Alfred Adler: Anılar bir kişinin “yaşamöyküsü”nü oluşturur

İlk Anılar
Üstün bir konuma ulaşmak için sürdürülen savaş tüm kişiliğin anahtarını oluşturduğundan, bu anahtarı bir insanın ruhsal gelişiminin her noktasında ele geçirebiliriz. Bunu bilmemiz, bir insanın yaşam üslubunu anlayabilmemize yardım edecek iki önemli araçla donatır bizi. Birincisi, bireyin ruhsal gelişiminin hangi noktasında işe koyulursak koyulalım, gelişim sürecindeki her dışavurum bizi aynı yöne yöneltir, çevresinde kişiliğin oluşup yükseldiği o biricik motife, o biricik melodiye götürür. İkincisi, elimizin altında büyük bir materyal stoğu bulunur. Her düşünce, her duygu ya da her jest, durumu daha açık seçik kavramamızı sağlar. Bireyin tek bir dışavurumunu değerlendirmede acele davranmakla yapacağımız hata, binlerce diğer dışavurum sayesinde saptanıp düzeltilebilir. Bir tek dışavurumu yüzde yüz doğrulukla değerlendirme olanağımız yoktur; bunun için, söz konusu dışavurumun bütündeki yerini açık seçik belirlememiz gerekir; ne var ki her dışavurum aynı şeyi söyler bize, dışavurumların her biri bizi çözüme yöneltir. Bizler, kazılarda seramik parçaları, çeşitli araç ve gereçler, harap anıtlar ve papirüs ruloları bulan ve bu parçaları doğru dürüst değerlendirerek mahvolmuş bütün bir kentin yaşamını yeniden kurup çatabilen arkeologlara benzeriz. Ama bizim işimiz harap olmuş nesneler değildir; uğraş alanımızı bir insanın, ne olduğu ve ne anlama geldiği konusunda bize her an yeni bilgiler sunabilecek yaşayan bir kişiliğin iç içe geçmiş, birbirinin varlığını zorunlu kılan değişik yönleri oluşturur.

Bir insanı anlamak kolay değildir. Bu bireysel psikolojinin kuram ve pratiğini öğrenmekten belki de daha güçtür. Bireysel psikolojide her zaman bireyi bütün olarak göz önünde tutmak durumundayız. Aradığımız anahtar kendi kendini bize buyur edene kadar kuşkuyla davranmamız, bir kimsenin odaya girişi, bizi selamlayışı, bize elini uzatışı, gülümseyişi, yürüyüşü gibi bir sürü küçük ayrıntıdan gerekli ipuçlarını ele geçirmemiz gerekir.

Şu ya da bu ayrıntıda yanılabiliriz belki, ama bir ayrıntıyı başka ayrıntılar izleyerek yaptığımız yanlışı düzeltmemizi sağlar ya da çıkardığımız sonucun doğruluğunu kanıtlar. Tedavinin amacı, bireyi toplumsal işbirliği yönünde eğitmektir, böyle bir işbirliğine hazırlayıcı bir test oluşturur. Bu konuda başarı sağlamak istiyorsak, karşımızdaki hastaya içtenlikle, can ve gönülden ilgi göstermek zorundayız. Onun gözleriyle görecek, onun kulaklarıyla işitecek yetenekle donatılmamız gerekir. Tedavi sürecinde hasta da durumu kendisiyle birlikte anlayabilmemiz için elinden gelen katkıyı esirgemeyecektir. Hastanın tutum ve davranışlarıyla güçlükleri, kendisiyle ortak bir çalışma yürütülerek saptanır. Hastayı anladığımıza inansak bile, kendisi onaylamadığı sürece bu konuda haklı olduğumuza güvenmemeliyiz. Kabaca bir doğru, doğrunun tümü değildir; bize yalnızca anlayışımızın yeterli sayılamayacağını gösterir. Belki de bu durumu yanlış yorumlayan diğer psikoloji ekolleri “olumlu” ya da “olumsuz aktarım” deyimini ortaya atmışlardır. Bireysel psikolojinin tedavi yönteminde bunların yeri yoktur. Yaşam boyu şımartılmış bir hastayı şımartmaya devam ederek gönlünü kazanmamız belki basit bir yoldur; ama hastanın bizden üstün olma isteği alttan alta sesini duyuracaktır. Kendisine küçümsemeyle davranmamız, kendisini görmezden gelmemiz durumunda ise bize karşı düşmanca duygular besleyecektir içinde. Bu durumda belki tedaviyi yarıda bırakıp gidecektir, ama belki de kendisini haklı göstermek ve bizi başka türlü davranmaya zorlamak umuduyla bunu yapmayacaktır. Ne kendisini şımartmak, ne de incitmekle hastaya yardım elini uzatabiliriz. Kendisine yardım için bir insanın kardeşlerine göstereceği ilgiyi hastaya göstermemiz gerekir. Başka hiçbir ilgi daha içtenlikli, daha adil olamaz çünkü. Gerek kendi iyiliği, gerek içinde yaşadığı toplumun esenliği için, hastayla el ele çalışarak hataları saptamak zorundayız. Bu amacı göz önünde tuttuk mu, asla “aktarımlara” yol açmaz, otorite olarak hastanın karşısına dikilmek ya da onu bize bağımlı kılıp sorumluluğunu kapı dışarı eden bir konuma sürüklemek gibi nazik bir durumla yüz yüze gelmeyiz.

Psikolojik dışavurumlar içinde anılar hepsinden aydınlatıcı nitelik taşır, kişinin zayıf yanlarına ilişkin uyarıları ve belli yaşantıların önemine ilişkin ipuçlarını içerir. “Tesadüfi anılar” diye bir şey yoktur; insan sayısız yaşantıları arasından üstü kapalı şekilde de olsa ileriki gelişimi için önemli olduğunu sezdiklerini alıp anıları konu yapar. Dolayısıyla, anılar bir kişinin “yaşamöyküsü”nü oluşturur; kendi kendisini uyarmak ya da teselli etmek, belirlediği amaca giden yoldan ayrılmamak, geçmişte kalmış deneyimlerden yararlanıp sınanmış bir davranış biçimiyle geleceğin karşısına çıkabilmek için, insanın kendi kendisine anlattığı bir öyküdür bu. Ruhsal durumun sürekliliği açısından anıların sağladığı yararı günlük yaşamda çok iyi gözlemleyebiliriz. Bir yenilgiye uğrayıp da morali bozulan kişi, geçmişte yaşadığı başarısızlıkları düşünür. Melankolik bir ruh durumunu yaşıyorsa, tüm anımsamaları melankoli havası içerecektir. Neşesi yerinde olup da geleceğe güvenle bakıyorsa, buna uygun bambaşka anılar seçecektir kendisine; geçmişteki keyifli yaşantıları, iyimserliğini pekiştirecek olayları belleğine davet edecektir. Bir güçlük karşısında kaldığı zaman da bundan farklı davranmayacaktır: Belleğinde öyle anıları bir araya toplayacaktır ki, bunlar kendisini güçlükle başa çıkabilecek bir havaya sokabilsin. Böylece anılar da düşler gibi aynı amaca hizmet eder: Önemli kararlar almanın arifesinde bulunan pek çok kimse geçmişte başarıyla atlatılmış sınavların düşünü görür, alacağı karara bir test gözüyle bakıp başarılı anlarındaki ruh durumunu içinde yeniden yaratmaya çalışır. Bir insanın yaşam üslubundaki ruhsal dalgalanmalara ilişkin bu saptama, genelde insanın ruhsal durumlarının biçim ve dengesi için de geçerlidir. Geçmişteki iyi anılarını ve kazanılmış başarılarını düşünmesi durumunda, melankolik biri, melankolik ruh halini sürdüremez. Böyle biri kendi kendisine şöyle demek zorundadır: “Yaşam boyu mutsuzluk yakamı bırakmadı zaten.” Yine böyle biri mutsuzluk yazgısına örnek olarak geçmişte yaşanmış mutsuz yaşantıları seçip anımsayacaktır. Anımsamalar asla yaşam üslubuna bir aykırılığı içeremez. Bir insanın üstünlük amacı kendisinden “Başkaları beni hep aşağılıyor” gibi bir inanca sahip olmasını istiyorsa, belleğinde aşağılanmalar gözüyle bakabileceği yaşantıları bir araya toplayacaktır. İnsanın yaşam üslubu değişti mi, anımsamaları da değişir, eskisinden farklı olaylar anımsanır ya da anımsanan olaylar eskisinden farklı yorumlanır.

İlk çocukluk anıları, ayrı bir önem taşır. Bir kez kişinin yaşam üslubunu, ilk oluşum evrelerinde ve en yalın dışavurumlarıyla gözler önüne serer. Bir çocuğun şımartılmış mı, yoksa ihmal mi edilmiş olduğunu, toplumsal yaşama ne ölçüde hazırlandığını, en sıkı toplumsal ilişkinin kiminle kurulduğunu, ne gibi güçlükler karşısında kaldığını ve bu güçlüklerle nasıl savaştığını ilk çocukluk anılarına bakarak saptayabiliriz.

Görme sorunu olan ve kendini eğiterek doğru dürüst bakıp görmesini öğrenen bir çocuğun ilk anılarında, görmeyle ilgili yaşantılarla karşılaşırız. Böyle bir çocuğun anıları şöyle başlar örneğin: “Sağıma soluma bakındım…” Ya da böyle bir çocuk renk ve biçim tanımlamalarına yer verir anılarında. Güçlükle devinen ve yürüyüp koşabilse mutluluk duyacak olan bir çocuk ise, anılarında bu istekleri dile getirir. İlk çocukluğa ilişkin olarak anımsanan yaşantılarla insanın temel sorunu arasında büyük bir yakınlık vardır; bu temel sorunu bildik mi, insanın üstünlük amacını ve yaşam üslubunu da öğrenmiş oluruz. Dolayısıyla, ilk anıların meslek seçimi danışmanları için taşıdığı değer hayli büyüktür. Ayrıca, ilk anılar çocuğun annesiyle, babasıyla ve ailenin diğer üyeleriyle ilişkisini yansıtan bir aynadır. Anıların tastamam gerçek olup olmaması pek önemli değildir; önemli olan, söz konusu kişinin bu anılarda dile gelen yargısıdır: “Daha çocukken şöyle şöyle biriydim” ya da “Daha çocukken dünyayı şöyle şöyle görüyordum.”

Bir kimsenin ilk anısını anlatmaya başlayış tarzı ve anımsayabildiği ilk olay, bizim için alabildiğine anlamlıdır. İlk anımsadığı şey, kişinin temelde yaşamı nasıl anladığını bize gösterir; yaşam karşısındaki tavrının ilk doyurucu billurlaşmasını oluşturur. Gelişimin çıkış noktası olarak baktığı şeyi, bizim bir bakışta görebilmemizi sağlar. Bir hastayı muayene etmeden ilk anımsadığı şeyin ne olduğunu öğrenmeyi ilke edinmişimdir. Bazen bu konuda açık bir yanıt vermez hasta, yaşanmış olaylardan hangisinin ilk sayılacağını bilmediğini ileri sürer; ama bu kadarı bile karakteristiktir. Karşımızdaki insanın bu davranışından, en saklı niyetleri üzerinde bizimle konuşmak istemediği ve bizimle işbirliğine hazır olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Genellikle insanlar ilk anıları üzerinde konuşmaktan hoşlanırlar. İlk anılarına yalnızca belli yaşantılar gözüyle bakar, bunların altında yatan anlamın hiç farkına varmazlar. İlk anısındaki anlamı kavrayan pek kimse yoktur; bu yüzden insanların büyük çoğunluğu, yaşam konusundaki niyetlerini, başkalarıyla ilişkilerini ve çevreleri üzerindeki görüşlerini hiç çekinmeden, olduğu gibi ilk anıların aynasında açığa vurur. Bir başka önemli nokta da, ilk anılardaki yoğunluk ve yalınlığın kitlesel araştırmalara elverişli nitelik taşımasıdır. Örneğin bir sınıftaki tüm öğrencilerden ilk anılarını yazıya dökmelerini isteyebilir; bu anıları doğru dürüst yorumlayabilirsek, her çocukla ilgili olarak son derece değerli bir tablo ele geçirebiliriz.

Yukarıda söylediklerimi kanıtlamak için birkaç kişinin ilk anılarından söz açacak, bunları yorumlamaya çalışacağım. Bu kişilere ilişkin tek bildiğim şey, bana açıkladıkları anılardır; anıların sahiplerinin çocuk mu, yoksa erişkin kimseler mi oldukları konusunda bile hiçbir bilgim yoktur. Aslında ilk anılarında ele geçireceğimiz anlamları, söz konusu kişilerin diğer dışavurumlarıyla karşılaştırmak gerekir; anıları oldukları gibi ele alıp egzersiz malzemesi olarak kullanabilir, aradaki ilişkileri keşfetme yeteneğimizi geliştirmeye çalışabiliriz. Anlatılan ilk anının gerisinde neler bulunabileceği konusunda kafa yorabilir, anıları birbirleriyle kıyaslama yoluna gidebiliriz. Bir kimse toplumsallık yönünde mi çaba harcıyor, yoksa ona karşıt bir tavır mı sergiliyor; yarına güvenle mi bakıyor, yoksa yılgınlıkla mı; başkalarının kendisini kollayıp gözetmesini mi istiyor, yoksa kendi gücüne bel bağlamayı ve bağımsız yaşamayı mı; vermeye de eğilim gösteriyor mu, yoksa hep almaya mı bakıyor, ilk anısına dayanarak bütün bunları saptayabiliriz.

1. “Kız kardeşim…” Bir kimsenin ilk anılarında çevresindeki hangi kişilerin boy gösterdiğine dikkat etmek önemlidir. Bir kardeşten mi söz açılıyor anıda, bu kardeşin söz konusu kişi için hayli önem taşıdığından emin olabiliriz. Kız kardeşin anı sahibinin gelişimi üzerine gölgesi düşmüştür belki. Genel olarak bir yarışa kalkmışlar gibi, iki kardeş arasında bir rekabetin varlığını saptayabiliriz; böyle bir yarışın iki kardeş için beraberinde ek yükler getireceği doğaldır. Çocuk bir yarışla uğraşıyorsa, çevresiyle dostane bir işbirliğini sürdürdüğü zamanki kadar ilgi alanını başkalarını da içine alacak gibi açıp yaymanın kolay üstesinden gelemez. Ama biz en iyisi acele karar vermeyelim. Kim bilir, belki de iki kardeş arasında güzel bir dostluk ilişkisi vardır. “Kız kardeşim ve ben ailenin en küçük çocuklarıydık, bu yüzden kız kardeşim de okula gidecek yaşa gelinceye kadar beni bekletip okula yollamadılar.” Böylece iki kardeş arasında bir yarışın varlığı kendini açığa vurmaktadır. Kız kardeşim engel oldu bana! Benden küçüktü, okula gitmek için onun büyümesini beklemek zorunda kaldım. Kız kardeşim benim olanaklarımı kısıtladı. İlk anısı gerçekten böyle bir anlam içeriyorsa, bu kızın ya da bu oğlanın içine şöyle bir kanının yuvalandığını varsayabiliriz: “Yaşamımda en büyük tehlike gözüyle gördüğüm şey, bir kimsenin olanaklarımı sınırlandırması ve özgürce gelişmemi engellemesidir.” Anı sahibi bir kızdır olasılıkla. Çünkü kendinden küçük kız kardeşi okul çağına gelinceye kadar bir oğlanın bekletilip okula yollanmaması pek düşünülemez.

“Böylece aynı gün okula başladık.” Bunun onun durumundaki bir kız için en iyi eğitim şekli sayılamayacağına kuşku yoktur. Böyle bir durum kızda, kardeşlerden büyüğü olduğu için ilerlemekten alıkonulduğu kanısının uyanmasına yol açabilir. En azından bizim kız ortadaki durumdan böyle bir sonuç çıkarmakta, kız kardeşinin hatırı için geri planda tutulduğuna inanmaktadır. Gördüğü bu ihmalden ötürü de ister istemez birini suçlayacak, bu kişi de belki annesi olacaktır. Kızın ileride babasına daha çok yaklaşıp onun gözüne girmeye çalıştığını görmek bizi şaşırtmayacaktır doğrusu.

“Çok iyi anımsıyorum, okula başladığımız ilk gün kendisini nasıl öksüz hissettiğini önüne gelene anlattı annem. Şöyle söyledi hep: ‘Çocukların okula başladığı ilk gün öğleden sonra ikide bir bahçe kapısına koştum, gözlerim kızları aradı hep. Sanki bir daha hiç eve dönmeyeceklerini düşündüm!”

Anının bu bölümünde annenin bir betimlemesiyle karşılaşıyoruz. Buna göre annenin pek de akıllıca davrandığı ileri sürülemez. Kızın gözüyle annenin bir portresi çizilmektedir. “Sanki bizim bir daha hiç eve dönmeyeceğimizi düşünüyordu.” Anlaşılan anne sevecen bir kadındı ve çocuklar bunu bilmekteydi; ama ürkek ve telaşlı biriydi aynı zamanda. Kızla konuşabilseydik, annenin küçük kız kardeşini daha çok sevmesiyle ilgili olarak kendisinden daha çok şey öğrenebilirdik. Annenin küçük kızı daha çok sevmesi de doğrusu şaşırtmazdı bizi, çünkü ailedeki en küçük çocuk hemen her zaman şımartılır. Bu ilk anının bir bütün olarak bıraktığı izlenimden yola koyularak çıkardığım sonuca göre, küçük kız kardeşiyle yarışma, hastamızı hayli meşgul edip yormuştur. Kızın ileriki yaşamında kıskançlık ve korku belirtileriyle karşılaşabiliriz. Kendisinden küçük kadınlardan hoşlanmadığını görmek bizim için sürpriz olmayacaktır. Bazı insanlar yaşam boyu kendilerini fazlasıyla yaşlı hisseder ve pek çok kadın vardır ki kendilerinden küçük kadınlara karşı bir aşağılık kompleksini içlerinde barındırır.

2. “İlk anımsadığım şey, üç yaşındayken dedemin ölümüdür.” Bu anıyı anlatan bir kızdır, ilk anısıyla ilgili olarak bunu bir kız yazmaktadır. Ölüm olayı derin bir izlenim bırakıyor üzerinde. Bunun anlamı nedir peki? Kız, ölümde yaşamın en büyük belirsizliğini görmektedir. Çoçuklukta yaşadığı olaylardan şu dersi çıkarmıştır: “Dede ölebilir.” Belki dedesinin gözbebeğiydi kız, belki dedesi kendisini şımartmıştı. Dedeler ve nineler torunlarını hemen her zaman şımartırlar; onlara karşı anne ve babalardan daha az sorumluluk taşır ve sıklıkla çocukları kendilerine bağlamak ister, bu davranışlarıyla hâlâ başkalarının sevgisini kazanabileceklerini göstermeyi amaçlarlar. Uygarlığımız kendi önem ve değerlerinin bilincini korumada yaşlı insanların işini hiç de kolaylaştırmamakta, dolayısıyla yaşlılar bunun için çoğunlukla ucuz yollara başvurup, örneğin mızmızlanıp huysuzlanmaktadır.

Bizim vakada dedenin kızı daha bebeklik döneminde nazlı alıştırdığı tahminine yöneleceğiz daha çok. Bebeklik dönemindeki şımartmanın sonucu olarak da dedenin anısı kızın belleğine iyice yerleşmiştir. Dedenin ölümü de bu yüzden kız için ağır bir darbe oluşturmuştur, dedesinin ölümüyle bir dediğini iki etmeyen bir ortağını kaybetmiştir.

“Tabutun içinde, sessiz ve beyaz, yatıyordu, çok iyi anımsıyorum.” Üç yaşındaki bir çocuğun bir ölüyü görmesine izin vermek uygun sayılır mı, emin değilim. En azından çocuğu önceden buna hazırlamak gerekir. Ölmüş birinin manzarasının kendilerini derinden derine etkilediğini, üzerlerinde güçlü bir izlenim bıraktığını ve bu izlenimin belleklerinden bir daha silinip gitmediğini çocuklardan sık sık işitmişimdir. Söz konusu izlenimi bizim kız da belleğinde korumuştur sürekli. Bu gibi çocuklar, ilerideki yaşamlarında ölüm tehlikesini azaltmaya ve yenmeye çaba harcarlar. Büyük bir istekle doktor olmak isterler çoğunlukla. Doktorların ölümle daha başarılı şekilde savaşacağına inanırlar. Bir doktora ilk anısını sorduğumuz zaman, bu anının içinde şu ya da bu şekilde ölümün yer aldığını görürüz. “Tabutun içinde sessiz ve beyaz yatıyordu.”

Gözle görülebilen somut bir nesneye ilişkin bir anıdır bu. Belki de kız çevresine bakmaktan, çevresini gözlemlemekten büyük haz duyan görsel bir tiptir.

“Tabut açılan çukura indirildiğinde, kaba sandukanın altından kayışların nasıl çekilip alındığını anımsıyorum.” Kız yine gördüğü bir şeyi bize anlatmaktadır, bu da görsel bir tip olacağına ilişkin sanımızı pekiştiriyor. “Ne zaman akrabalarımdan, dostlarımdan ya da tanıdıklarımdan birinin öbür dünyaya göçtüğünü işitsem, içimi ürperti ve korku doldurmuştur hep.”

Ölümün kız üzerinde bıraktığı derin izlenim bu sözlerde bir kez daha dile geliyor. Kızla konuşma fırsatı bulabilseydim, ona şu soruyu yöneltirdim: “İleride ne olmak istiyorsun bakayım?” Kız bu soruma belki şu yanıtı verirdi: “Doktor.” Baktım ki sorumu yanıtsız bırakıyor ya da kaçamak yanıtlar veriyor, ben kendim bir öneride bulunarak, “Bir hekim ya da bir hemşire olmak istemez miydin?” diye sorardım. ‘Öbür dünya’ deyimini kullanması, ölüm korkusu giderme bakımından bir olanağın var olabileceğini gösteriyor. Tümüyle anısından öğrendiğimize göre, dedesi kendisine iyi davranmıştır hep; kız görsel bir tiptir ve ölüm, ruh yaşamında büyük bir rol oynamaktadır. Kızın yaşamdan çıkardığı anlamı şöyle özetleyebiliriz: “Hepimiz ister istemez öleceğiz.” Kuşkusuz doğrudur bu, ama ancak az sayıda kişi için varlığın temel içeriğini oluşturur. Ölüm dışında bizi ilgilendiren daha başka sorunlar da vardır.

3. “Üç yaşındaydım, babam bana…” Daha anının başında babadan söz açılmaktadır. Babanın bu kız için anneden daha önemli olduğunu varsayabiliriz. Babayla ilgilenme, her zaman gelişim sürecinin ikinci evresini oluşturur.

Başlangıçtaki ilginin odak noktasında anne vardır; bir, iki yaşındaki çocukla anne arasında pek sıkı bir ilişki söz konusudur. Bu yaşlarda çocuk anneyi gereksinir ve anneye bağlı durumdadır, tüm ruhuyla anneye yöneliktir. Çocuk bu yaşlarda babaya yöneliyorsa, anne oyunu kaybetmiş demektir. Kız, kendi konumundan memnun değildir. Bu durum, çoğunlukla aile içinde bir başka çocuğun dünyaya gelmesiyle ortaya çıkar. Anının ilerideki bölümünde küçük bir kardeşten söz edilmesi, tahminimizin doğruluğunu kanıtlayacaktır.

“Babam iki tane midilli aldı bizim için.” Demek ortada iki çocuk vardır ve öbür çocuk hakkında kızın neler anlatacağını merakla bekliyoruz. “Babam midillileri yularlarından tutarak eve getirdi. Benden üç yaş büyük ablam…” Anının bu bölümünü öğrenince yorumumuzu değiştirmek zorunda kalıyoruz. Biz düşünmüştük ki, kız, iki kardeşten büyüğüdür, oysa şimdi kardeşlerden küçüğü olduğunu öğreniyoruz. Belki kızın ablası annesinin bir tanesiydi, kız da bu yüzden babasından ve onun kendilerine armağan olarak aldığı iki midilliden söz açmaktadır.

“Ablam kendi midillisinin dizgininden tutarak bir zafer havası içinde yoldan aşağı indi.” Burada abla için bir zaferin sözü edilmekte. “Benim midilli, ablamın midillisinin peşinden koştuğu için ona yetişmekte güçlük çektim” (abla önderliği üstlenirse, böyle olur zaten) “sonunda yere kapaklanıp benim midillinin ardından toz toprak içinde sürüklenmeye başladım. Bu da başta övgüyle sözünü ettiğim olayın yüz kızartıcı sonu oldu.” Abla bu işten başarıyla çıkmış, kız ise bir puan kaybetmiştir. Bu kızın kafasında şöyle bir düşüncenin yaşadığından kesinlikle emin olabiliriz: “Gözümü açmazsam, kazanan hep ablam olacak. Ben hep yenilgiye uğrayıp toz toprak içinde kalacağım. İnsanın güven içinde yaşaması için birinci olması gerekiyor.” Ayrıca ablanın annesine gidip olaydan zafer kazanmış bir edayla söz açtığını, bunun da küçük kız kardeşin babasına yönelmesine yol açtığını tahmin edebiliriz.

“Sonradan midilliye ablamdan daha iyi binebilmem, yaşadığım düş kırıklığını en ufak şekilde hafifletmedi.” Böylece öndeki bütün tahminlerimiz doğrulanmış olmakta, iki kız kardeş arasında ne müthiş bir yarışın söz konusu olduğu görülmektedir. Küçük kız kardeşin içinde şu duygu yaşamaktaydı: “Hep geride kalıyorum, ilerlemeye çalışmam, başkalarını geçmem gerekiyor.” Kız, ailedeki en küçük çocuklar arasında pek yaygın olarak rastlanan, daha önce anlattığım tipte biridir; ailedeki en küçük çocuklar arasında pek yaygın rastlanır bu tipe; önde gidip kendilerini ardı sıra sürükleyen biri vardır, onu sürekli geçmeye çalışırlar. Kızın anısı, davranış ve tutumunu güçlendirici bir rol oynamaktadır. Anı şöyle der kendisine: “Önünde biri olursa, tehlikeden kurtaramazsınız yakanı. Her zaman birinci olmalısın.”

4. “İlk anımsadığım şey, doğduğumda yaklaşık on sekiz yaşındaki en büyük ablamın partilere ve diğer toplantılara giderken beni de hep yanına almasıdır.” Kız kendisini toplumun bir parçası olarak görmektedir; toplumsal bilinci başkalarından daha üst düzeyde bir kızdır belki.

Kendisinden on sekiz yaş büyük ablası kıza karşı rolünü üstlenmiştir. Ailede kızı herkesten çok şımartan biridir; ama öyle görülüyor ki, çok akıllıca davranıp küçük kız kardeşinin ilgi alanını başka insanları da içerisine alacak kadar genişletmeyi başarmıştır.

“Ablam, ben dünyaya gelene kadar dört oğlanın bulunduğu ailede tek kızdı, bu yüzden benimle dolaşmaktan doğal olarak hoşlanıyordu.” Bu cümle, asla bizim düşündüğümüz gibi olumlu bir hava içermiyor. Bir çocuk el üstünde tutulursa, çevresindekilerin hep güler yüz göstermesine, karşılığında kendisi hiçbir şey yapmadan pervane gibi etrafında dönülmesine alışır. “Dediğim gibi ablam partilere, toplantılara giderken beni de yanında götürdü hep. Bu partilerle ilgili olarak anımsadığım tek şey, konuş, bir şeyler söyle diye üzerime düşülmesidir. ‘Söyle bakayım şu hanımefendiye adın ne!’ ve buna benzer şeyler.” Yanlış bir eğitim yöntemi. Böyle bir kızın kekelediğini öğrenmek ya da kendisinde daha başka konuşma bozukluklarıyla karşılaşmak bizi şaşırtmayacaktır. Konuşma yeteneğinin gelişmesiyle fazla ilgilenilmesi, çocukta genellikle kekelemeye yol açar. Doğallıkla ve zorlamadan meramını anlatmasına fırsat verilmeyen kız, aşırı bir bilinçlilikle çevresindekilerin dikkatini üzerine çekmeye, çevresinden takdir bekleyen biri gibi davranmaya itilmiştir.

“Ayrıca, anımsayabildiğim kadarıyla, bir şey söyle denildiğinde hiçbir şey söylemek istemezdim; bu yüzden eve döndüğümüzde mutlaka paylanıp azarlanırdım. Sonunda ablamla sokağa çıkıp başka insanlar görmekten nefret etmeye başladım.” Anının bu bölümü durumu bir başka türlü değerlendirmeye yöneltiyor bizi. Artık görüyoruz ki, ilk anının içerdiği anlam şudur: “Başka insanların karşısına çıkarıyorlardı beni, ama ben bundan hoşlanmıyordum. Bu yüzden partilerden, toplantılardan o gün bugün hep nefret etmişimdir.” Dolayısıyla kızın bugün de başka insanlarla konuşup görüşmeye pek istekli olmadığını tahmin edebiliriz. Belki başkalarıyla ilişkilerinde tutuk ve fazlasıyla bilinçli davranan biridir, çünkü başkaları karşısında onları etkilemesi gerektiğine inanır, ama bunu başaramayacağı duygusunu içinde yaşatır beri yandan. Diğer insanlarla doğallık içinde yaşamayı unutmuştur.

5. “Çocukluğumda geçen büyük bir olayı anımsıyorum. Yaklaşık dört yaşındaydım, büyük ninem bizi ziyarete geldi.” Ninelerin genelde çocuklarını şımarttığını daha önce belirtmiştik. Bu büyükannenin torunlarına nasıl davrandığını ise henüz görmedik. “Ninem bizde kaldığı günlerde fotoğraf çekildi, fotoğrafta dört kuşak bir aradaydı.” Kızın, soyu sopuyla pek ilgilendiği görülüyor. Büyükannenin ziyaretini ve ziyaret sırasında çekilen fotoğrafı bu kadar açık seçik anımsamasından, ailesine pek bağlı bir kız olabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Çıkardığımız sonuç gerçekten doğruysa, o zaman kızdaki işbirliği yeteneğinin aile sınırları dışına pek uzanmadığını saptayabiliriz.

“Fotoğraf çektirmek için bir başka kente nasıl gittiğimiz ve fotografçının atölyesine vardığımızda bana nasıl dantellerle süslü beyaz bir giysi giydirildiği dün gibi aklımda.” Belki bu kız da görsel bir tiptir. “Dört kuşak fotoğrafından önce benimle kardeşimin birlikte ve ayrı ayrı fotoğrafı çekildi.” Aileye karşı ilgi yeniden açığa vuruluyor. Ailenin bir üyesi de erkek kardeştir. Belki ileride kızın kardeşiyle ilişkisi konusunda daha çok şey öğreneceğiz. “Kardeşim bir sandalyenin arkalığına yanı başıma oturtuldu, eline de ışıl ışıl kırmızı bir top tutuşturuldu.” Kızın yine gözle görülür somut nesneleri anımsadığını görmekteyiz. “Ben sandalyenin yanı başında ayakta dikiliyordum, benim elime hiçbir şey tutuşturmadılar.” Kızın asıl derdinin ne olduğunu böylece öğreniyoruz. Kız ailede oğlan kardeşine daha çok ilgi gösterildiğini kendi kendisine söylemektedir. Bir kardeşinin dünyaya gelip, kendisini ailede el üstünde tutulan en küçük çocuk konumundan uzaklaştırmasının kızı üzdüğünü varsayabiliriz. “Sonra bizden gülmemizi istediler.” Kızın bununla söylemek istediği şudur: Beni gülümsetmeye çalıştılar, ama ben niçin gülümseyecektim ki? Kardeşimi taht gibi bir koltuğun üzerine oturttular, eline ışıl ışıl parıldayan bir top tutuşturdular. Benim elime ne verdiler peki?

“Sonra da dört kuşağın bir arada fotoğrafı çekildi. Herkes fotoğrafta elden geldiğince güzel çıkmak için çekidüzen verdi kendisine. Ama ben hiç oralı olmadım, gülümsemek gelmedi içimden.” Kız, kendisine yeterince iyi davranmayan ailesine içerlemektedir. Bu ilk anısıyla ailesinin kendisine nasıl davrandığı konusunda bizi bilgilendirmeyi unutmuyor. “Kardeşim gülümse dediklerinde öyle nazlı gülümsedi ki. Kurnazlığına diyecek yoktu. Bugüne kadar fotoğrafımın çekilmesinden hoşlanmadım.” Böyle bir anı, içimizden pek çoğunun yaşam karşısına nasıl çıktığını anlatan güzel bir örnek oluşturmaktadır. Pek çoğumuz bir yaşantımızı alır, bir dizi davranışımızı bununla haklı göstermeye çalışırız. Bu tek davranışımızdan birtakım sonuçlar çıkarır ve çıkardığımız sonuçlar sanki doğrulukları kanıtlanmış gerçeklermiş gibi yaparız. Elbette kız fotoğraf çekildiğinde tatsız anlar yaşamıştı. Bu yüzden fotoğrafının çekilmesinden hâlâ hoşlanmamaktadır. Belli bir şeye karşı bu kadar büyük nefret duyan bir kimsenin genellikle bir başkasını seçerek suçu bunun üzerine yıkmaya çalıştığı görülür. Bizim kızın bu ilk anısı, kişiliği konusunda elimize iki önemli anahtar tutuşturmaktadır. Birincisi, kız görsel bir tiptir; ikincisi ve birincisinden daha önemlisi, kız kendisini ailesine sıkı sıkıya bağlı hisseden biridir. İlk anı bütünüyle aile çevresinde geçer. Kızın aile dışındaki daha geniş bir toplum içindeki yaşama pek uyum sağlayamayan biri sayılacağını düşünebiliriz.

6. “İlki değilse de hatırladığım ilk anılarımdan biri, ben üç buçuk yaşındayken yaşadığım bir olayla ilgilidir. Evimizdeki hizmetçi bir defasında kilere inerken beni ve kuzenimi de yanına aldı; kilerde her ikimize de birkaç yudum elma şarabı verdi, içtik. Tadı çok nefisti.” Kilerde elma şarabı olduğunu öğrenmek ilginç bir şeydir. Kilere iniş kız için bir keşif yolculuğudur adeta. Şimdiden bir tahminde bulunmak istersek, iki olasılıktan birini seçebiliriz: Bu çocuk yeni şeyler öğrenmekten, yeni durumlarla karşılaşmaktan zevk duyan ve yaşama cesaretle el atan biri olabilir. Ama belki de söylemek istediği şey, bizi ayartıp doğru yoldan saptıracak bizden güçlü kimselerin var olduğudur. Anının gerisi bu iki olasılıktan hangisi üzerinde karar kılacağımızı gösterecektir. “Biraz sonra elma şarabının tadına yeniden bakmak istedik, bu defa kendimiz doldurup içtik.” Gözü pek bir kız; bağımsız davranmak istiyor. “Birden ayaklarımın bağı çözülür gibi oldu, kilerin zemini ise hayli ıslaktı, elma şarabını olduğu gibi yere akıtmıştık çünkü.” İnsanı içki düşmanı yapacak bir durum. “Bu olayın elma şarabına ve insanı sarhoş eden diğer içkilere karşı duyduğum nefretle bir ilgisi var mı, bilmiyorum.” Burada da bir tek küçük olay, yaşam karşısında takınılan bütün bir tutuma neden yapılmak istenmektedir. Olayı sağduyuyla ele aldığımızda, bu kadar geniş kapsamlı bir sonuç çıkarılmasına olanak verecek kadar önemli bir anı sayılamayacağını görürüz. Ne var ki kız bilinçaltında bunu bahane ederek içkilere karşı nefretini bir nedene bağlamaya çalışmaktadır. Kızın hatalarından ders almasını bilen biri sayılacağını düşünebiliriz. Belki de gerçekten bağımsız bir kızdır ve hata yaptıkça hatasını sonradan düzeltme yoluna gitmektedir. Bu özelliği kızın tüm yaşamı için karakteristik olabilir. Kız sanki şöyle söylemek ister bize: “Ben hata yapmıyor değilim ama yaptığım şeyin hata olduğunu görünce düzeltiyorum.” Bu tahminimiz doğruysa, çok iyi karaktere sahiptir kız: girişimcidir, planlarını gerçekleştirmede cesurdur, her zaman durumunu düzeltmededir aklı, en iyi yaşam yolunu arayıp durur.

Bütün bu örnekler bizim yalnızca tahmin sanatında kendimizi eğitmemizi sağlayabilir. Çıkardığımız sonuçların doğruluğundan emin olabilmemiz için, söz konusu kişilerin diğer pek çok dışavurumunu da göz önünde tutmak zorundayız. Şimdi pratik çalışmalarımdan birkaç vakayı ele alarak, tüm dışavurumlarda kişiliğin nasıl dile geldiğine bakalım.

7. Bir gün korku nevrozuna yakalanmış otuz beş yaşında bir adam başvurdu bana. Evden ne zaman ayrılsa, bir korku üzerine çullanıyordu. Arada bir çalışması gerekiyor ama büroda bütün gün ağlayıp sızlıyor ancak akşam eve dönüp annesinin yanı başına oturduğu zaman yatışıyordu. İlk anısını anlatmasını istedim kendisinden, şöyle söyledi: “Dört yaşındaydım, evde pencerenin önünde oturuyor, sokağa bakıyordum. İnsanları iş güç peşinde koşarken seyretmek beni pek ilgilendiriyordu.” Hastam pencerenin önünde oturarak, başkalarını iş peşinde koşarken seyretmek istiyor; bu tutumunu değiştirebilmek için, başkalarıyla bir arada çalışamayacağı kanısından onu kurtarmamız şart. Başkalarının çalışıp geçimini sağlamasının şimdiye kadar kendisi için akla gelebilecek biricik yaşam biçimi olduğuna inanmıştır. Dünyadan beklentisini temelden değiştirmemiz gerekmektedir. Kendisini paylayıp azarlayarak bir yere varamayız. İlaçlarla ya da raporlarla tutumunun yanlışlığına onu inandırmanın yolu yoktur. Ne var ki ilk anısı hoşlanacağı bir çalışmanın nasıl olacağı konusunda bize bir ipucu veriyor. En sevdiği uğraş, seyretmektir. Öğrendiğimize göre hastamız miyoptur; bu özüründen ötürü gözle görülebilen somut nesnelere özellikle dikkat etmektedir. Bir meslek seçmesi gerektiğinde de yine eskisi gibi seyretmek istemiş, çalışmaya yanaşmamıştır. Ama bu ikisi birbiriyle uzlaşmaz şeyler değildir. Sağlığına kavuştuktan sonra hastam hoşlandığı doğrultuda iş bulmuştur kendine. Bir antikacı dükkânı açmış, bizim işbölümüne dayalı toplumumuzun kendine göre yararlı bir üyesi olmuştur.

8. Otuz iki yaşındaki bir adam tedavi için bana başvurdu. Histeriden kaynaklanan bir afaziye (konuşma yetersizliği) yakalanmıştı. Ancak fısıltıyla konuşabiliyordu. İki yıl süren bu durum günün birinde bir muz kabuğuna basıp kayması ve gidip bir taksinin camına çarpmasıyla başlamıştı. Olayın ardından iki gün kusup durmuş, daha sonra da migrene yakalanmıştı. Hastamın bir beyin travması geçirdiği kuşkusuzdu. Ama gırtlakta patolojik bir değişikliğe rastlanmadığından, konuşma yetersizliği beyin travmasından kaynaklanamazdı. Hastam sekiz hafta hiç konuşmamıştı. Kaza konusunda mahkemenin bir karara varması gerekiyordu. Dava henüz sonuçlanmıştı. Bütün suçun taksi şoföründe olduğunu ileri süren hastam, taksi işletmesi aleyhine bir tazminat davası açmıştı. Sağlığı açısından kazada zarar gördüğünü kanıtlayabilse, davayı kazanma şansı daha yüksek olurdu kuşkusuz. Mahkemeye başvurmakla dürüst davrandığını söylemek istiyor değiliz ama hastam kendisini yüksek sesle konuşmaya yöneltecek bir dürtünün varlığını da içinde hissetmemektedir. Belki kazanın şokundan sonra yüksek sesle konuşmasının gerçekten güçleştiğini görerek bir kulak burun boğaz hastalıkları uzmanına başvurmuş ama uzman hekim, gırtlakta herhangi bir bozukluk saptayamamıştır. İlk anısını öğrenmek istiyorum, hastam anlatmaya başlıyor: “Tavandaki çengele tutturulmuş bir beşikte sırt üstü yatıyordum. Çengelin nasıl yerinden çıktığını anımsıyorum; derken beşik yere düştü, canım fena halde acıdı.” Hiç kimse zevk için bir yerden düşmez ama hastam aşırı bir düşme korkusu içinde yaşamaktadır. Kafası, düşmenin yol açacağı tehlikelerle sürekli meşguldür. Asıl derdi de budur hastamın. “Ben düşünce kapı açıldı, annem girdi içeri, beni yerde görünce dehşete kapıldı.” Hastam düşmesiyle annesinin dikkatini üzerine çekmiş, onun kendisiyle ilgilenmesini sağlamıştır. Ama hastamın anısı bir suçlamayı da içermektedir: “Annem bana gereken dikkati göstermemişti.” Aynı şekilde taksi sürücüsüne ve taksinin ait olduğu işletmeye de suçlu gözüyle bakıyordu hastam, hiçbiri kendisine gereği gibi dikkat etmemişti. Bu da şımartılmış çocuğun yaşam üslubudur. Şımartılmış çocuk, başına gelenlerden hep başkalarını sorumlu tutar. Hastamın bir ikinci anısında da aynı durum söz konusudur: “Beş yaşındayken altı metre yükseklikten aşağı yuvarlandım, ağır bir tahta da üzerime düştü. Beş dakika kadar, hatta daha fazla ağzımı açıp konuşamadım.” Hastam, konuşamayışından büyük bir ustalıkla yararlanmaktadır. Bu işte talimlidir ve düşmesine konuşamamasının nedeni olarak bakar. Biz her ne kadar onun görüşünü paylaşmasak da kendisi bunu adeta doğal görmektedir. İzlediği yöntemde deneyimlidir, düşecek oldu mu, otomatik olarak konuşamaz ardından. İyileşebilmesi için davranışının yanlışlığını görmesi, düşmekle konuşma kaybı arasında mantıksal bir bağın bulunmadığını, özellikle bir kazadan sonra iki yıl boyunca fısıldayarak konuşmasının gerekmeyeceğini anlaması şarttır. Ne var ki ikinci anısı da neden bunu anlamanın kendisi için güçlük doğurduğunu açığa vurur: “Annem evden çıkıp geldi, çok telaşlanmış görünüyordu” diye sürdürür hastam anlatmayı. Her iki düşme olayı da annesinin içine korku salmış, dikkatini onun üzerine yöneltmesini sağlamıştır. Hastamın çocukken şımartılmak, ilgi ve dikkatin odak noktasında yer almak isteyen biri olduğu görülüyor. Uğradığı kazanın acısını çıkarmayı ne kadar çok arzuladığını anlamamız güç değildir. Şımartılmış başka çocuklar da benzer koşullarda belki başka türlü davranmaz, buna karşılık konuşma kaybı gibi bir şeyi akıllarına getirmezlerdi kuşkusuz; bu düşünce, bizim hastaya özgü bir şeydi, kendi deneyimlerinden kurup çattığı yaşam üslubunun bir parçasıydı.

9. Günün birinde yirmi altı yaşındaki bir adam bana gelerek hoşuna giden bir meslek bulamadığından yakındı. Altı yıl önce babası onu bir tüccarın yanına yerleştirmiş ama kendisi bu işi sevmediğinden, kısa süre önce adamın yanından ayrılmıştı. Çalışacağı bir başka iş aramışsa da bulamamıştı bir türlü. Hastam, ayrıca uykusuzluktan ve intihar düşüncelerinden yakınıyordu. Tüccarın yanındaki işi bıraktıktan sonra evden ayrılıp bir başka kente giderek orada kendine bir iş bulmuştu. Ama derken annesinin hasta olduğunu bildiren bir mektup alarak dönüp yine gelmiş ve ailesiyle birlikte yaşamaya başlamıştı.

Bir kez buraya kadar öğrendiklerimizden çıkarabileceğimiz sonuca göre, hastam annesi tarafından şımartılmış, babası tarafından ise baskı altında tutulmaya çalışılmıştı. Belki babasının sertliğine karşı sürekli bir başkaldırı durumunda yaşamıştı hastam. Aile içindeki konumunu öğrenmek istediğimizde, kardeşlerden en küçüğü ve ailede tek oğlan olduğunu açıklamıştı. İki ablası vardı; küçüğünün de ondan kalır yeri yoktu. Beri yandan babası da hep şöyle yap, böyle yap deyip durmuştu kendisine. Ailenin bütün üyelerinden çekmediği kalmamıştı. Tek dostu annesiydi.

On dört yaşına kadar ilkokula gitmiş, daha sonra babası tarafından bir tarım okuluna gönderilmişti; baba, satın almaya niyetlendiği çiftlikte oğlunun kendisine yardım etmesi için böyle bir yola başvurmuştu. Hastam tarım okulunda gereken başarıyı göstermiş ama sonunda çiftçilik yapmamaya karar vermişti. Babası da ona tüccarın yanındaki işi bulmuştu. Hayli ilginçtir ki hastam sekiz yıl boyunca bu işte sebat edip çalışmıştı. Açıkladığına göre, bunun nedeni annesine elden geldiğince yardım etmek istemesiydi.

Çocukluğunda dağınık ve utangaç biriydi; karanlıktan ve yalnız kalmaktan korkmuştu hep. Ne zaman bir çocuğun dağınık biri olduğunu işitsek, ailede onun saçıp dağıttığını derleyip toplayan biri olması gerektiğini düşünmeden duramayız. Ne zaman bir çocuğun karanlıktan korktuğunu ve yalnız kalmak istemediğini duysak, aile içinde kendisine tatlı dil güler yüzle davranan birinin dikkatini üzerine çekmek istediğini aklımıza getiririz. Bizim hastamızda da bu kişi anne olmuştu. Hastam kolay dostluklar kuramayan biriydi ama yabancılarla konuşup görüşmekte pek zorlanmıyordu. Gönlünü kaptırdığı bir kimse olmamıştı şimdiye kadar, sevgiyi önemsediği yoktu ve evlenmeyi hiç aklından geçirmemişti. Anne ve babasının evliliklerine mutsuz bir evlilik gözüyle bakmaktaydı; bu da neden evlenmeye yanaşmadığını biraz açıklıyor bize.

Babası, tüccarın yanındaki işine devam etmesi için kendisine baskı yapmaktadır. Hastamın gönlüne kalsa pazarlamacılığı deneyecek ama öğrenim için gerekli maddi desteği ailesinden göremeyeceğinden emindir. Bütün çaba ve girişimlerinin amacının, babasına karşı savaşmak olduğunu saptayabiliriz. Tüccarın yanında çalışıp para kazanırken, kazandığı parayı pazarlamacılık öğreniminde kullanmayı hiç akıl etmemiş ancak söz konusu işi bıraktıktan sonra böyle bir düşünce aklına gelmiştir. Bu da babasına yöneltilmiş yeni bir istek oluşturmaktadır.

İlk anısı, şımartılmış bir çocuğun sert babasına karşı direnişini açıkça sergilemektedir. Hastam, babasının içkili lokantasında nasıl çalıştığını anımsıyor. Tabakları severek yıkamış, masaları tek tek dolaşarak kirli tabakları alıp yerlerine temiz tabakları koymuştur. Bir defasında tabak işinde kendisine kızan babası, müşterilerin önünde hastama bir tokat atmıştır. Hastam bu ilk anısından, babasının kendisine düşman biri sayılacağını ve şimdiye kadarki yaşamının babasına karşı sürdürülen bir savaş anlamı taşıdığını gösteren bir kanıt olarak yararlanmaktadır. Hâlâ gerçekten çalışmak gibi niyeti yoktur. Babasına bir zararı dokunabilse, keyfine diyecek olmayacaktır.

Hastamdaki intihar düşüncelerini açıklamak ise güç değildir. Her intihar bir suçlamadır; kafasından intihar düşünceleri geçiren hastam bununla tam olarak şöyle demektedir: “Bütün suç babamda.” Tüccarlık uğraşından duyduğu hoşnutsuzluk da babasına karşı yöneltilmiş bir suçlama niteliği taşır. Babası neyi önerse, hastam bunu geriye çevirmekte, şımartılmış bir çocuk olduğu için de kendi başına bir meslek seçip bunda karar kılamamaktadır. Gerçekte hiç çalışmak istemez hastam, gönlü oyundadır. Ama hâlâ annesi için çalışıp bir şeyler yapmaya hazırdır. Peki, babasıyla sürdürdüğü savaş uykusuzluğunun nedeni olabilir mi?

Hastam uyuyamadı mı, ertesi günkü çalışma için pek hazırlıklı sayılmaz. Babası çalışmasını bekler ondan ama o yorgundur, çalışacak durumda değildir. Elbette hastam şöyle diyebilirdi: “Çalışmak istemiyorum, kimse de çalışmaya zorlayamaz beni.” Bunu söyleyemiyorsa annesini düşündüğündendir, ailenin maddi durumunun iç açıcı olmayışıdır nedeni. Açıkça çalışmaya yanaşmadı mı, ailesi kendisine düpedüz hayırsız bir oğul gözüyle bakacak, onu desteklemek istemeyecektir. Dolayısıyla, hastam çalışamayışını bağışlatacak bir neden bulmak zorundadır, bu neden de anlaşılan suçsuz yere yakasına yapışan uykusuzluktur.

Başlangıçta hiç düş görmediğini söyleyen hastam, daha sonra sık sık gördüğü bir düşü anımsıyor. Düşünde biri, bir duvara top atmakta, top sıçrayıp geri gelmektedir. Görünürde anlamsız bir düştür bu. Acaba bu düşle genç hastamın yaşam üslubu arasında bir bağlantı var mıdır? Kendisine soruyoruz: “Peki sonra ne oluyor? Top duvara vurup geri geldiğinde siz ne hissediyorsunuz?” Hastam: “Top geri geldiğinde uyanıyorum” diye yanıtlıyor soruyu. Bu sözleriyle uykusunun üzerindeki örtüyü aralıyor: Düşü bir çalar saat gibi kullanıyor hastam. Herkesin kendisini ileriye doğru ittiğini, aslında istemediği işler yapmak zorunda kaldığını kafasında tasarlıyor. Düşünde birinin bir topu bir duvara fırlattığını görüyor, düşün burasında da uyanıyor her defasında. Dolayısıyla, ertesi gün yorgun oluyor, yorgun olunca da çalışacak gücü bulamıyor. Babası oğlunun çalışmasına çok önem vermekte, oğlu da bu zahmetli yöntemle babasını yenilgiye uğratmaktadır. Hastamın yalnızca babasıyla olan savaşını ele alıp değerlendirmek isteseydik, bu tür silahları keşfedebileceği için kendisini çok yetenekli biri saymamız gerekirdi. Ne var ki yaşam üslubunun ne kendisi, ne ailesi için pek memnunluk verici olduğu söylenebilir, dolayısıyla bu üslubu değiştirmesi için kendisine yardım elini uzatmamız gerekmektedir.

Gördüğü düşün anlamını kendisine açıklamamdan sonra artık düş görmez oluyor hastam. Ama söylediğine göre, geceleri hâlâ bazen uykudan uyanmaktadır. Aynı düşü bundan böyle görmeye cesaret edemiyor, düşte saklı amacın ele geçirildiğini görüyor çünkü. Ama ertesi gün için kendisini yorgun düşürmeyi hâlâ sürdürmekte. Ona nasıl yardım edebiliriz? Akla gelebilecek tek yol, kendisini babasıyla barıştırmaktır. Ama bütün çabası babasını kızdırıp ona zarar vermek üzerinde toplandığı sürece, bunun bir başarı sağlamayacağı kuşkusuz. Dolayısıyla, bu gibi durumlarda her zaman işe nasıl başlıyorsam yine öyle yapıyorum, yani bazı açılardan pekâlâ haklı sayılacağını söylüyorum hastama. “Babanız gördüğüm kadarıyla size çok yanlış davranıyor” diyorum. “Sahip olduğu otoriteden yararlanarak her zaman size yapmadığını bırakmaması hiç de akıllıca bir şey değil. Belki hastadır babanız, tedavi görmesi gerekiyor. Ama sizin elinizden ne gelir? Onu değiştirebilmek şansına sahip değilsiniz. Diyelim yağmur yağıyor, ne yapabilirsiniz yağmura karşı? Bir şemsiye alabilirsiniz yanınıza ya da en fazla bir taksiye binebilirsiniz ama yağmurla savaşıp ona söz dinletmeye çalışmak boşuna zahmettir. Siz de şu anda zamanınızı yağmurla savaşmaya harcıyorsunuz. Bunun sizin gücünüzü ortaya koyduğuna, zaferi kazanacağınıza inanıyorsunuz. Ama kazanacağınız zaferin herkesten çok kendinize zararı dokunacaktır.” Ardından tüm dışavurumları, işi konusundaki kararsızlığı, kafasındaki intihar düşünceleri, evden ayrılıp gitmesi, uykusuzluğu arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor, babasını cezalandırmak isterken söz konusu davranış biçimleriyle kendisini nasıl cezalandırdığını açıklıyorum.

Ayrıca bir tavsiyede bulunuyorum kendisine: “Bu akşam yatarken ertesi gün yorgun olabilmek için zaman zaman uykunuzdan uyanmak istediğinizi düşünün. Ertesi gün çalışamayacak derecede yorgun olacağınızı, bu yüzden de babanızın kızıp köpüreceğini aklınızdan geçirin.” Amacım, hastamın gerçekle yüz yüze gelmesini sağlamaktır. Hastamın asıl derdi babasını kızdırıp ona zarar vermektir. Aradaki bu savaşı sona erdiremediğimiz sürece, bir tedaviye başvurmanın anlamı yoktur. Hastam şımarık biridir, hepimiz görebilmekteyiz bunu; şimdi de bunu kendisinin görmesi gerekiyor. Ortadaki durumun Oedipus kompleksiyle pek çok benzerliği vardır. Genç hastamın aklı fikri babasına zarar vermektir ama beri yandan sıkı sıkıya annesine bağlıdır. Ne var ki bu bağlılıkta cinsellik söz konusu değildir. Annesi hastamızı şımartmış, babası ise ona karşı anlayış göstermemiştir. Yanlış eğitilmesi ve durumunu yanlış değerlendirmesi hastamızın başına dert açmaktadır. Kalıtımın bu konuda herhangi bir rol oynadığı söylenemez. Babasına karşı duyduğu nefret, kendi reislerini öldürüp etini yiyen ilkel kabilelerin bir içgüdüsü olarak hastama geçmiş değildir. Hastam bu nefreti kendi yaşantılarından yola koyularak yaratmıştır içinde. Her çocukta buna benzer tutum ve davranışlar oluşturulabiliriz. Bunun için çocuğa hastamın annesi gibi kendisini şımartacak bir anne ve hastanın babası gibi kendisine sert davranacak bir baba vermek yeterlidir. Çocuk bu durumda babasına başkaldırır, önünde çözüm bekleyen ödevlere bağımsızlık içinde el atamazsa, hastamızdaki gibi bir yaşam üslubunu kolaycacık benimsemesinde şaşılacak bir yan yoktur.

Alfred Adler
Yaşamın Anlam ve Amacı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz