CARL GUSTAV JUNG’UN SON DÖNEM DÜŞÜNCELERİ I
Kötülüğe yanaşmanın en ciddi tehlikesi onun boyunduruğu altına girme olasılığıdır. Bu nedenle, hiçbir şeye artık boyun eğmemeliyiz. İyiye bile. İyi olarak nitelendirilen bir şeye boyun eğdiğimizde, ahlaksal bağlamda iyilik niteliğini yitirir. Bu, iyiliğin içinde kötülük olduğundan değil, boyun eğdiğimizde sorunlara yol açacağımız içindir. Uyuşturan ister alkol, ister morfin, isterse de idealizm olsun, her türlü bağımlılık kötüdür. İyi ve kötüyü birbirinin tam karşıtı olarak görmemeye özen göstermeliyiz.
SON DÖNEM DÜŞÜNCELERİ: İYİLİĞE BİLE BOYUN EĞMEMELİYİZ!
Hıristiyanlıkta şaşılası olan, dogmatik yapısı içinde, tanrısallık kavramında, yani “öteki taraf”la ilintili, tarihsel bir değişikliğin oluştuğunu varsayması. Bunu da, gökyüzünde anlaşmazlık olduğunu varsayan daha yeni mitle yapıyor. Bu noktaya ilk kez yaratılış mitinde değinilir. Yaratıcı’ya karşı çıkan yılan biçimine girmiş biri ortaya çıkar ve daha bilinçli bilgiye (scientes bonum et malum) sahip olacağına söz vererek insanı karşı çıkması için kandırır. İkinci olarak da, insanın dünyasını zamansız istila eden bilinçdışı içerikli bir öğe olan “Meleklerin Düşüşü”ne değinilir. Melekler garip bir türdür. Neyseler odurlar; başka bir şeye dönüşemezler. Efendilerinin düşüncelerini ve sezgilerini temsil etmekten öte bir işlevleri olmayan ruhsuz varlıklardır. Yalnızca, öbürlerinden farklı olan düşmüş melekler “kötü”dür ve “gurur”un çok iyi bilinen etkilerini ve günümüzde diktatörlerde gördüğümüz megalomaniyi dağıtanlar bunlardır. Henoch’un kitabında, bu meleklerin insanlarla ilişki kurarak, insanlığı yok etme tehditi oluşturan bir “devler ırkı” üretmekte olduklarına değinilir.
Bu mitin üçüncü ve son bölümüyse, Tevrat’ta belirtilen “kutsal evlilik” düşüncesinin yerine gelmesi ve bunun sonucunda Tanrı’nın kendisini insan biçiminde gerçekleştirmesidir. İlkel Hıristiyanlık döneminde bile yenidendoğuş kavramı, “içimizdeki İsa” sezgisini içine alacak kadar özümlenmiş ve böylece bilinçdışı bütünlük içsel deneyimlerin ruhsal dünyasının bir parçası olmuş ve insan kendisini oluşturan her şeyin farkına varabilmiştir. Bu insan için olduğu kadar Tanrı için de önemli bir adım olmuş, Tanrı, onun karanlığından kurtulanların gözünde kötü niteliklerini yitirerek iyiliklerden oluşan bir bütüne dönüşmüştür. Bu mit, bilinçliliğin artmaya başladığının belirtilerinin ortaya çıktığı on birinci yüzyıla dek, bin yıl tartışmasız önemini sürdürmüş, o yüzyıldan sonraki ikinci bin yılın sonunda, ilk önce bilinçliliğe bir tehdit olarak kendini gösteren evrensel bir felaketin anahatları belirmeye başlayana dek huzursuzluk ve kuşku sürekli artmıştır. Bu tehdit “devlik” tehdidi ya da başka bir deyişle bilinçliliğinin gururudur ve, “Hiçbir şey insandan ve onun yaptıklarından üstün değildir,” biçiminde özetlenebilir. Bu düşüncenin ortaya çıkışıyla öbür dünyaya ilgi ve Hıristiyan mitinin fizikötesine geçebileceği görüşü yok olmuş, dolayısıyla öbür dünyada bütünlüğün elde edilebileceği görüşü de ortadan kalkmıştır.
Işığı gölge izler; bu Yaratıcı’nın öbür yüzüdür. Bu gelişme yirminci yüzyılda doruğuna ulaştı ve Hıristiyan dünyası günümüzde gerçekten kötülük öğesiyle, yani göz göre göre haksızlık, yalan, kölelik ve vicdan baskısıyla karşı karşıya kaldı. Bu kötülük, görünüşe göre Rus devletinde süreklilik kazandı ama ilk şiddetli patlama Almanya’da meydana geldi. Bu da, yirminci yüzyılda Hıristiyanlığın ne denli zayıfladığını gösterir. Bu bağlamda kötülük artık yalnızca düşünürlerin dillerinin bir süsü, diye nitelendirilemez. Kötülük etken bir gerçeğe dönüşmüştür. Dolaylı ifadeler kullanıp onu dünyada yok sayamayız. Kalıcı olduğuna göre, onunla nasıl başa çıkabileceğimizi öğrenmek zorundayız. Ürkünç sonuçlar vermeden, onunla birlikte nasıl yaşayabileceğimiz henüz belli değil.
Durum ne olursa olsun, yeni bir uyuma, yani bir metanoia’ya gereksinimimiz olduğu kesin. Kötülüğe yanaşmanın en ciddi tehlikesi onun boyunduruğu altına girme olasılığıdır. Bu nedenle, hiçbir şeye artık boyun eğmemeliyiz. İyiye bile. İyi olarak nitelendirilen bir şeye boyun eğdiğimizde, ahlaksal bağlamda iyilik niteliğini yitirir. Bu, iyiliğin içinde kötülük olduğundan değil, boyun eğdiğimizde sorunlara yol açacağımız içindir. Uyuşturan ister alkol, ister morfin, isterse de idealizm olsun, her türlü bağımlılık kötüdür. İyi ve kötüyü birbirinin tam karşıtı olarak görmemeye özen göstermeliyiz.
Ahlak ölçüsü artık iyinin ayrı bir kategori olarak bir zorunluluk olduğu, kötülükten de tümüyle sakınılabileceği gibi basit bir düşünceye bağlı değil. Kötülüğün gerçek olduğunun bilincinde olmak, zorunlu olarak iyinin bilincinde olmayı da getirir. Tam tersi de geçerlidir ve bu bilinç oluştuğunda, her ikisi de, birbirlerine aykırı gibi görünseler de bir bütünün iki yarısına dönüşürler. Pratik bağlamda ele alındığında, iyi ve kötü artık, kesinliklerini yitirdiler. Her birinin bir “değerlendirme” gerektirdiğini unutmamız gerekli.
İnsan yargısının yanlış olabileceğini bildiğimize göre, her zaman doğru karar vereceğimizi düşünemeyiz. Yanlış yargıların kurbanı olmamız hiç de zor değildir. Bu gerçek, ahlak sorunsalını ancak ahlaksal değerlendirmelerden kuşkuya düştüğümüz zaman etkiler. Oysa biz, her zaman ahlaksal yargılara varmak zorunda kalırız. “İyi” ve “kötü”nün göreceli olması, her ikisinin de geçersiz olduğu ya da var olmadığı anlamına gelmez. Ahlaksal yargılama her zaman vardır ve beraberinde tipik psikolojik sonuçlarını getirir. Birçok kez, geçmişte yaptığımız ve gelecekte yapacağımız, düşündüğümüz ya da yapmaya niyetlendiğimiz haksızlıkların kendi ruhumuzdan intikam alacağını vurguladım. Yargılarımızın içeriği, tümüyle, zamanın ve yerin değişken koşullarına bağlı olduğu için değişik biçimde ortaya çıkar. Bunun nedeni, ahlaksal değerlendirmelerin her zaman iyi ve kötünün ne olduğunu tam olarak bildiğini savunan ahlak kurallarını temel almasıdır. Oysa bu temelin ne denli zayıf olduğunu anladığımızda, ahlaksal değerlendirmeler öznel ve yaratıcı bir davranış biçimine dönüşür. Yapılan değerlendirmenin geçerliliğini ancak bilinçdışının nedensiz ve kesin bir dürtüsü ortaya çıktığında anlayabiliriz. İyi ve kötü arasındaki karar demek olan ahlak bu dürtüden etkilenmez, yaptığı yalnızca bizi zor duruma düşürmektir. Ahlaksal kararımız yüzünden acı çekmemize hiçbir şey engel olamaz. Çok ters bir ifade gibi gelse de, bazı koşullarda, ahlaksal değerlendirmemizin gereği, bilinen ahlaksal iyiden vazgeçip kötü diye bilineni yapma özgürlüğüne sahip olmamız gerektiğidir. Başka bir deyişle, karşıtlardan herhangi birine boyun eğmemeliyiz. Hint felsefesinde neti-neti denen yararlı bir yöntem vardır. Bazı belirli vakalarda ahlak kuralları yok sayılır ve karar bireye bırakılır. Aslında bu tümüyle yeni bir şey değil. Psikolojinin henüz ortaya çıkmadığı günlerde bu zor seçenekler biliniyor ve “görev çelişkileri” başlığı altında toplanıyordu.
Birey öylesine bilinçten yoksundur ki, kendi karar verme yetisini göremez. Bu bir kuraldır. Bunun yerine, kaygıyla sürekli çevresine bakınarak kendisini şaşkınlığından kurtaracak dışsal kurallar ve düzenlemeler arar. Bireyin yetersizliğinin yanı sıra eski genellemelerden vazgeçmeyen ve öznel deneyimlerin gizlerinden hiç söz etmeyen eğitimin de bunda rolü büyüktür. İnsanlar yüreklerinde bunlara uyamayacaklarını bilirler ama yine de onlara sürekli idealist inançlar ve nasıl davranılması gerektiği öğretilmeye çalışılır. Resmî makamlarsa bu üst düzeydeki standartlara kendilerinin de hiçbir zaman uymadıklarını ve uyamayacaklarını bilmelerine karşın bu idealler konusunda vaaz verirler. Ayrıca, kimse de kalkıp bu tür eğitimin değerini sorgulamaz.
Bu nedenle, kötülük sorunsalının bugünkü durumuna yanıt arayan bir bireyin her şeyden önce “kendini,” yani bütünlüğünü olabildiğince iyi tanıması gereklidir. Kendine hiç acımaksızın ne kadar iyilik yapabileceğini, hangi suçları işleyecek kapasitesi olduğunu anlamaya çalışmalı ve ikisinden birine gerçek, öbürüne de hayal gözüyle bakmamalıdır. Her ikisi de doğasında olan öğelerdir ve kendini aldatmayı ya da hayal içinde yaşamını sürdürmeyi istemiyorsa, ki istememelidir, her ikisi de su yüzüne çıkmaya mahkûmdurlar. Çoğu insandan bunu beklemek yanlış çünkü bunu yapabilecek yetileri yok. Buna karşın, günümüzde birçok insanın da çok yoğun bir özeleştiriye gidebilecek kadar derin bir içgörüşü var. Kendini tanıyabilmek son derece önemlidir çünkü içgüdülerin barındığı insan doğasının özüne ya da temeline ancak bu yolla varabiliriz. Bilincimizin ahlaksal kararlarının bağlı olduğu, daha önceden de var olan dinamik öğeler o özdedir. Hakkında kesin yargılara varamayacağımız, bilinçdışıdır. Bilinçdışıyla ilgili düşüncelerimiz yetersiz kalmaya mahkûmdur çünkü onun özünü anlayabilecek ve mantıksal sınırlar koyabilecek durumda değiliz. Doğayla ilgili bilgileri, bilinçliliğimizi artıran bilim yoluyla elde edebiliyoruz. Bu nedenle, kendimizle ilgili daha derinlemesine bilgi edinebilmemiz için de bilime gereksinimimiz var. İşte bu bilim dalının adı psikoloji. Hiç kimse, iyi niyetine güvenerek elinin bir hareketiyle bir mikroskop ya da bir teleskop yapamaz. İlk önce optik bilgiye sahip olması gerekir.
Bugün, varoluşumuzla doğrudan bağlantılı nedenler yüzünden psikolojiye gereksinimimiz var. İnsanı hiç tanımadığımız ya da yarım yamalak ve çarpık bir resminden yola çıktığımız için Nazizm ve Bolşevizm olgularına şaşırıp akıl erdiremiyoruz. Kendimizi yeterince tanısaydık böyle olmazdı. Ürkünç kötülük sorunuyla yüz yüzeyiz. Oysa onunla savaşabilmek bir yana, karşımızda neyin olduğunu bile bilmiyoruz. Bilsek bile, burada böyle bir şeyin nasıl olabileceğini anlayamayacağız. Bir devlet adamı ortaya çıkıp inanılmaz bir zayıflıkla, göğsünü gere gere, “Kötülük benim sözlüğümde yok,” diyebiliyor. Çok da haklı, çünkü bizim kötülükten haberimiz yok ama kötülük bizi sahiplenmiş. Bazıları bunu bilmek istemiyorlar, bazıları da kötülükle özdeşleşiyorlar. Günümüzde dünyanın psikolojik durumu şöyle: Bazıları Hıristiyanız diyorlar ve isterlerse kötülük denen şeyi ayaklarının altında ezebileceklerini düşlüyorlar, bazıları da kötülüğe kendilerini öylesine kaptırmışlar ki artık iyiyi göremiyorlar. Kötülük artık bir süper güç oldu. İnsanlığın yarısı, insan zihninin ürettiği bir doktrinle beslenip güçlenirken, öbür yarısı duruma uygun düşebilecek bir mitin yokluğundan nefret ediyor. Hıristiyan ülkeler acınası bir duruma geldiler. Hıristiyanlık uykuya yattı ve yüzyıllardır mitini geliştirmeyi ihmal etti. Mitsel düşüncelerin karanlık kıpırdanmalarını ifadeye kalkışanlara da kimse kulak asmadı. Gioacchino da Fiore, Meister Eckhart, Jacob Boehme ve onlar gibi olanlar, çoğunluğun gözünde belirsiz kişiler olarak kaldılar. Tek ışık, XII. Pius ve onun dogmasıdır. Bunları söylediğimde insanlar neden söz ettiğimi bile anlamıyorlar. Bir mit yaşamıyorsa ve gelişmiyorsa ölmüş demektir. Bunun farkında değiller. Mitimiz ölüm sessizliğine büründü ve artık bize yanıt vermiyor. Kutsal Yazılar’da dendiği gibi suç onda değil, tümüyle bizde. Biz onu geliştireceğimiz yerde geliştirmeye yönelik çabaları bastırmayı yeğledik. Mitin aslı birçok çıkış noktası ve olasılık gösterir. Örneğin, “Öyleyse, yılan kadar kurnaz ve güvercin kadar zararsız ol,” sözlerini İsa’nın söylediği varsayılmıştır. İnsan neden yılan kadar kurnaz olsun? Ve, o kurnazlıkla güvercinin saflığı arasındaki bağlantı nedir?
“Küçük çocuklar gibi olmadıkça” çocukların gerçekten nasıl olduklarına kim kafa yorar? Tanrı’nın, Kudüs’e zaferle girmek için O’na gerekli olan eşeğin alınmasını haklı bulması hangi ahlaka uyar? Kısa bir süre sonra da, kızıp çocuk gibi davranarak incir ağacını lanetleme gereğini neden duymuştur? Adil olmayan kâhya öyküsünden çıkan ders nedir? Tanrı’ya aitmiş gibi gösterilen, “İnsanoğlu, ne yaptığını biliyorsan kutsanırsın; bilmiyorsan, lanetlenirsin ve yasayı çiğnersin,” sözlerinden durumumuzu aydınlatabilecek nasıl bir derin iç görüş ve geniş kapsamlı bir anlam çıkartabiliriz? Son olarak da, Aziz Paulus’un çıkıp, “Yapmayacağım kötülüğü yapıyorum,” diyerek itirafta bulunması ne anlama geliyor? Kıyamet’ te açıkça belirtilen kehanetler kimsenin hoşuna gitmediği için onlara en iyisi hiç değinmeyeyim.
Gnostiklerin ortaya attığı, “Kötülük nereden kaynaklanır?” sorusuna Hıristiyan dünyası yanıt vermedi ve Origenes’in iddiasız bir biçimde değindiği, Şeytan’ın kurtulmuş olabileceği düşüncesi dine küfür olarak kabul edilmiştir. Bugün bu soruya yanıt bulmak zorundayız ama ne yapacağımızı bilemeden şaşkın ve elimiz boş kalakaldık. Bir mite ivedilikle gereksinimimiz olmasına karşın, hiçbir mitin yardımımıza gelmeyeceğini bile düşünemiyoruz. Siyasal ortamın ve bilimin ürkünç, hatta şeytanımsı zaferlerinin sonucu olan gizli sarsıntıları ve karanlık belirtileri yaşıyoruz ama bir çıkış noktası bulamıyoruz. Çok az kişi bu durumdan, bu kez gerekli olanın çoktan beri unutulan insan ruhu olduğu sonucunu çıkartabiliyor.
Miti sürdürüp geliştirmeye Kutsal Ruh’un havarilere akmasıyla başlanabilir. Bu yolla, yalnız onlar Tanrı’nın oğlu olmakla kalmamış, onlar sayesinde yalnız başkaları değil, onlardan sonra gelenler de filiatio, yani “Tanrı’nın oğlu” düzeyine erişmişler ve böylece, yalnızca, yeryüzünden çıkan ve yeryüzünde kalmaya mahkûm olan anima’lar olmadıkları kesinlik kazanmıştır. İki kez doğdukları için kökleri Tanrı’daydı. Görünen fiziksel yaşamları bu dünyadaydı ama içlerindeki görünmeyen insan, Hıristiyan kurtuluş mitine göre, bütünlüğün asıl imgesinden, yani sonsuz Ata’dan geliyordu ve gene oraya dönecekti.
Yaratıcı’nın bütünlüğü olduğuna göre, onun yarattığı oğlunun da bütünlüğü olması gerekir. Tanrısal bütünlükten hiçbir şey çıkartılamaz ama nedense bu bütünlük parçalanmış ve ışık âlemi ve karanlıklar âlemi diye ikiye bölünmüştür. Eyub’un ve başkalarının deneyimlerini ve Hıristiyanlık öncesinde çok yaygın olan Henoch’un kitabındakileri doğru varsayarsak, böyle bir bölünmenin varlığı, Hıristiyanlıktan hemen önceki dönemde, henüz İsa ortaya çıkmadan önce de kabul edilmişti. Hıristiyanlıkta da bu metafiziksel bölünme açıkça sürmüştür. Tevrat’ta Yehova’nın yakınlarından biri sayılan Şeytan, artık sonsuza dek tanrısal dünyanın tam karşıtına dönüşmüştür. Kökü kurutulamadığı için on birinci yüzyılda bile Tanrı’nın yerine Şeytan’ın dünyayı yarattığı düşüncesinin oluşmasına şaşmamak gerekir. Böylece, Hıristiyanlığın ikinci dönemi için zemin hazırlanmış oldu. Zaten düşmüş melekler miti, o meleklerin insanlara, bilimin ve sanatın tehlikeli bilgilerini öğrettiklerini daha önceden açıklamış bulunuyordu. Acaba o eski öykücüler Hiroşima’ya ne der?
Jacob Boehme dâhiyane düş gücüyle Tanrı imgesindeki çelişkiyi görmekle mitin daha da gelişmesine katkıda bulunmuştur. Boehme’nin çizdiği Mandala simgesi bölünmüş bir tanrıyı gösterir çünkü içteki daire sırt sırta vermiş iki yarım daireye bölünmüştür.
Dogmaya göre, Tanrı, Teslis’te ve dışarıya akan Kutsal Ruh’un her parçasında da olduğuna göre, her insan da Tanrı’nın bütününü ve oğulluğunu paylaşıyor demektir. Tanrı imgesinin zıt kutuplar içeren oluşumu insana bir bütün olarak değil, bir çelişki olarak geçti. İmgenin karanlık parçası, yaygın olan Tanrı’nın bir “ışık” olduğu varsayımına ters düşüyor. Günümüzde yaşanan çelişki bu. Oysa bu işlerden anladıkları varsayılan ve görevleri insanlığa ders vermek olan resmî öğretmenlerin çok azı bu durumun farkındadır. Dünyanın önemli bir dönüm noktasına geldiğini birçok insan sezinliyor ama bu büyük değişikliği nükleer parçalanmaya ve roketlere bağlıyorlar ve bu arada insan ruhunda neler olup bittiği sorunsalı görmezlikten geliniyor.
Tanrı imgesinin, psikolojik bağlamda, ruhun özünün bir göstergesi olduğu ve bu imgede, dünya politikasında bile ciddi bir ikiye bölünmüşlük yaratan bir çatlağın bulunduğu artık insanoğlunun farkına vardığı bir gerçektir ve bu nedenle, yerine başka bir şey koyma gereksinimi ortaya çıkmış ve bu gereksinim kendini, ruhtaki karşıtların bir sentezi olarak bütünlüğü dairesel simgelerle göstermek olarak ortaya çıkmıştır. 1945 yılından beri ortada dolaşan UFO söylentilerini kastediyorum. Bu söylentiler ya hayal ürünü ya da gerçek. UFO’ların başka gezegenlerden ya da dördüncü bir boyuttan geldikleri savunuluyor.
Bu söylentilerin başlamasından aşağı yukarı yirmi yıl önce, 1918’de, ortak bilinçdışı üzerinde yaptığım araştırmalarda buna benzer bir evrensel simgenin varlığını ortaya çıkarmıştım. Buluşumu açıklamadan önce, emin olabilmek için on yıl boyunca bilgi topladım. Mandala, çağlar boyunca varlığı kabul edilmiş bir arketip imgesidir ve benliğin bütünlüğü anlamına gelir. Bu dairesel imge ruhsal özün bütünlüğünü ya da mitsel bağlamda, insanda var olan tanrısallığı simgeler. Boehme’nin Mandala’sının tersine, yeni Mandala’lar bütünleşmeyi, ruhsal bölünmeyi telafi etmeyi ya da bu çatlağın üstesinden gelebilmeyi umut ediyorlar. Bu işlem ortak bilinçdışının bir ürünü olduğu için kendini her yerde gösteriyor. UFO olaylarının dünyayı sarmış olması bunun kanıtıdır ve UFO’lar dünyanın bugün içinde bulunduğu ruhsal durumun belirtileridir.
Analitik tutum “gölge”yi bilince yükselttiğinde, bir bölünme ve bunun sonucunda da karşıtlığın verdiği bir gerginlik oluşur. Karşıtlar bu gerginlikten kurtulmak için birleşmek isterler. Uyumu sağlayan simgelerdir. Karşıtların çatışmasını ciddiye alırsak ya da onlar bizi ciddiye alırsa, ruhsal durumumuz çökme noktasına gelebilir. Bu durumda, mantığın tertium non datur’u haklı çıkıyor: Görünürde bir çözüm yok. Her şey yolunda giderse çözümün kendisi doğadan çıkacak ve ancak o zaman inandırıcı olacak ve bir lütuf gibi hissedilecek. Çözüm, karşıtların yüz yüze gelmesi ve çatışmasından çıkabileceğine göre, bilinç ve bilinçdışı öğelerin karışımını içerir. Dolayısıyla bir simge, yani ikiye bölünmüş bir para yeniden birleştirildiğinde iki parçanın birbirine tam uymasıdır. Bu durum bilincin ve bilinçdışının ortak çabalarının sonucunu temsil eder ve Mandala biçiminde tanrı imgesinin benzerliğine ulaşır. Bu biçim büyük bir olasılıkla bütünlük kavramının en yalın modelidir ve insan zihnince, karşıtların mücadelesinin ve uzlaşmasının bir temsilcisi olarak algılanır. İlk başta tümüyle kişisel bir yapısı vardır ama kısa bir süre sonra birey, bu öznel çelişkinin, karşıtların evrensel çelişkisinin çok küçük bir kesiti olduğunu sezmeye başlar. Ruhumuz evrenin yapısıyla uyum içinde olmaya ayarlandığı için makrokozmosta olan her olayın eşi, ruhumuzun ulaşabilecek en küçük ve öznel zerresinde de oluşur. Bu nedenle tanrı imgesi, her zaman güçlü bir yüz yüze gelmenin içsel bir deneyime yansımasıdır. Bu durum içsel deneyimin ilk dürtülerini aldığı nesnelerin sembolleşmesi olarak ortaya çıkmış, bu nesneler gizemli önemlerini sürdürmüş ve gizem ya da o gizemin egemen gücü olarak nitelendirilmişlerdir. Bu yolla düş gücü, nesnenin somutluğundan kendini kurtarma olanağı bulur ve görünmeyenin kabataslak biçimini olayın arkasında duran bir şey olarak düşlemeye çalışır. Burada sözünü ettiğim, Mandala’nın en basit temel biçimi olan daire ve o dairenin çeyreği ya da bazı durumlarda haç biçimidir.
Bu tür deneyimlerin bireye yardım edici bir etkisi olduğu kadar, mahvedici bir etkisi de olabilir. Bunları anlayamadığı, onlardan kendini kurtaramadığı ve onların üstesinden gelemediği için çok etkilenir ve bilinçli kişiliğinden gelmediklerinin farkına vardığı için de onları mana, Şeytan ya da Tanrı diye nitelendirir. Bilim, “bilinçdışı” terimini kullanıyor ve böylece, bu konuda hiçbir şey bilmediğini kabul etmiş oluyor. Bir şeyi bilmenin tek yolu ruh olduğuna göre, ruhun içeriğini bilmesine olanak yok. Bu nedenle, mana, Şeytan ya da Tanrı gibi terimlerin geçerliliği ne onaylanabilir ne de yadsınabilir. Buna karşın, ruhtan kaynaklanmıyor gibi görünen nesnel bir deneyimin verdiği garip duygunun yapay bir duygu olmadığını saptayabiliyoruz.
Bir düşü ya da bir eşini kendimizin “yaratmadığını”, bunların kendiliklerinden oluştuğunu bildiğimiz gibi, yolumuzun üzerinde bize yabancı gelen bilmediğimiz bir şeyin olduğunu da biliyoruz. Bu anlamda, bize olanların bir mana’dan, bir şeytandan ya da bilinçdışından kaynaklandığını varsayabiliriz. İlk üç terimin, gizemin duygusal yönünü içerme ve onu güçlendirme nitelikleri var, oysa dördüncü terim, yani bilinçdışı bayağı ve bu nedenle de gerçeğe daha yakın. Bu son kavram deneysel âlemi, başka bir deyişle, çok iyi bildiğimiz sıradan gerçeği kapsıyor. Bilinçdışı düş gücünü harekete geçiremeyecek denli nesnel ve mantıklı bir terim. Yalnızca bilimsel amaçla oluşturulduğundan, çelişkili oldukları için fanatizmi besleyebilen doğaüstü kavramların ve metafizik savların olmadığı, tutkudan arınmış gözlemlere uygun düşer.
Bu nedenle, kendimi mitsel dilde ifade etmek istediğimde “Tanrı” ve “Şeytan” terimlerini de kullanabileceğimi bilmeme karşın, ben “bilinçdışı” terimini kullanmayı yeğliyorum. Mitsel dili kullandığımda, mana, “Şeytan” ve “Tanrı” terimlerinin bilinçdışı için eşanlamlı olduklarının, yani her üç terimle ilgili bilgimizin, dördüncü terimden ne daha fazla ne de daha az olduğunun farkındayım. İnsanlar yalnızca daha çok şey bildiklerine “inanıyorlar” ve belirli amaçlar için bu inanç, bilimsel bir terimden çok daha yararlı ve etkili. “Tanrı” ve “Şeytan” kavramlarının en büyük yararı “yüz yüze” gelmenin daha somutlaşması, yani bu kavramlara bir kişilik yüklenebilmesidir. Duygusal nitelikleri onlara canlılık ve etkenlik kazandırır. Nefret ve sevgi, korku ve saygı yüz yüze gelme sahnesinde rol alır ve olaya önem katarlar. O âna dek, yalnızca ortada sergilenenlerle yetinmeyip onlar da oyunun bir parçası olurlar. Böylece, bireyin bütünlüğü zorlanmaya başlar ve birey tüm gerçeğiyle kendini bir karmaşanın içinde bulur. İşte ancak bu olursa, birey bütünleşebilir ve, “Tanrı doğabilir,” yani insanlık gerçeğine girebilir ve insanlarla “insan” olarak ilişkiye geçebilir. Bu yenidendoğuş eylemi, İsa’nın, “Beni gören Tanrı’yı görür,” sözlerine uygun düşerek, içsel bağlamda, egonun yerini Tanrı’nın almasına yol açar, dışsal bağlamda da Tanrı insan olur.
Bu noktada mitsel terminolojimin yetersizliği ortaya çıkıyor. Bir Hıristiyan’ın sıradan Tanrı kavramına göre Tanrı her şeye kadirdir, her şeyi bilir ve bağışlayıcıdır, dünyayı o yaratmıştır. Bu Tanrı insan olmak istese, bütünlüğünü, bölünemeyecek kadar küçük olan insanın düzeyine indirgeyebilmek için çok büyük bir “kenosis”, yani boşalmaya gereksinimi olur. Böyle bir şey olsa bile, insan yapısının, bu yenidendoğuşun etkisiyle, nasıl olup da tuzla buz olmayacağını anlayabilmek çok zor. Bu nedenle, din bilimciler İsa’ya sıradan insan varoluşunun üstünde nitelikler verme gereğini duymuşlardır. Her şeyden önce, İsa’da macula peccati (ilk günahın izi) yoktur. Başka bir nedeni yoksa, yalnızca bu nedenle, en azından bir tanrı-insan ya da bir yarı-tanrıdır. Hıristiyan Tanrı imgesi, çelişkilere düşmeden yaşayan bir insanda yeniden doğamaz. Ayrıca insanın dışsal niteliklerine bakılırsa, Tanrı’yı temsil etmeye hiç de uygun olmadığı da ayrı bir gerçek.
Bu mit tektanrıcılığı ciddiye almalı ve yetkililerce resmen yadsınmasına karşın bugüne dek süren ve her şeye kadir Tanrı ve onun karşısında sonsuz bir karanlık güçten oluşan ikileminden vazgeçmeli ve sistemde Nikolaus von Cusa’un felsefi karşıtlıklar kompleksinin ve Jacob Boehme’nin ahlaksal karmaşıklığının söz hakkına sahip olması sağlanmalıdır. Bunlar yapıldığında Tanrı bir bütünlük kazanabilir ve ona özgü olması gereken karşıtların bir sentezine ulaşılabilinir. Simgelerin, yapıları gereği, karşıtların, birbirleriyle çatışmadan ya da sapmalara yol açmadan, birbirlerini karşılıklı tamamlayarak bir bütün oluşturmalarını sağladıkları ve böylece yaşama anlamlı bir biçim verdikleri doğrudur. Bu deneyimden geçildikten sonra, doğa-tanrı ya da yaratıcı-tanrı imgesinin verdiği karmaşanın günümüzde yarattığı zorluklardan arınılabilinecek ve ancak o zaman, Tanrı’nın yenidendoğuş gerekliliğinden kaynaklanan mit (Hıristiyanlık mesajının özü) insanın karşıtlarla yaratıcılığa dönük karşılaşmasını ve onların benlikteki sentezi, yani kişiliğinin bütünlüğü olarak algılanabilmesini sağlayacaktır. Yaratıcı-tanrı imgesindeki kaçınılmaz çelişkiler, simyacıların coniunctio oppositorum dedikleri ya da unio mistica denen bu birleşmeyle uzlaşabilir ve bir bütünlük sağlayabilirler. Benliğin bu deneyiminde, eskiden olduğu gibi uzlaşma “Tanrı” ve “insan” yerine, Tanrı imgesinin içindeki karşıtlar arasında olur. Tanrı’ya hizmet etmenin yolu budur. Bu hizmet karanlıktan aydınlığa çıkmak demektir ve Yaratıcı’nın yaratısının, insanın da kendisinin bilincine varabilmesi için insanın Tanrı’ya verebileceği bir hizmettir. İnsana yaratılış tasarımı içinde anlamlı bir yer ve yaratılışa anlam katabilecek amaç ya da amaçlardan biri budur. Yılların birikimiyle iç dünyamda oluşan açıklayıcı bir mittir bu. Bu amacı onaylayabildiğim ve ona saygı duyduğum için kendi açımdan yeterli buluyorum.
Düşünme yeteneği insanı hayvanların dünyasından çıkarıp yücelmesini sağlamıştır ve bu olgu, doğanın ona bilincini geliştirmesi için bu yüksek yetiyi verdiğini gösterir. Bilinç yoluyla, dünyanın var olduğunun farkına varıp doğayı sahiplenmesi, Yaratıcı’yı da onaylaması demektir. Bilinçli düşünce olmasaydı dünya olayların dünyasına dönüşemezdi. Yaratıcı kendisinin bilincinde olsaydı, bilinçli yaratıklara gereksinimi olmaz, ayrıca, büyük bir olasılıkla milyonlarca yıl süren sayısız türlerin ve yaratıkların üremesini sağlayan yaratılışın dolaylı yöntemleri, amaçlı bir tasarımın sonucu olmazlardı. Doğa tarihi bize, milyonlarca yıldır birbirini yiyip yutan türlerin gelişigüzel ve nedensel değişikliklere uğradıklarını söylüyor. İnsanın biyolojik ve politik tarihiyse, aynı şeylerin daha karmaşık bir biçimde yenilenmesinden oluşur. Oysa insan zihninin tarihi farklı bir resim ortaya çıkarır ve bu tarih süreci için devreye, mucizevi bir biçimde, ikinci bir evrenin yaratılış kuramı olan düşünebilen bilinç girer. Bilincin önemi öylesine büyüktür ki, insan görünüşte anlamsız gibi gelen ürkünç biyolojik karmaşanın bir yerinde bir anlamın gizlendiğinden kuşkulanmaktan kendini alamamış ve sonuçta, bu anlama giden yolun mutlak göstergesi, farklılaştırılmış beyinleri olan sıcakkanlı omurgalıların düzeyinde bulunmuştur. Bu yol amaçlanmadan ve daha önceden bilinmeden, her nasılsa hissedilerek karanlık bir dürtüden çekip çıkartılmıştır.
İnsanın ve mitinin anlamı üzerinde düşündüklerimi mutlak bir gerçek olarak ortaya koymak gibi bir düşüncem yok, ama sanırım ki Balık burcunun etkisindeki çağımızın sonunda söylenebilecekler bunlardır. Büyük bir olasılıkla, Balık burcundan sonra gelen ve simgesi insan olan Kova burcu (su taşıyıcı) çağını düşünerek de bunları söylemek gerekir. Balık burcu ters duran iki balıktan oluşan bir coniunctio oppositorum’dur. Su taşıyıcı sanki benliği gösteriyor ve soylu bir davranışla, özü hâlâ bilinçsiz olan bir oğulu simgeleyen Piscis austrinus’un ağzına, elindeki kabın içindekileri boşaltıyor. Bu bilinçsiz özden, iki bin yıldan fazla süren bir çağ daha geçtikten sonra, nitelikleri oğlak simgesiyle gösterilen bir gelecek doğacak. Capricornus veya Aigokeros birlikte büyümüş, birbirinin eşi olan iki hayvansal öğeden oluşur ve dağları ve denizlerin derinliklerini simgeler. Bu garip yaratık rahatlıkla “insanla”, yani Anthropos’la karşılaşan, Yaratıcı Tanrı’nın ilk imgesi olabilir. Bu konuda, tanıdığım insanların bilinçdışlarından ya da tarihsel belgelerden oluşan, elimdeki deneysel bilgi verilerinin suskunluğu içimde de sürüyor. İçgörüş kendiliğinden oluşmadığı sürece, düşünüp varsayımlarda bulunmanın bir anlamı yok. Ancak Kova burcu çağıyla ilgili bilgiyle karşılaştırabileceğimiz nesnel bilgi elimize geçtiğinde, bu bir anlam kazanır.
Bilinç sürecinin uzunluğunu ve ilerde insanı nereye götüreceğini bilmiyoruz. Bu süreç yeni bir öğe ve karşılaştırabileceğimiz örnekler olmadığı için ne, ne tür bir potansiyel içerdiğini ne de Homo sapiens türünü gelecekte neyin beklediğini bilebiliyoruz. Acaba bu tür de, bir zamanlar yeryüzünde gelişen, sonra da nesli tükenen hayvan türlerinin kaderini paylaşıp o türlerden biri mi olacak? Biyoloji bilimi böyle olmayacağını gösteren nedenler ortaya koyamıyor.
Ruhsal bütünlüğümüz ve bilinçle bilinçdışının ortaklığıyla, insanın evrendeki varlığını yeterince açıklayabilen bir dünya görüşü oluşturabilsek mitsel açıdan gerekeni ifade etmiş oluruz. Anlamsızlığın, yaşamı dolu dolu yaşamayı engellediği için bir hastalıktan farkı yoktur. Birçok şeyi, hatta belki de her şeyi dayanılır bir hale dönüştüren anlamdır. Hiçbir zaman, herhangi bir bilim mitin yerini alamayacak ve bilimden hiçbir zaman bir mit oluşturulamayacak, çünkü “Tanrı” bir mit değil, insanın içindeki tanrısallığın ortaya çıkmasıdır. Miti biz yaratmıyoruz. Bizimle daha çok Tanrı’nın Söz’ünü söyleyerek konuşuyor. Tanrı’nın Söz’ü bize ulaşıyor ve bizim de bu Söz’ün Tanrı’dan ne denli farklı olduğunu ayırt edebilmemiz olanaksız. Bu Söz’de, onunla hazırlıksız karşılaşmamızın ve bize sorumluluk yüklemesinin dışında bilinmeyen ya da insanca olmayan hiçbir şey yok ve irademizin keyfî işlemlerinden etkilenmiyor. Bir esinin nedenlerini açıklayamayız. Bir eşini zihnimizde ölçüp biçerek oluşturamayacağımızı, çünkü onun bize başka bir yerden geldiğini hissederiz. Doğru çıkan bir düş gördüğümüzde, bunu kendi gücümüzün oluşturduğunu düşünebilir miyiz? Aradan belirli bir süre geçmeden, düşün, önceden bir şeyi ya da uzakta olan bir olayı haber verdiğini nereden bileceğiz?
Dünya bizim başımıza gelen bir olgudur ve biz çok büyük bir belirsizliğin kurbanları olduğumuz için acı çekeriz. Tanrı bir Complexio oppositorum olduğuna göre, her şey kelimenin tam anlamıyla olasıdır. Gerçek ve düş, iyilik ve kötülük eşdeğerde başımıza gelebilir. Bir mit, Delphoi kehaneti ya da bir düş gibi iki anlamlıdır ya da iki anlamlı olabilir. Mantığı göz ardı edemeyiz ve etmemeliyiz ama içgüdülerimizin bizim yardımımıza koşacağı umudunu da yitirmememiz gerekir. Bunu yaptığımızda, Eyub’un uzun bir süre önce anladığı gibi, Tanrı bizi Tanrı’ya karşı destekler. “Öbür irade”nin ifade edildiği her şey, bir insanın düşünmesi, sözleri, imgeleri ve yetersizliği bile, o insanın içinde oluşan şeylerdir. İnsan her şeyi üstüne alma eğilimindedir ve basmakalıp psikolojik terimlerle düşünmeye başlarsa, her şeyin kendi isteklerinden ve kendisinden kaynaklandığı sonucuna varır. Çocukça bir saflıkla, ulaşabileceklerini ve “kendi”nin ne olduğunu bildiğini sanır. Oysa bu süreçte, bilincinin zayıflığı ve onunla eş orandaki bilinçdışı korkusundan kaynaklanan ölümcül bir zayıflık içindedir. Bu nedenle, özenle kurduğu mantıkla, ona doğru başka bir kaynaktan ansızın akanı birbirinden ayırmayı kesinlikle başaramaz. Kendisine karşı nesnel olamadığı gibi, kendisinin iyi de olsa kötü de olsa, varlığı olan bir olguyla aynı şey olduğunu göremez. Başlangıçta her şey üstüne yığılır, her şey onun başına gelir ve ancak çok büyük bir çaba harcayarak kendine görece bir özgür alan kazanmayı ve onu elinde tutmayı başarır.
Ancak bunu gerçekleştirdikten sonra, baştan beri ona verilmiş olan ve ne kadar isterse istesin yok edemediği içgüdüsel köküyle yüz yüze kaldığının bilincine varır. Başlangıçta olanlar kesinlikle geçmişte kalmaz, onun varoluşunun altyapısında sürekli onunla birlikte yaşarlar ve bilincine, çevresindeki fiziksel dünya kadar onlar da biçim verirler.
Bu gerçekler bireye içten ve dıştan büyük bir güçle saldırırlar. Bu güçleri insanoğlu, Tanrı unsuru diye özetlemiş, etkilerini mitlerin yardımıyla betimlemiş ve bu mitleri, “Tanrı’nın Sözü”, yani “öteki taraf”taki numenin esinleri ve açıklamaları olarak yorumlamıştır.
Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler,Düşünceler | Otobiyografi
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir (Can Yayınları)
CARL GUSTAV JUNG’UN SON DÖNEM DÜŞÜNCELERİ II ↓
JUNG: KİMLİKSİZLİK İLE KARŞI KARŞIYA KALAN BİREYİN, VARLIĞINI TEMSİL ETMESİNİN TEK YOLU ÖRGÜTLERDİR