Okul yılları
Bana o zamanlar etkileyici gelen, babamın oldukça mütevazı kütüphanesinde Tanrı’yla ilgili bilgi bulabilmek için kitapları karıştırmaya başladım. Aradığımı bulamadım. Bağımsız düşünen bir yazar arıyordum, oysa bilinen geleneksel kavramlarla karşılaşıyordum. Sonunda Biedermann’ın 1869’da yayımlanmış olan, Christliche Dogmatik12 adlı kitabı geçti elime. Yazar bağımsız düşünebilen ve kendi görüşlerini ortaya koyabilen biriydi. Ondan, dinin, “insanın Tanrı’yla kişisel iletişimini oluşturmaya yarayan ruhsal bir davranış” olduğunu öğrendim. Oysa ben böyle düşünmüyordum. Din bana göre, Tanrı’nın bana yaptırttığı bir şeydi. Onun harekete geçmesiydi. Benden daha güçlü olduğu için de boyun eğmem gerekiyordu. Dinimde Tanrı’yla insancıl bir ilişki yoktu. Zaten bu denli az tanınan bir şeye nasıl değinebilirdiniz? O’nunla bir bağ kurabilmem için onunla ilgili daha çok bilgi edinmem gerekiyordu. Biedermann’ın kitabındaki “Tanrı’nın Doğası” başlıklı bölümde, Tanrı’nın kendini ancak insan egosuyla, tüm kozmosu içine alan tek ve dünyaüstü bir ego arasında bir benzeşme yaptıktan sonra algılanabilecek bir kişilik olarak gösterdiği yazıyordu.
İncil’i bildiğim kadarıyla bu tanım doğruydu. Tanrı’nın da bir kişiliği vardı ve ben nasıl ruhumun ve fiziksel benliğimin oluşturduğu egoysam, o da evrenin egosuydu. Ama bundan sonra, aşılmaz bir engelle karşılaşıyordum. Kişilik karakteri gösterir, yani karakter belirlidir ve belirgin tanımlamalar gerektirir. Eğer Tanrı her şeyse, nasıl olur da belirli bir karaktere sahip olabilir? Buna karşın, karakteri olduğunu varsayarsak, öznel ve kısıtlı bir dünyası olan bir egoya sahip olması gerekir. Ayrıca, ne tür bir karakteri ya da kişiliği var? Her şey bu sorunun yanıtına bağlıydı çünkü bunu yanıtlayamıyorsak O’nunla iletişim kuramazdık.
Tanrı’yı ancak kendi egomla karşılaştırarak düşlemeye var gücümle direniyordum. Böyle bir şey bana tam anlamıyla dine küfür sayılmasa bile, en azından haddini bilmezlik gibi geliyordu. Aslında, egomu kavrayabilmem bile yeterince zordu. Birincisi, bir numaralı ve iki numaralı, iki ayrı yönü olduğunun bilincindeydim. İkincisi, her iki yönü de çok sınırlıydı. Her türlü kendi kendini kandırmaya, yanlışa, ruh haline ve duyguya açıktı. Şiddetli arzulara ve günaha da. Başarılardan çok yenilgiler yaşamıştı, çocuksuydu, kendini beğenmişliği vardı, sevgiye gereksinme duyuyordu ve hırslıydı. Duruma göre haksız davranabiliyor, duyarlı, tembel ya da sorumsuz vb. olabiliyordu. Ne yazık ki, başkalarında görüp hayran kaldığım ve kıskandığım birçok erdeme sahip değildi. Tanrı’nın yapısını düşleyebilmek için yapacağımız benzetmede böyle bir şeyi mi kullanacaktık?
Tanrı’nın başka hangi nitelikleri olduğunu büyük bir ilgiyle araştırdım ve dine kabul edilme töreni için bana verilen bilgilerden farklı bir şey bulamadım. 172. maddede, “Tanrı’nın, sıradan olmayan doğası, şunlarla ifade ediliyordu: 1) Olumsuz: İnsanlara görünmeyişi vs. 2) Olumlu: Gökyüzünde olması vs.” Bu bir felaketti çünkü ilk aklıma gelen, Tanrı’nın doğrudan ya da dolaylı (Şeytan yoluyla) irademe, dine küfretmek sayılabilecek bir imgeyi baskıyla yerleştirdiği oldu.
Madde 183’ten, “Tanrı’nın ahlak dünyasının sıra dışı olmasının nedeni”nin, O’nun adil olmakla kalmayıp kutsal varlığının bir ifadesi olan adaletinden kaynaklandığını öğrendim. Bu bölümde, bana o denli sıkıntı veren Tanrı’nın karanlık yüzüyle ilgili bir şeylerden, kinciliğinden, tehlikeli öfkesinden, her şeye kadir oluşuyla yarattığı ve gene, her şeye kadir oluşu nedeniyle insanların zaaflarını bilmesi gerektiğinden ve yaptığı deneylerin sonuçlarını önceden bilmesine karşın insanların yolunu şaşırtmaktan zevk almasından ya da denemeye kalktığı yaratıklara karşı sergilediği anlaşılmaz tutumdan söz edilmesini umuyordum. Tanrı’nın gerçek kişiliği tam anlamıyla nasıldı? Böyle davranan bir insanın kişiliğini nasıl tanımlardık? Bu sorunun yanıtını sonuna dek düşünmeye cesaret edemedim. Bu bölümden sonra şunları okudum: “Tanrı kendine yeterli olmasına ve kendisi dışında hiçbir şeye gereksinme duymamasına karşın, dünyayı “kendi memnuniyetinden” yaratmış ve doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmuştur. Ahlak dünyasını da sevgisiyle doldurmayı arzu etmektedir.”
İlk önce, şaşırtıcı gelen “memnuniyet” sözcüğüne takıldım. Neden ya da kimden memnundu? Yapıtına bakıp “İyi” dediğine göre dünyadan memnundu. Ama, işte benim anlamadığım da buydu. Dünyanın ölçülemez güzelliklerle dolu olduğuna kuşku yok ama öte yandan da korkunç. Kalabalık olmayan, tekdüze yaşanan taşranın küçük bir köyünde, “yaşlılık, hastalık ve ölüm” başka yerlere oranla ayrıntılarıyla çok daha açık gözler önüne serilir. Henüz on altı yaşında bile değildim ama insan ve hayvan gerçeğiyle ilgili birçok olaya tanık olmuş, okulda ve evde, dünyadaki acılar ve bozulmayla ilgili bir sürü şey duymuştum. Tanrı olsa olsa Cennet’ten memnun kalmış olabilirdi ama oraya zehirli yılan Şeytan’ı yerleştirerek Cennet’in görkeminin çok uzun sürmemesine de özen göstermişti. Yaptığından memnun kalmış olabilir miydi? Biedermann’ ın bunu demek istemediğine kuşkum yoktu; yalnızca dini öğretinin özelliği olan aldırmazlıkla, saçmaladığının bilincinde olmadan bir şeyler geveleyip duruyordu. İnsanın ve hayvanın suçu olmadan çektiği acılardan ürkütücü bir memnuniyet duyduğunu sanmıyordum ama bana, Tanrı’nın, bir yaratığın öbürünü yuttuğu ve yaşamın yalnızca ölmek için doğmak demek olduğu bir çelişkiler dünyasını yaratmayı amaçladığını düşünmek de pek mantık dışı gelmiyordu. Doğanın yasalarının “olağanüstü uyum”ları, ürkütücü bir gayretle evcilleştirilmiş bir kaos gibi geliyordu bana; yörüngeleri önceden saptanmış “sonsuz” yıldızlı gökyüzü de düzeni ve anlamı olmayan bir rastlantılar birikimi. Sözü edilen yıldız kümelerini doğru dürüst gören olmamıştı. Keyfi oluşumlardı.
Tanrı’nın doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmasını anlayamıyordum. En azından bundan çok ciddi kuşku duyuyordum. Anlaşılan, bu da mantık yürütülmemesi, yalnızca inanılması gereken noktalardan biriydi. Tanrı en yüce iyilikse O’nun yarattığı bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? “Büyük bir olasılıkla Şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş,” diye düşünüyordum. İyi de Şeytan da Tanrı’nın bir yaratığıydı. Şeytanla ilgili şeyler okumalıydım. Çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Bu yakıcı sorunu çözmek için yeniden Biedermann’ın Hıristiyanlık dogmalarıyla ilgili kitabına başvurdum. Acı çekmenin, kusurlu olmanın ve kötülüğün nedenleri nelerdi? Hiçbir şey bulamadım. Bu iş orada bitti. Anlaşılan bu dogmalar, güzel sözlerden başka bir şey değildiler. Daha da kötüsü, tek amacı gerçeği bulandırmak olan bir aldatmaca ve eşi benzeri olmayan bir aptallık örneğiydiler. Düş kırıklığına uğramıştım. Öfkelenmiştim bile. Babama bir kez daha acıdım; bu üçkâğıda kurban oldu diye.
Oysa başka yerlerde ve başka zamanlarda, benim gibi gerçeği arayan, mantıklı düşünebilen, kendilerini ve başkalarını kandırmak istemeyen ve dünyanın acı gerçeğini yadsımayan birileri olmuştu kuşkusuz. İşte tam o günlerde, annem, daha doğrusu annemin iki numaralı kişiliği durup dururken, “Bir ara, Goethe’nin Faust’unu okumalısın,” dedi. Goethe’nin bütün yapıtları vardı bizde. Faust’u seçip okumaya başladım. Ruhuma mucizevi bir merhem gibi geldi. “Sonunda, Şeytan’ı ciddiye alan birini buldum,” diye düşündüm. Üstelik, Tanrı’nın dünyayı kusursuz yapmak isteyen planına karşı olan biriyle ölümüne bir antlaşma yapıyor. Faust’un tutumuna üzüldüm, çünkü bence o denli tek yönlü olmamalı ve çabucak kanmamalıydı. Daha zekice ve daha namuslu davranabilirdi. Ruhu üzerine aldırmadan kumar oynarken ne kadar da çocuksu davranmıştı! Faust’un biraz palavracı olduğuna kuşku yoktu. Trajedinin ağırlığının ve öneminin Mephisto’nun üzerinde yoğunlaştığını düşünüyordum. Faust’un ruhunun Cehennem’e gitmesi beni hiç üzmezdi. Hak etmişti çünkü. Sonunda Mephisto’nun “aldatılmış Şeytan” olması hiç hoşuma gitmedi. Her şey olabilirdi ama aptal olamazdı. Ayrıca, küçük aptal meleklerin onu kandırabilmesi de hiç mantıklı gelmiyordu. Mephisto çok farklı bir bağlamda kandırılmış, o kişiliksiz geveze Faust, dalaveresini öbür dünyaya da taşıdığı için söz verilen haklarını alamamıştı. Gerçi saflığı orada ortaya çıkıyordu ama bence, aslında büyük gizemlerin derinliğine inme hakkını kazanmaya değer bir şey de yapmamıştı. Ben olsam, ona, biraz cehennem ateşini tattırırdım. Bence ana sorun, beni çok etkileyen Mephisto’ydu. Çok belirgin olmasa da annelere özgü gizemle bir bağlantısı olduğunu sezinliyordum. Uzun lafın kısası, Mephisto ve sondaki, aydınlanmaya başlama bölümü, bilinç dünyamı ucundan kenarından etkileyen gizem dolu, olağanüstü bir deneyim olarak kaldı.
Sonunda, kötülüğü ve onun evrensel gücünü görebilen insanların olduğunun kanıtını bulmuş, daha da önemlisi, insanları karanlıktan ve acıdan kurtarmada oynadığı gizemli rolü keşfetmiştim. Bu bağlamda, Goethe gözüme bir peygamber gibi gözüktü ama Mephisto’yu basit bir üçkâğıtla başından savmasını da bağışlayamıyordum. Teoride kalıyordu; ciddiyetten uzaktı ve sorumsuzcaydı. Goethe de, kötülüğü zararsız göstermek için kullanılan kurnaz yöntemlere tutsak olmuştu.
Trajediyi okurken, bir tür filozof olan Faust’un felsefeyle uğraşmaktan vazgeçmesine karşın, bir açıdan gerçeğe açık olabilmeyi öğrenmiş olduğunu anladım. O güne dek felsefeyle ilgili hiçbir şey duymamıştım. Yeni bir umut kapısı açıldı. “Bu sorunsalları irdelemiş filozoflar vardır, büyük bir olasılıkla. Benim adıma bunlara ışık tutmuş olabilirler,” diye düşündüm.
Babamın kitaplığında filozoflar olmadığı için –düşündükleri için tehlikeli olabilirler– Krug’un Allgemeines Handwörterbuch des philosophischen Wissenschaften’ın13 ikinci basımıyla (1932) yetinmek zorunda kaldım. Hemen Tanrı bölümüne baktım. Tanrı sözcüğünün etimolojik yapısıyla başlaması pek hoşuma gitmedi. Tartışılmaz “iyi” sözcüğünden geliyordu ve Ens summum ya da Perfectissimum demek oluyordu. “Ne Tanrı’nın ne de Tanrı düşüncesinin varlığı kanıtlanır,” diye sürüyordu. “Tanrı düşüncesi, aktif olmasa da, potansiyel olarak insanlarda olabilir ama bu denli zor bir düşünceye ulaşabilmemiz için zihinsel gücümüzün belirli bir oranda gelişmiş olması gerekir.”
Bu açıklama beni çok şaşırttı. “Bu filozofların nesi var?” diye sordum kendime. Oradan buradan duyduklarıyla yetinmişler. Din bilimiyle uğraşanlar, Tanrı’yla ilgili çelişkili şeyler söyleseler de, en azından, O’nun varlığından kuşku duymuyorlar. Bu Krug denen adam kendisini öylesine kaptırmış ve öyle ifadeler kullanıyor ki, Tanrı’nın var olduğuna yeterince inanmış olduğunu göstermek istediği gün gibi ortada. Bunu doğrudan söylese olmaz mı? Tanrı düşüncesini kendimizin ortaya çıkardığımızı ve bunu yapabilmemiz için de belirli bir aşamaya gelmiş olmamız gerektiğini sanki ilk kez, o düşünmüş gibi numara yapıyor. Bildiğim kadarıyla, ormanda çıplak dolaşan yerlilerin kafasında bile böyle bir kavram vardır ama onlar hiçbir zaman oturup da Tanrı düşüncesini oluşturan filozoflar olmadılar. Ben de bunu kendiliğimden oluşturmadım. Kuşkusuz, Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz. Örneğin, Avustralya yünü yiyen bir güve, başka güvelere, Avustralya’nın varlığını nasıl kanıtlar? Tanrı’nın varlığı, bizim kanıtlarımıza dayanmaz.
Tanrı’nın var olduğuna ben nasıl emin oldum? O’nunla ilgili bir sürü şey söylediler bana ama ben hiçbirine inanmadım. Tanrı düşüncesi böyle gelişmedi bende. Aslında bir düşünce bile değildi çünkü üzerinde düşünülmemişti. Düşlenen, sonra da üzerinde kafa yora yora inanılan bir şey değildi. Örneğin, Teslis kavramından hep kuşku duydum ve hiçbir zaman tam olarak inanmadım, oysa bu inanç bana Tanrı kavramından daha sık kabul ettirilmeye çalışıldı. Tanrı çoğu zaman ikincil kaldı. Tanrı’yı neden baştan varsaymıştım? Varlığı başımıza düşen bir tuğla kadar gerçek olmasına karşın, filozoflar her zaman bunu neden bir düşünce ya da keyfi bir varsayım gibi göstermeye çalıştılar?
O zaman işte, Tanrı’nın, en azından benim açımdan, tartışılmaz en önemli deneyim olduğuna karar verdim. Katedralle ilgili o ürkünç imgeyi ben uydurmamıştım ki! Tam tersine, acımasızca, bunun üzerinde düşünmeye zorlanmıştım. Sonra da, o tanımlanması zor inayeti duyumsamıştım. Olanlar denetimimde değildi. Bu filozoflarda bir gariplik olduğuna karar verdim. Tanrı’nın üzerinde tartışılabilecek bir varsayım olduğu gibi garip bir görüşleri vardı. Ayrıca, Tanrı’nın karanlık eylemleriyle ilgili ne bir görüş ne de bir açıklama bulabilmem, beni düş kırıklığına uğrattı. Din bilimciler açısından oldukça zor olan bir sorunsal olduğu için bu karanlığa özellikle filozofların ilgi duyması ve irdelemesi gerektiğini düşünüyordum. Görünüşte, filozofların bu konuyu duymamış bile olmaları beni daha da sarstı.
Bu nedenle, ondan sonra gelen ve ilgimi çeken Şeytan’la ilgili bölüme atladım. Orada, Şeytan’ı özünde kötü olarak alırsak, bilinen çelişkilere, yani ikileme düşeceğimiz yazıyordu. O nedenle, Şeytan’ın özünde iyi olarak yaratıldığını ama gururu nedeniyle bozulduğunu varsaymamızın daha iyi olacağı öneriliyordu. Yazarın, kötülükle ilgili bu varsayımı açıklarken, hiç olmazsa onu gurura bağlaması hoşuma gitti. Yazının geri kalan bölümünde, kötülüğün kaynağının “açıklanmamış ve açıklanamaz” olduğu anlatılıyordu. Bundan da, yazarın da, din bilimciler gibi, bu konuda kafa yormaya niyeti olmadığı sonucunu çıkardım. Kötülük ve kaynağıyla ilgili bölüm hiç de aydınlatıcı olmadı.
Burada anlattıklarım, uzun süre kesintilere uğrayarak birkaç yıl boyunca düşüncelerimin nasıl geliştiğinin bir özeti. Tümüyle ikinci kişiliğim yaptı bunu. Bu nedenle de, hiç kimseye söz etmedim bunlardan. Araştırmalarım için babamın kitaplığını kullandım. Gizlice yapıyordum bunu. İzin almamıştım. Birinci kişiliğim ortaya çıktıkça, gizlenmeden Gerstäcker’in bütün romanlarını ve İngiliz klasiklerinin Almanca çevirilerini okuyordum. Alman edebiyatına da merak sardım. Okulun, anlaşılmayacak bir yönü olmayan noktaları gereksiz açıklamalarla berbat ettiği Alman klasikleri dışında kalan klasikleri de okudum. Tiyatro, şiir, tarih ve daha sonraları da doğabilimle ilgili elime ne geçerse okudum. Okumak yalnızca ilginç gelmiyor, aynı zamanda, ikinci kişiliğimin kafasını sürekli meşgul eden ve beni giderek karamsarlığa iten konulardan uzak durmamı sağlıyordu. Dinsel sorular söz konusu olduğunda bütün kapılar yüzüme kapanıyor, arada bir kapı açılır gibi olduğunda, arkasında beni yeni bir düş kırıklığı bekliyordu. İnsanların tümüyle farklı dertleri vardı. Emin olduğum şeylerde tek başıma kalmıştım. Her şeyden çok biriyle konuşmak istiyor ama hiçbir noktada iletişim kuramıyor, tam tersine, başkalarında bir yabancılaşma ve bir güvensizlik duyumsamam beni iyice suskunlaştırıyor, bu da beni karamsarlığa itiyordu. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Neden hiç kimse benimkilere benzeyen deneyimlerden geçmedi diye şaşırıyordum. Bilim kitaplarında neden bu konuda hiçbir şey yok? Böyle deneyimlerden bir tek ben mi geçtim? Neden bir tek ben olayım? Duygularıma büyük baskı yapmalarına karşın, bana göre, Tanrı’nın aydınlığı ve karanlığı apaçık anlaşılan gerçeklerdi. Bu nedenle, deli olup olmadığım hiç aklıma gelmedi.
İtildiğim yalnızlığın tehlikeli olduğunu düşünüyordum. Başkalarından soyutlanmak demekti bu. Çoğu zaman beni, haksız olarak bir günah keçisiymişim gibi değerlendiriyorlardı. Bu durum bana daha da kötü geliyordu. Üstelik, okulda yalnızlığımı artıran bir olay da olmuştu. Konular ve özellikle de Almanca gramer ve cümle yapısı beni çok ilgilendirmediği için, Almanca dersinde orta bir öğrenciydim. Sıkılıyordum ve çalışmıyordum. Kompozisyon konuları bana yavan ve aptalca geliyor; yazdıklarım da bunu yadsımıyordu. Ya çalakalem bir şeyler yazıyor ya da zor zahmet bir şeyler karalayabiliyordum. Orta karar notlarla idare ediyordum. Değişik yönlerden üzerime baskı yapan o kahrolasıca yalnızlıktan ve farklı olmaktan ne olursa olsun kurtulmak istediğim için genelde göze batmamak işime geliyordu. Aptallıkları ve cehaletleri beni çok kızdırsa da, daha çok, benim gibi, nereden geldikleri belli olmayan ve pek parlak sayılmayan yoksul aile çocuklarına yakınlık duyuyordum. Aslında, nedeni, çok istediğim bir şeye sahip olmalarıydı. Basitlikleri bende bir gariplik olduğunu fark etmemelerini sağlıyordu. “Garip” oluşum bende, giderek, farkında olmadan itici yönlerim olduğu ve bu nedenle, öğrencilerin ve öğretmenlerin benden kaçtığı gibi tatsız, daha da doğrusu rahatsız edici bir düşünce oluşturmuştu.
Zihnimde bunu evirip çevirirken aşağıda anlatacağım olayla başıma yumruk yemiş gibi oldum: Nasıl olduysa beni ilgilendiren bir konuda bir kompozisyon yazmamız istendi. Coşkuyla işe koyuldum ve özenle yazılmış ve başarılı varsaydığım bir yazı yazdım. Beni çok ortaya çıkaracağı için en yüksek notu istemiyordum ama en azından en yüksek notlardan birini alacağımı umuyordum.
Öğretmenimiz kompozisyonları başarı sırasına göre sınıfta değerlendirirdi. İlk önce, sınıfın birincisi olana döndü. Bu da doğaldı. Onunkini öbür öğrencilerin kompozisyonları izledi. Sıramın gelmesini bekliyordum ama boşuna. “Bu zayıf öğrencilerinkinden daha da kötü olamaz yazdıklarım. Nasıl olur? Acaba, hors concours (yarışın dışında) muyum?” diye düşünüyordum. Bu öbürlerinden iyice ayrı olmak ve çok kötü bir biçimde ilgi çekmek demek olurdu.
Bütün kompozisyonlar bittiğinde, öğretmen, “Bir kompozisyon daha var. O da Jung’un,” dedi. “Tümünden iyi. Onu ilk okumam gerekirdi ama ne yazık ki sahtekârlık yapmış. Bunları nereden çektin? Gerçeği itiraf et.”
Öfke ve dehşetle ayağa fırladım. “Kopya çekmedim. İyi bir kompozisyon yazabilmek için çok uğraştım,” diye haykırdım ama öğretmen, “Yalan söylüyorsun! Böyle bir kompozisyonu dünyada sen yazamazsın. Kimseyi kandıramazsın. Şimdi söyle bakalım. Bunu nereden buldun?” diye bağırdı.
Boş yere suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalıştım ama öğretmen inadından vazgeçmedi. Tehdit edercesine, “Bak, nereden kopya çektiğini bilsem, okuldan atılırsın,” dedi ve sırtını döndü. Sınıf arkadaşlarım bana garip bakışlar fırlatıyorlardı. Dehşet içinde, “Ya, demek böyle!” diye düşündüklerini anladım. Karşı çıkmalarıma kimse aldırmadı.
O andan sonra, mimlendiğimi ve garip varsayılmamamdan kurtulmaya yarayacak tüm yolların kapandığını anladım. Yüreğimden yaralandığım ve gururum çok kötü kırıldığı için öğretmenden intikam almaya yemin ettim. Elime bir fırsat geçseydi orman kanunlarını aratmayacak bir şeyler de olabilirdi. Kompozisyonu bir yerlerden çekmediğimi ona nasıl kanıtlayabilirdim acaba?
Günlerce, zihnimde sürekli buna yanıt aradım, ama hep buna gücümün yetmeyeceği sonucuna varıyordum. Bana yalancı ve hırsız damgasını vuran saçma sapan, kör bir talihin oyununa kurban gitmiştim. O güne dek anlayamadığım bazı şeyleri anladım, örneğin, okuldaki durumumu öğrenmek isteyen babama, öğretmenlerden birinin neden, “Orta bir öğrenci, ama çok gayret ediyor,” demesini de. Oldukça aptal ve yüzeysel buluyorlardı beni. Buna aldırmıyordum aslında. Kızdığım, kopya çekebileceğimi düşünerek moralimi sıfıra indirmeleriydi.
Öfkem ve üzüntüm denetlenemeyecek bir duruma geldi. Sonra, daha önceleri birkaç kez kendimde fark ettiğim bir şey oldu. Gürültülü bir yerin üzerine ses geçirmez bir kapı kapanmışçasına, ansızın içimde bir sessizlik oldu. Bir sorunun yanıtını merak ediyordum ama artık soğukkanlılıkla. Kendime, “Ne oluyor? Gerginsin anladık ama öğretmen aslında senin yapını anlayamayan aptalın biri. Daha doğrusu, onu, senden de az anlayabiliyor. Bu nedenle, o da senin kadar başkalarına güvenmiyor. Sen kendine ve başkalarına güvenmiyorsun ve bu nedenle, zayıf, basit ve kolayca anlaşılan insanların tarafını tutuyorsun. İnsan anlamadığı zaman telaşlanır,” dedim.
Bunları düşününce, ansızın, sine ira et studio, o yasak düşünceye dalmak istemediğim zamanlarda, zorla düşünmeye itildiğim birbiri ardına gelen düşüncelerle, bu düşüncenin benzeştiğini fark ettim. O zamanlar henüz, birinci ve ikinci kişiliklerim arasında bir ayrım olabileceğini düşünemiyordum. İkinci kişiliğimin dünyasını da, kişisel dünyamın bir parçası görmeme karşın, çok derinlerde, arka planda bir yerlerde, benden başka bir şeyin de bu işle bir bağlantısı olduğu duygusu beni hiçbir zaman bırakmadı. Sanki bana, sonsuz evrenin ve büyük yıldız dünyasının soluğu dokunmuş ya da çok uzun süre önce ölen ama zamana bağlı olmadığı için bugün de, çok uzak gelecekte de var olacak bir ruh görünmeden odaya girmişti. Bu tür dönüm noktaları, bir numenin başının üzerindeki ışık saçan halelere benzerler.
O zamanlar, kuşkusuz, kendimi böyle ifade edebilmem olanaksızdı. Bilinç durumumda o zamanlar olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek amacında değilim. Amacım o zamanki duygularımı anlatabilmek ve şu andaki bilgimin yardımıyla, o yarı karanlık dünyaya ışık tutabilmek.
Bir süre önce anlattığım olaydan birkaç ay sonra, okul arkadaşlarım bana “Abraham Baba” takma adını uygun gördüler. Birinci kişiliğimin bunu saçma ve gülünç bulmasına ve nedenini hiç anlayamamasına karşın, çok derinlerde bu takma adın, nedense çok uygun olduğunu sezinliyordum. Derinlere değinen her şey bana acı veriyordu çünkü kent yaşantısıyla ilgili şeyler okudukça ve kent yaşantısını daha iyi tanıdıkça, artık gerçek olarak algıladıklarımın, taşrada birlikte büyüdüğüm dünyaya bakış açısından çok farklı bir düzene ait oldukları izlenimim de artıyordu. Nehirler, korular, gündüzleri üzerinde bulutların ve rüzgârın dolaştığı, güneşin parladığı, geceleri de onu saran karanlıkta tam anlaşılamayan şeylerin olduğu küçük bir köyün insanları ve hayvanları arasında büyümüştüm. Haritada görünen bir yer değildi yalnızca. Tanrı’nın dünyasıydı. Onu öyle düzenlemiş ve ona gizemli anlamlar yüklemişti. Oysa insanların bunun bilincinde olmadıklarına kuşku yoktu. Hayvanlar bile nedense bunu algılayabilecek duygularını yitirmişlerdi. Bunun kanıtı, örneğin, ineklerin hüzünlü ve yitik gözlerinde, atların ürkek bakışlarında ve umarsızca insanlardan ayrılamayan köpeklerin sadakatinde görülebilir. Evleri ve ambarları mesken seçen ve avlanma alanları olarak kullanan kedilerin özgüvenle attıkları adımlarında bile. İnsanlar da hayvanlar gibiydi ve onlar kadar bilinçsiz görünüyorlardı. İşe yarayan bir şeyler varsa, onlardan nasıl yararlanabilirim diye yere ya da ağaçların tepelerine gözlerini dikiyorlar, hayvanlar gibi sürüler oluşturuyorlar, çiftlere ayrılıyorlar ve savaşıyorlardı. Ne bütünleşmiş bir kozmosta ne de Tanrı’nın dünyasında, her şeyin, aslında doğmuş ve de aslında ölmüş olduğu bir sonsuzlukta yaşadıklarını göremiyorlardı.
Bize çok yakın oldukları ve bizim bilmezliğimizi paylaştıkları için bizim gibi ruhları olan tüm sıcakkanlı hayvanları çok seviyor ve birbirimizi içgüdüsel yollarla anladığımızı düşünüyordum. Konuşmak, keskinleşmiş bir bilinç ve bilim dışında, onlarla var olmanın temel öğelerini, sevinci ve acıyı, sevgiyi ve nefreti, açlığı ve susuzluğu, korkuyu ve güveni paylaşıyoruz. Alışılmış anlamda bilime hayranlık duymama karşın, onun bizi Tanrı’nın dünyasına yabancılaştırdığını ve bunun sonucunda, hayvanlarda olmayan bir bozulmaya yol açtığını düşünüyordum. Hayvanlar sevecen ve sadıktılar, değişken değillerdi. Onlara güvenebilirdiniz. İnsanlara gelince; onlara her zamankinden daha az güveniyordum.
Böcekleri hayvandan saymıyordum. Sürüngenler de, benim için, böceklerin aşağı yukarı bir üst düzeyinde ortalarda bir yerdelerdi. Bu gruba giren yaratıklar, gözlenen ve biriktirilen değişik nesneler gibiydiler. Bize yabancıydılar ve insanlığa uzaktılar. Kişisellikle ilgisi olmayan yaşamların göstergesiydiler ve insanlardan çok bitkilere yakındılar.
Tanrı’nın dünyasının yeryüzündeki göstergesi, doğrudan doğruya ondan gelen ve bir tür iletişimi sağlayabilen bitkiler dünyasıyla başlıyordu. Sanki, kendisini kimsenin görmediğini varsayan Yaratıcı’nın omzunun üzerinden bakarak, O’nun oyuncaklar ve süslemeler yapışını izliyordunuz. Buna karşın, insanlar ve doğru dürüst hayvanlar Tanrı’nın bağımsızlığını elde etmiş parçalarıydı. Bu nedenle hareket edebiliyor ve meskenlerini seçebiliyorlardı. Oysa bitkiler iyi durumda da, kötü durumda da olsalar yerlerinden kımıldayamıyorlardı. Kendilerine özgü amaçları olmadan ve hiç sapma göstermeden, Tanrı’nın dünyasının güzelliğini ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Ağaçlar gizem doluydu ve bence, yaşamın anlaşılması olanaksız anlamının nesnelleşmesiydiler. Bu nedenle, insanın bu anlamı ve onun şaşırtıcı işlemlerini en yakından duyumsadığı yerler ormanlardı.
Bu izlenimim, gotik katedralleri görmemle pekişti. Kozmosun sonsuzluğu, anlam ve anlamsızlık kaosu, bireysel olmayan bir amaç ve mekanik yasalar, onlarda taşla sarılmıştı. Taş, varoluşun kendisi olmakla kalmıyor, onun dibi olmayan gizemini de içeriyordu. Ruhun somutlaşmış biçimiydi. Taşı, tam bilinçli olmasa da, kendime o denli yakın hissetmemin nedeni, hem canlı hem de ölü maddenin ilahî yapısını özümsemiş olmasıydı.
Daha önce de değindiğim gibi, duygularımı ve sezgilerimi o zamanlar doğru dürüst ifadeye gücüm yetmiyordu çünkü tümü iki numaralı kişiliğimde oluşuyordu ve algılayabilen işlevsel egom hareketsizdi. Yüzyıllara ait olan “yaşlı adam”ın dünyasının içine çekilmişti. İlginç olan, yaşlı adamı ve etkisini düşünmeden yaşamamdı. Varlığı ortaya çıktığı zamanlarda, bir numaralı kişiliğim tümüyle yok olurcasına geri plana çekiliyor, bir numaralı kişiliğimle giderek özdeşleşen egom sahnede yerini aldığında da, yaşlı adam, o da aklıma gelirse, uzak ve gerçekle ilgisi olmayan bir düşe dönüşüyordu.
On altı ve on sekiz yaşlarım arasında, içinde bulunduğum ikilemin üzerindeki bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladı ve içine düştüğüm karamsar ruh hallerim azaldı. Bir numaralı kişiliğim giderek daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor, okul ve kent yaşamı zamanımı dolduruyordu. Bilgimin artması da giderek sezgisel yargılarımı etkiledi ya da bastırdı. Bilinçli olarak kısıtladığım soruların peşinden, sistematik bir biçimde gitmeye başladım. Felsefe tarihine kısa bir giriş okumuş ve bu alanda düşünülenlerin tümüyle ilgili, çok genel de olsa, biraz bilgi edinmiştim. Sezgilerimin tarihsel yandaşlarının olması beni çok rahatlattı. Özellikle, Pithagoras, Herakleitos, Empedokles ve Platon’un düşünceleri çok ilgimi çekti. Savlarını, biraz fazla uzun savunmasına karşın, Sokrates’inkiler. Düşünceleri akademikti; bir resim galerisindeki resimler gibi güzel ama biraz yabancıydılar. Tümüyle anlamasam da, yalnızca Meister Eckhart’ta bir yaşam soluğu bulabildim. Skolastik Hıristiyan Düşünce beni hiç etkilemedi, Aziz Tommaso’nun Aristo entelektüalizmini de bir çöl kadar kuru buldum. “Tümü, mantık oyunları yaparak, aslında kendilerinde olmayan ve de bilmedikleri bir şeyleri zorla ortaya koymaya çalışıyorlar, bir inancı kendilerine kanıtlamak istiyorlar, oysa bu bir deneyim sorunudur,” diye düşünüyordum. Onları, fil diye bir hayvan olduğunu yalnızca duyup böyle bir hayvanın var olduğunu ve gerçekte yapısının da söyledikleri gibi olduğunu mantıksal dayatmalarla kanıtlamaya kalkan insanlara benzetiyordum. On sekizinci yüzyılın eleştirel felsefesi ilk önceleri belli nedenlerden hoşuma gitmedi. On dokuzuncu yüzyıla gelince, Hegel’in kendini beğenmiş ve akıcılıktan uzak dilini itici buldum ve ona hiç güvenemedim. Sözcüklerden kurduğu dört duvar arasında tutsak kalıp abartılı el kol hareketleriyle meramını anlatmaya çalışıyor gibi geldi.
Araştırdıklarım arasında bulduğum hazine Schopenhauer’di. Öbürlerinin farkına bile varmadıkları, vardıklarında da tümü kapsayan bir uyum ve anlaşılırlıkla çözümleyiverdikleri, bizi gözle görülür bir biçimde alev alev saran dünyadaki acılardan, karmaşadan, ihtirastan ve kötülükten söz eden ilk oydu. Sonunda, evrenin temelinde her şeyin iyiliğe yönelik olmadığını görebilecek yüreklilikte bir düşünür çıkmıştı. Ne Yaratıcı’nın tümüyle iyi ve bilge âleminden ne de evrenin uyumundan söz ediyor, sözü dolandırmadan insanlık tarihinin izlediği acı dolu yolun ve doğanın acımasızlığının altında temel bir hatanın yattığını söylüyordu. Bu hata dünyayı yaratan iradenin körlüğüydü. Söyledikleri benim daha önceki gözlemlerimi haklı çıkarıyordu. Can çekişen hastalıklı balıklar, perişan tilkiler, donmuş ya da aç kuşlar ve çiçeklerle bezenmiş tarlalarda gizli, acımasız trajediler görmüştüm. Karıncalar işkence yapa yapa solucanları öldürüyor, böcekler birbirini lime lime ediyordu. İnsanlarla ilgili deneyimlerim de beni, insanın özünde iyi ve temiz olduğuna inandıramamıştı. Kendimi, bir hayvandan ancak yavaş yavaş ayırabildiğimi anlayabilecek kadar tanıyordum.
Schopenhauer’in karanlık dünya tablosuna tümüyle katılıyordum ama önerdiği çözüme değil. “İrade” sözcüğüyle aslında Tanrı’ya, yani Yaratıcı’ya gönderme yaptığına kuşkum yoktu ve O’nun kör olduğunu söylüyordu. Deneyimim bana, Tanrı’nın bunları kendisine küfür diye almadığını, tersine, insanın parlak yönleri kadar karanlık ve tanrıtanımaz yönlerini de ortaya çıkarması için onu yüreklendirebildiğini göstermişti. Bu nedenle, Schopenhauer’in bakış açısı beni hiç rahatsız etmedi. Gerçeklerin haklı çıkardığı bir yargı diye aldım bunu ama kuramında zihnin, iradeyi tersine çevirmek için bir imge olarak karşısına çıkmasının yeterli olacağını belirtmesi, beni iyice düş kırıklığına uğrattı. İrade kör olduğuna göre bu imgeyi nasıl görebilecekti? Gördüğünü varsaysak bile, imge, tümüyle iradesinin emeğini göstereceğine göre, tersine hareket etmesi için onu nasıl ikna edebilecektik? Ayrıca zihin neydi? Bir ayna değildi; insan ruhunun bir işleviydi. Bir çocuğun, güneşin kamaşacağını umut ederek ona doğru küçücük bir ayna parçası tutması gibi bir işlev görüyordu. Schopenhauer’in bu denli yetersiz bir yanıtla tatmin olmasına çok şaşırmıştım.
Bu nedenle, onu daha iyi irdelemek zorunda hissettim kendimi. Kant’a olan yakınlığı beni giderek etkiledi. Kant’ı okumaya başladım. Özellikle de, Arı Usun Eleştirisi adlı kitabı derin düşüncelere dalmama neden oldu. Emeklerim boşa çıkmadı. Schopenhauer’in düşünce sistemindeki kusuru buldum. Daha doğrusu, öyle varsaydım. Metafiziksel bir ifadeyi bir varsayıma dönüştürmek gibi bağışlanamaz bir günah işlemiş ve bir sürü özellikler yakıştırmıştı. Bunları Kant’ın bilgi kuramından çıkardım. Böylece, daha da aydınlanmış oldum. Eğer bu olasıysa Schopenhauer’in karamsar dünya görüşü de olasıydı.
Felsefede gelişmem on yedi yaşımdan tıp eğitimime başlayana dek sürdü ve dünyaya ve yaşama karşı tutumumu çok değiştirdi. Çekingen, içedönük ve kuşkucuydum. Zayıftım ve yüzüm solgundu. Pek sağlıklı olmadığım kesindi ama sonra, her şeye karşı büyük bir açlık duymaya başladım. Ne istediğimi biliyor ve onun arkasından gidiyordum. Daha dışadönük olduğum için insanlarla daha rahat iletişim kurabilmeye başladım. Yoksulluğun özürlü olmak demek olmadığını ve acıyı getiren ana neden olmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını ve zengin çocuklarının da, yoksullara ve iyi durumda olmayan çocuklara oranla daha çok avantaja sahip olmadıklarını anladım. Mutluluğun ya da mutsuzluğun, cep harçlığının oranıyla bir bağlantısı olmadığını, çok daha derin nedenleri olduğunu da. Geçmişe oranla çok daha fazla ve çok daha iyi arkadaşlıklar kurar oldum. Ayaklarım yere daha iyi basmaya başladı. Düşüncelerimi açıkça söyleyebilecek yürekliliği bile buluyordum. Oysa bunun, pişman olunacak bir yanılgı olduğunu anlamam uzun sürmedi çünkü yalnızca, utandırma ve alayla değil, aynı zamanda düşmanca bir terslemeyle karşılaşıyordum. Şaşkınlık ve üzüntü içinde, bazı insanların beni yüksekten atan palavracı biri olarak değerlendirdiklerini anladım. Geçmişteki kadar etkili olmasa da, üçkâğıtçı olduğum suçlaması yinelendi. İlgimi çeken bir kompozisyon konusu yüzünden oldu bu gene. Yazıma büyük özen göstermiş, ifademin parlak olması için uğraşmıştım. Sonuç tam bir felaketti. Öğretmen, “Bu da Jung’un kompozisyonu,” dedi. “Düşünceler çok iyi ama öylesine baştan savma yazılmış ki! Hiç özen göstermediği belli. Sana bir şey söyleyeyim Jung. Yaşamın boyunca böyle kolaya kaçarak idare edemezsin. Yaşam ciddiyet, sorumluluk, çok çalışma ve çaba gerektirir. D.nin kâğıdına bak. Senin kadar parlak düşünceleri belki yok ama dürüst ve çok uğraşmış. Sorumluluğunun bilincinde. Yaşamda başarı ancak böyle elde edilir.”
Duygularım daha önceki olaydaki kadar zedelenmedi. Ne de olsa öğretmen, söylediklerine karşın, yazdıklarımdan etkilenmişti. Ayrıca, beni bir yerlerden çalmakla suçlamıyordu. Kınamasına karşı çıktım ama beni, “Ars Poetica, en iyi şiirin, yaratma çabasının hiç belli olmadığı şiir olduğunu söyler. Senin yazında böyle bir şey olduğuna beni inandıramazsın. Hiç uğraşmadan, üstünkörü bir şeyler yazmışsın,” deyip başından savdı. Yazımda birkaç iyi nokta olduğunu biliyordum ama öğretmen onlara değinmek zahmetine katlanmadı.
Bu olay beni oldukça üzdü ama daha da kötüsü sınıf arkadaşlarımın kuşkularıydı. Beni eski yalnızlığıma ve karamsarlığıma itmekle tehdit ediyorlardı. Suçlamalarını haklı çıkaracak ne yaptığımı düşünmekten başım çatlıyordu. Belli etmemeye çalışarak sordum soruşturdum ve ara sıra bilme olanağım olmayan şeylere değindiğim ya da yorumlarda bulunduğum için zihinlerinde bir soru işareti uyandırdığımı keşfettim. Örneğin, okulda henüz görmediğimiz paleontolojiyi ya da Kant’ı ve Schopenhauer’i biliyormuş numarası yapıyormuşum. Bu şaşırtıcı keşifler bana, tüm yakıcı soruların günlük yaşantıyla ilgisi olmadığını ve benim büyük gizim gibi konuşulmaması daha doğru olan Tanrı’nın dünyasıyla ilgili olduğunu öğretti.
O günden sonra “gizli” konulardan okul arkadaşlarıma hiç söz etmez oldum. Yetişkinler arasında da beni kendini öven bir sahtekâr olarak görme tehlikesini göze almadan konuşabileceğim biri yoktu. En acı veren de, içsel dünyamın parçalanıp dünyamın ikiye bölünmesinden duyduğum çaresizlikti. Beni hiçbir özelliği olmayan günlük yaşantımdan koparıp Tanrı’nın kısıtlamasız dünyasına iten olaylar art arda geliyordu.
“Tanrı’nın dünyası” diye nitelemem bazılarına duygusallık gibi gelebilir. Bana hiç öyle gelmiyordu. “Tanrı’nın dünyası” insanüstü olan her şeyi içeriyordu: göz kamaştırıcı ışık, boşluğun karanlığı, sonsuz evrenin ve zamanın duyarsız aldırmazlığı ve mantığa sığmayan rastlantılar dünyasının gizemli garipliği; tümünü. “Tanrı” benim için her şeydi ama eğitici değildi.
Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları