordu beni. Karşılaştırmalı dinde de, felsefeyi de içeren, ruhsal sorunsallar. Birincilerde anlam öğesini göz önünde bulundurmuyordum, ikincilerde de deneyselliklerini. Bilimle ilgili olanlar, önemli bir bağlamda, birinci kişiliğimin gereksinmelerini karşılıyor, insancıl ve tarihsel olanlar da ikinci kişiliğimin öğrenmesine yardımcı oluyorlardı.

İkisi arasında parçalandığım için uzun bir süre neye karar vereceğimi bilemedim. Anne tarafından aile büyüğümüz olan büyük dayım, Basel’deki St. Alban’ın başrahibiydi. Beni sürekli din eğitimine ittiğinin farkına varmıştım. Hepsi din adamı olan oğullarıyla yemekte yaptığı bir sohbeti can kulağıyla dinlemiş olmam gözünden kaçmamıştı. Üniversitenin baş döndürücü yüksek bilgisiyle bağlantıları olduğu için, onların, babamdan daha çok şey bilen din adamları olup olup olmadıklarını merak ediyordum. Bana, yapılan bu tür sohbetlerde hiç de gerçek deneyimlere değiniliyor gibi gelmiyordu. En azından, benim deneyimlerime. İncil’de anlatılan olaylarla ilgili doktrinleri tartışıyorlardı yalnızca. İnanması zor sayısız mucizenin gerçekleşmiş olduğu varsayımı beni çok rahatsız ediyordu.

Lisedeyken, her perşembe günü, sözünü ettiğim amcanın evinde yemek yememe izin verilirdi. Ona, yalnızca yemek nedeniyle değil, aynı zamanda, sofrada kaçırılmaz bir fırsat olarak gördüğüm olgun, zeki ve entelektüel bir sohbete tanık olabilmemi sağladığı için minnettardım. Bizde bu tür entelektüel sohbetler yapılmazdı. Bu nedenle, böyle konuşmaların olduğunu görmem benim için olağanüstü bir deneyim oluyordu. Ara sıra babamla ciddi konularda konuşmaya kalktığımda, her zaman beni şaşırtan bir sabırsızlıkla ve gergin bir savunmayla karşılaşıyordum. Zavallı babamın, içindeki kuşkular onu yiyip bitirdiği için düşünmeye cesaret edemediğini ancak birkaç yıl sonra anladım. Kendinden kaçtığı için körü körüne bir inancı inatla sürdürüyordu. İnancı, uğraş vererek elde etmek istiyor, ürperti veren bir gayretle çabalıyor ve bu nedenle inanç ona bir inayet olarak kendiliğinden gelmiyordu.

Kuzenlerim ve dayım, kilise adamlarının dogmalarını ve doktrinlerini sakin bir biçimde tartışabiliyorlardı. Modern din bilimcilerin düşüncelerini de. Kuşku gerektirmeyen bir dünya düzeninde kendilerini güvende hissediyor gibiydiler. Bu dünyada Nietzsche’ nin yeri yoktu. Jakob Burckhardt da arada sırada diş bilenircesine bir iltifata mazhar olabiliyordu. Burckhardt “liberal”di. Özgür düşüncede aşırıya kaçıyordu. Sonsuz düzene biraz aykırı kaçtığını anlıyordum. Amcamın din bilime ne denli uzak olduğumdan haberi olmadığından emindim. Onu düş kırıklığına uğratmak beni çok üzerdi. Başıma gelecekleri bildiğim için sorunlarımı ona açma cüretini gösteremezdim. Kendimi savunmam olanaksızdı. Üstelik birinci kişiliğim dizginleri hızla ele geçirmişti ve zayıf da olsa, bilimle ilgili bilgim, zamanın bilimsel maddeciliğiyle yoğrulmuştu ve bu durumu yalnızca tarihsel kanıtlar ve görünüşe göre çevremde kimsenin anlamadığı Kant’ın Arı Usun Eleştirisi adlı yapıtı zorlukla engelleyebiliyordu. Din bilimci dayım ve kuzenlerim Kant’ tan övgüyle söz ederlerdi ama prensiplerini hiçbir zaman kendilerine uygulamaya kalkmazlar, yalnızca karşı düşünceleri zayıflatmak için kullanırlardı. Bu konuda da ağzımı açmazdım.

Sonunda, dayım ve ailesiyle sofraya oturmak beni giderek rahatsız etmeye başladı. İyice yerleşmiş suçluluk duygum yüzünden perşembe günleri kâbusa dönüşmeye başladı. Arada sırada ortaya çıksalar bile, zihni kamçılayan düşüncelere aç olmama karşın bu toplumsal ve ruhsal açıdan güvenli dünyaya giderek uzak düşüyordum. Dürüst davranmadığım için utanç duyuyor, “Sen bir üçkâğıtçısın, sana karşı iyi niyet besleyenleri aldatıyorsun. Bu insanların toplumsal ve entelektüel bir kesinlik içinde yaşamaları, yoksulluğu bilmemeleri ve dinlerinin aynı zamanda para kazandıkları meslekleri olması onların suçu değil. Bu insanların, Tanrı’nın bir insanı, huzurlu ruhsal dünyasından koparıp O’na karşı gelmeye mahkûm edebileceklerinden haberleri yok. Hiçbir biçimde bunu onlara açıklayamam. Bu ayıbı yüklenmeli ve buna dayanmayı öğrenmeliyim,” diyerek kendi kendime itiraflarda bulunuyordum. Oysa o güne dek bunu başaramamıştım.

Carl Jung’un Yaşlılıkta Pişman Olmamak İçin Gençken Bilmeniz Gereken Sözleri

Ahlaksal çelişkinin verdiği huzursuzluk arttıkça, ikinci kişiliğimden giderek daha çok kuşkulanmaya ve ondan hoşlanmamaya başladığım gerçeğini kendimden saklayamaz oldum. İkinci kişiliğimi yok etmeye çalıştım ama bu da olmadı. Okulda ya da arkadaşlarımla olduğum zaman yok oluyordu. Fen derslerini çalışırken de. Evde ya da kırlarda, kendimle baş başa kalır kalmaz Schopenhauer ve Kant var güçleriyle geri dönüyorlar, beraberlerinde de “Tanrı’nın dünyası”nın görkemini getiriyorlardı. Bilim bilgim de bu düşüncenin bir parçasıydı ve kanaviçeyi canlı renkler ve desenlerle dolduruyordu. Böyle durumlarda, birinci kişiliğim ve meslek seçimiyle ilgili kaygılarım gözden kayboluyorlar ve sanki XIX. yüzyılın son on yılı içinde olmuş, önemsiz olaylara dönüşüyorlardı. Yüzyıllara yaptığım keşif gezilerinden baş ağrılarıyla dönüyordum. Ben, daha doğrusu birinci kişiliğim burada ve bu çağda yaşıyordu ve er ya da geç hangi mesleği sürdürmek niyetinde olduğunu belirlemesi gerekiyordu.

Birçok kez, babam beni karşısına alıp konuştu. İstediğim mesleği seçmede özgür olduğumu ama ona sorarsam din bilimden uzak durmamı öğütleyeceğini söyledi. Üstüne basa basa, “Ne olursan ol, din adamı olma!” dedi. Böylece aramızda sessiz bir anlaşma yapılmış oldu. Buna göre, bazı şeyler yorumlanmadan söylenebiliyor ya da yapılabiliyordu. Kiliseye gitmekten olabildiğince kaçındığımı ya da din toplantılarına katılmadığımı yüzüme vurmuyordu artık. Kiliseden ne kadar uzaksam, kendimi o kadar rahat hissediyordum. Cemaat toplantılarını hiç özlemiyordum. Özlediğim, orgun sesiydi. Bu tür toplantıların benim için bir anlamı yoktu. Bence, dünya işleriyle ilgili insanların oluşturduğu topluluklar, alışkanlık nedeniyle düzenli kiliseye gidenlerinkinden çok daha gerçek topluluklara benziyorlardı. Belki daha az erdemliydiler ama bu hoş insanların duyguları daha doğaldı. Daha uyumlu ve daha neşeliydiler; içten ve sıcaktılar.

Babamı din adamı olmayı kesinlikle düşünmediğime ikna etmeyi başarmıştım ama hâlâ sosyal bilimlerle fen bilimleri arasında bocalayıp duruyordum. İkisi de benim için aynı oranda çekiciydi. İkinci kişiliğimin pied-á-terre’i (ayakları yere basma) yoktu. O ortaya çıktığı anlarda, kendimi bin gözlü evrenin gözlerinden biri gibi hissedebiliyor ve andan ve mekândan kopup yükselebiliyordum ama yeryüzündeki bir çakıl taşı kadar bile hareket etme yeteneğimin olmadığını da biliyordum. Birinci bu edilgenliğe isyan ediyor, hareket edip bir şeyler yapmayı arzuluyordu ama o süreçte çözümü olmayan bir çelişkinin ortasında sıkışıp kalmıştı. Anlaşılan, ne olacağını görmem için beklemem gerekiyordu. Ne olacağımı soranlara yanıtım hazırdı. Aslında Asur ve Mısır arkeolojisini düşünerek, “Filolog,” diyordum. Bir yandan da, özellikle annem ve kız kardeşimle birlikte geçirdiğim tatiller sırasında, boş zamanlarımda fen ve felsefe çalışmayı sürdürüyordum. Anneme koşup, “Çok sıkılıyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum,” diye dert yandığım günler geride kalmıştı. Hoşça vakit geçirdiğim tatiller yılın en iyi zamanları oluyordu. Üstelik, babam, her yıl yaz tatilini Sachseln’de geçirdiği için evde olmuyordu.

Yalnızca bir kez, tek başıma tatile çıkma olanağı doğdu. On dört yaşındayken, süregelen iştahsızlığıma ve inişli çıkışlı sağlığıma iyi gelir diye kür önermişlerdi. Entlebuch’a gittim. İlk kez, yetişkin yabancıların arasında kalmıştım. Beni Katolik rahibin evine yerleştirdiler. Benim için hem bir karabasan hem de büyüleyici bir maceraydı bu. Rahibi doğru dürüst görmüyordum bile. Eve bakan kadın da terslemeye yatkın biriydi ama fazla korkulacak bir yanı da yoktu. Sorun da çıkmadı. İyileşme dönemlerini geçirenler için kurulmuş, otel ve sanatoryum karışımı o yeri işleten bir taşra doktorunun denetimi altındaydım. Karma bir topluluktuk. Çiftçiler, küçük memurlar, tüccarlar ve içlerinde en büyük onura ermiş, yani doktora yapmış bir kimyagerin de bulunduğu, Basel’den gelme birkaç iyi yetişmiş insan vardı. Babam da doktora yapmıştı ama yalnızca bir dilbilimciydi. Kimyagerse benim için büyüleyici bir yenilikti. Karşımda bir bilimadamı duruyordu ve taşların gizemini anlayabilmesi olasıydı. Genç sayılabilecek biriydi ve bana kroke oynamayı öğretti ama (varsayılan) derin bilgisinden koklatmadı bile. Ben de ona bir şey soramayacak kadar utangaç, özgüvensiz ve cahildim. Ona, o güne dek tanık olduğum doğanın gizemlerine ya da hiç olmazsa bazılarına ulaşmış, ilk kanlı canlı insan olduğu için saygı duyuyordum. Benimle aynı sofrada oturuyor, aynı yemeği yiyor, ara sıra birkaç sözcük bile paylaşıyordu. Kendimi yetişkinlerin daha üst düzeydeki dünyasına geçmiş gibi hissediyordum. Daha üst düzeyde bir yer edinmem, orada kalanlar için düzenlenen gezilere katılmama izin verildiğinde daha da pekişti! Bu gezilerden birinde, içki yapılan bir yeri gezdik. Yapılan içkilerin tadına bakmamızı önerdiler. Bu durum tam da, “Al sana, yaklaşıyor başımıza iş açacak biri, / Çünkü bu içeçeğin adı içki”14 dizelerinin gerçeğe dönüşmesine uygundu. Değişik içkilerle dolu kadehler beni öylesine esinlendirdiler ki, tümüyle hiç beklenmedik yeni bir bilinç sürecine girdim. Ne içerisi ne dışarısı, ne ben ne başkaları, ne 1 no ve 2 no, ne özlem ne de çekingenlik kalmış; yeryüzü ve gökyüzü, dünya ve onun içinde sürünen, uçan, dönen, yükselen ya da düşen ne varsa bir bütüne dönüşmüştü. Zafer kazanmışçasına, utanç verici muhteşem bir sarhoşluk vurmuştu beni. Bir mutluluk denizinde boğuluyor gibiydim ama dalgalar öylesine kabarıyordu ki, sallanan sokaklar ve gidip gelen evler ve sokaklar arasında gözlerimle, ellerimle ve ayaklarımla gördüğüm nesnelere tutunmak zorunda kalıyordum. “Harika ama bu kadarı da fazla!” diye düşünüyordum. Deneyimim çok kötü sonuçlandı, ama belleğimde, aptallığım yüzünden berbat ettiğim bir keşif ve güzelliği ve anlamı kavrama olarak yer etti.

Kalma sürem dolunca babam beni almaya geldi. Ne büyük bir mutluluk! Birlikte Lozan’a gittik ve oradan bir gemiye bindik. Böyle bir şeyi ilk kez görüyordum. Makinelerinin nasıl çalıştığını daha doğru dürüst göremeden Vitznau’ya vardığımızı söylediler. Köyün üzerine kule gibi eğilen bir dağ gördüm. Babam, bu dağın adının Rigi olduğunu ve yukarıya dişli bir trenin çıktığını söyledi. Küçük bir istasyona gittik. Orada, kazanı neredeyse diklemesine duran dünyanın en garip lokomotifi duruyordu. İçindeki oturma yerleri bile eğriydi. Babam elime bir bilet tutuşturdu ve “Tek başına doruğa çıkabilirsin. Ben burada kalacağım. İki kişi çok pahalıya çıkar. Dikkat et, bir yerini kırma,” dedi.

Sevinçten dilim tutuldu. O güne dek, gördüğüm dağlardan daha da yüksek bu yüce dağın dibinde duruyordum. Uzaklarda kalmış çocukluğumun alev alev yanan doruklarına çok uzak değildim artık. Neredeyse yetişkin bir erkeğe dönüşmüştüm. O gezi için kendime bambu bir baston ve bir İngiliz jokey kepi satın almıştım. Bir dünya gezginine de bunlar yakışırdı. Şimdi de bu yüce dağa tırmanacaktım! Dağ mı daha büyüktü, yoksa ben mi? Bilemiyordum. Olağanüstü lokomotif puf diye güçlü bir ses çıkarttıktan sonra beni, ince havanın içinde, gıcırdaya gıcırdaya, aklın almayacağı uzaklıklara bakabileceğim doruğa çıkardı. “Evet, işte benim dünyam burası,” diye düşündüm. “Gerçek dünya, gizem! Ne öğretmenler ne okul ne de yanıtsız kalan sorular var burada. İnsan burada, hiçbir şey sormadan var olabiliyor.” Çevrede çok derin yarlar olduğu için patikalardan ayrılmamaya özen gösterdim. Orada hafife alınacak hiçbir şey yoktu. Tanrı’nın eviydi orası. O’nun fiziksel varlığını hissedebiliyor, saygılı ve sessiz olunması gerektiğini algılayabiliyordum. Babamın bana verdiği en değerli ve en güzel armağan buydu.

Öylesine derinden etkilenmiştim ki, ondan sonra Tanrı’nın evinde olup bitenler belleğimde hiç yer etmemiş. 1 no da kendi başına o geziye katılmıştı. Onun etkilendikleri beni bir ömür boyu izledi. Bugün bile kendimi erginliğe varmış ve bağımsız, başımda siyah bir şapka, elimde parlak bir baston, Lozan Gölü’nün kenarındaki olağanüstü şık otellerden birinin terasında ya da Vitznau’nun güzel bahçelerinden birinde, üzerine güneş ışınları serpiştirilmiş bir tentenin altındaki masalardan birinde oturduğumu, bir yandan altın sarısı tereyağı ve değişik reçellerle kruvasan yerken, bir yandan da, uzun yaz günü boyunca yapacağım gezileri düşündüğümü, kahvem bitince de hiç telaşa kapılmadan düzgün adımlarla ağır ağır beni Gotthard’a ve dorukları ışıldayan buzullarla kaplı dev dağların eteklerine götürecek buharlı bir gemiye doğru yürüdüğümü düşlerim.

Bu fantezi yıllar boyu, çok çalışmaktan bitap düştüğüm ve dinlenmek için bir yer aradığımda her zaman ortaya çıktı. Gerçek yaşamdaysa bu lüksü, kendime birçok kez söz vermeme karşın hiçbir zaman gerçekleştiremedim.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz