Düşlere dayanarak bir insanın ruhsal yaşamı konusunda birtakım sonuçlara varılabileceği öteden beri ileri sürülür. Goethe’nin çağdaşı olan Lichtenberg, bir kimsenin yaratılış ve karakterinin o kimsenin söz ve davranışları değil de, düşlerinden yola çıkıldığında çok daha iyi anlaşılabileceğini söyler. Bu sözlerin biraz abartılı olduğu kuşkusuzdur. Bizim görüşümüze göre, her ruhsal olayın üzerine ihtiyatla eğilmek ve söz konusu olayı ancak daha başka olaylarla ilişki içinde açıklamak gerekir; dolayısıyla, bir düş yorumunun bize kazandıracağı bilgiler gerçek olaylar tarafından desteklenmediği sürece, düşlerinin yorumundan kalkarak bir insanın kişiliği konusunda sonuçlar çıkarmamız doğru sayılmaz.
Düşlerin incelenmesinin çok eski bir geçmişi vardır. Uygarlığımızın gelişiminde ve onun çökeltileri sayılan mitlerle destanlarda karşılaştığımız çeşitli öğeler, düşler üzerinde eskiden daha çok durulduğu sanısını bizde uyandırmakta, yine eskiden düşlere şimdikinden çok daha önem verildiğini ortaya koymaktadır. Örneğin, düşlerin eskiden Yunanistan’da oynadığı o pek büyük rolü anımsayalım: ayrıca Cicero’nun salt düşler üzerine bir kitap kaleme aldığını ve Tevrat’ta yine çeşitli düşler anlatılıp, bunların son derece zekice yorumlandığını, ya da bir düş salt anlatılmaya görsün, herkesin düşün içeriğini hemen kavradığını düşünelim. Örneğin, kutsal kitaplarda Yusuf’un kardeşlerine anlattığı buğday demetleriyle ilgili düşü getirelim aklımıza. “Nibelungen” destanından, yani bambaşka bir kültür çevresinde doğmuş bir yapıttan, düşlerin bir zamanlar kanıtlayıcı bir rol oynadığı sonucunu çıkarabiliriz.
Düşlerden insan ruhunu tanımada yararlanacağımız ipuçları ele geçirmeye çalışıyorsak, düşte doğaüstü güçlerin parmağını gören düş yorumlarının izlediği düşsel doğrultudan enikonu uzak bir tutumla bunu yaptığımızı söylemek isteriz. Bizim izlediğimiz yol, deneyimlerin, değeri kanıtlanmış yoludur yalnızca; düşlerden çıkardığımız sonuçlara da, ancak bu sonuçları daha başka alanlarda yapacağımız gözlemlerin doğrulaması halinde başvuracağız.
Her şeye karşın, bugüne kadar düşlere, geleceği öğrenme bakımından ayrı bir önem verilmesi dikkate değer bir noktadır. Hatta gördükleri düşleri kendilerine kılavuz edinecek kadar ileri giden kimselerin varlığını belirtmek isteriz. Örneğin, hastalarımızdan biri tüm uğraşlara sırt çevirerek kendini borsa oyunlarına vermiş ve bu oyunları oynarken her seferinde gördüğü düşlere tam bir uygunluk içinde davranmıştır. Hatta bir düşün istediği doğrultuda davranmadı mı, durumun her seferinde aleyhinde sonuçlandığına ilişkin tarihsel denilebilecek bir kanıt ortaya koymuştur.
Burada hastamızın düşünde gördüğü şeye uyanık durumda da sürekli dikkatini yönelttiğini, normalde kendisini bir dereceye kadar iyi tanıdığı için düşünde kendi kendisine bir ipucu verdiğini düşünmek akla yakın görünmektedir. Hastamızın düşlerinin etkisiyle bol kazançlara kavuştuğunu hayli zaman ileri sürebilmesi, işte buradan kaynaklanmaktadır.
Ne var ki, aradan uzunca bir zaman geçmiş, hastamız bir gün artık düşlerine hiç kulak asmayacağını açıklamıştır, çünkü o zamana kadar kazandıklarının tümünü yine borsada elden çıkarmıştır. Kuşkusuz düşsüz de gerçekleşebilecek bir şeydir bu ve bizim bir mucizeye inanmamızı sağlayacak yanı yoktur. Çünkü bir işle yoğun olarak uğraşan kimse, geceleri de aynı işle uğraşmadan rahat edemez. Kimileri bunu hiç uyumamak, hep söz konusu iş üzerinde kafa yormakla yapar, kimileri de uyur, ama gördükleri düşlerde soluğu hep kurdukları planlarının kucağında alırlar.
Uyurken düşünce dünyamızda pek tuhaf biçimlerde olup biten şey, bir önceki günden bir sonraki güne bir köprünün kurulmasıdır yalnızca. Genellikle bir kimsenin yaşam karşısındaki tutumunu ve geleceğe uzanan köprüyü normalde nasıl kurmaya alışık olduğunu bilirsek, düşsel köprüleri kuruşundaki tuhaflığı da anlayabilir ve bundan birtakım sonuçlar çıkarabiliriz. Kısaca, düşün temelinde kişinin yaşam karşısındaki tutumu saklı yatar.
Bir ara genç bir kadının ağzından şöyle bir düş dinlemiştim: Kadın, rüyasında kocasının evlenme yıldönümlerini unuttuğunu görmüş, kendisine sitemler yöneltmişti. Bu düş tek başına kimi şeyler anlatır bize. Eğer bir evlilikte düşte sergilenen durum gerçekten baş gösterebiliyorsa, o evlilik birtakım sorunları içeriyor ve kadın kendini ihmal edilmiş hissediyor demektir. Gerçi kadın evlenme yıldönümlerinin kendisinin de aklından çıktığını belirtmiştir; ama söz konusu günü sonradan anımsayan yine kendisi olmuş, kocasına da kendisi anımsatmıştı. Yoksa kocasının bundan haberi olmayacaktı. Dolayısıyla, kadın, bir evliliği oluşturan taraflardan daha iyisidir. Bir soru üzerine verdiği yanıt, böyle bir unutma olayının gerçekte şimdiye dek asla görülmediği yolundadır. Buna göre, düşün odak noktasında gelecek hesabına duyulan bir korku yer almakta, kadın böyle bir durumla günün birinde karşılaşabileceğinden tasalanmaktadır. Dolayısıyla, düşten çıkarabileceğimiz bir sonuç, gerçeklikten yoksun bir nedenle kocasına suçlamalar yöneltme, belki günün birinde bulunacağı bir davranıştan ötürü kocasına sitemde bulunma eğiliminin kadının içinde yaşamakta olduğudur.
Ne var ki, çıkardığımız sonuçları doğrulayıp pekiştirecek başka kanıtlar ele geçiremediğimiz süre, kesinlikle böyledir diye kestirip atamayız. İlk çocukluk izlenimleriyle ilgili bir sorumuz üzerine, kadın bize şimdiye kadar hiç belleğinden çıkmayan bir olayı anlatmıştır. Üç yaşındayken, bir gün teyzesi kendisine tahtadan oyma bir kaşık armağan etmiş, bu da onu sevince boğmuş. Bir ara bir çay kenarında oynarken, kaşık suya düşmüş ve akıntıyla sürüklenip gitmiş. Buna günlerce üzülüp durmuş; o kadar üzülmüş ki, çevresindekilerin dikkatini çekmiş durum.
Burada düşle ilişki kurarak şunu belirtebiliriz ki, düşü gördüğü sırada kadın bir zamanlar olduğu gibi elinden bir şeyin, yani evliliğinin “kayıp gidebileceğinden” korkmaya başlamıştı. Ya kocası evlenme yıldönümlerini unutursa!
Bir başka düşte ise kocasının kendisini yüksek bir binanın merdivenlerinden çıkardığını görmüştü kadın. Basamaklar arttıkça artmış, gereğinden çok yükseğe çıkmış olabileceklerini düşünür düşünmez kadının başı fena halde dönmeye başlamış, derken bir korku nöbetine yakalanarak olduğu yere yığılıp kalmıştı. Yüksekte başı dönen insanlar vardır ve böyle bir baş dönmesinde de kendini açığa vuran şey yüksek yerde bulunmaktan çok, derinlik korkusudur. Söz konusu durum işte bu tür kimselerin uyanıkken de başına gelebilir. İkinci düşle birincisi arasında bir bağlantı kurulup içerdikleri düşünce ve duygu malzemesi bir araya getirilirse, kadının çok derinlere düşme korkusunu yaşayan, yani bir felaketin baş göstermesinden tasalanan bir kimse sayılacağı izlenimine kapılmamak elde değildir. Söz konusu felaketin de nasıl bir şey olduğunu sezgisel yoldan çıkarabiliriz: Adamın kendisini artık sevmeyeceği vb. bir durumdur bu. Adam şu ya da bu nedenle evlilik için işe yaramaz bir duruma gelir ve evlilik yaşamında birtakım aksaklıklara yol açarsa ne olacaktır? Bunu umutsuzluktan kaynaklanan birtakım eylemler izleyecek, sonunda belki kadın olduğu yere cansız yığılıp kalacaktır. Ve evde geçen bir olay sırasında gerçekten benzer bir durum yaşanmıştır.
Böylece düşün anlamına biraz daha yaklaşmış olduk. Düşünce ve duygu dünyasının düş sırasında hangi malzemeyle kendini açığa vurduğu, insanın sorunlarını düşte hangi malzemeyle dile getirdiği önemsizdir; yeter ki ilgili malzemeyle ruhundakilere bir dışavurum sağlayabilsin. Bir insanın yaşam sorunu düşte mecaz yoluyla (fazla yükseğe çıkma ki, fazla derine düşmeyesin!) ele verir kendini. Burada bir düşün sanatsal reprodüksiyonu olan Goethe’nin Evlenme Şarkısı’nı anımsayalım. Bir şövalye evine dönüp geldiğinde, şatosunu bakımsız durumda bulur. Yorgun argın yatağa uzanır ve düşünde küçük küçük birtakım insanların yatağın altından çıkıp geldiğini görür; gözlerinin önünde cüceler bir düğün şenliği düzenler. Düş, tatlı bir izlenim bırakır şövalyenin üzerinde. Adeta şatoya bir hanım gerektiği düşüncesinin onaylanıp doğrulanmasını arzulayarak düşü görmüş gibidir. Düşte küçük bir örneğine tanık olduğu tören, çok geçmeden büyük çapta gerçekleşir ve şövalye kendi düğün şenliğini yaşar.
Bu düş, bizim daha önceden bildiğimiz kimi öğeleri içerir. Herhalde düşün gerisinde ozanın kendi evlilik sorunu üzerinde kafa yorduğu günlere ilişkin bir anımsama yer almaktadır. Düşü görenin, dış güçlükler nedeniyle yaşadığı durum karşısında nasıl bir tutum takındığı belli olmakta, ilgili tutum da onun bir an önce evlenmesini istemektedir. Düşte düşü gören evlilik sorunuyla uğraşıyor, ertesi gün de gerçekten evlenmesinin en iyi çıkar yol olacağı kararına varıyor.
Şimdi de 28 yaşındaki bir adamın düşüne kulak verelim. Düşte bir aşağı bir yukarı inip çıkan çizgi, bir ateş eğrisi gibi bu insanın ruhunu dolduran devinimi gösteriyor. Yukarıya, üstünlüğe kavuşmak uğrunda harcanan çabaların kaynaklandığı aşağılık duygusu, düşte açıkça seçilmektedir. Adamın ağzından şunları dinliyoruz:
“Büyük bir kalabalıkla bir gezintiye çıkıyorum. Bindiğimiz gemi küçük bir şey; dolayısıyla bir ara iskelede inip, kentte gecelememiz gerekiyor. Gece olunca geminin batmakta olduğu haberini alıyoruz; geziye çıkanlardan tulumbalarla suyun boşaltılıp geminin kurtarılmasına yardımcı olması isteniyor. Birden bagajımın altında değerli eşyalarımın bulunduğunu anımsıyor, hemen gemiye seğirtiyorum; bakıyorum ki herkes tulumbaların başında. Ama ben bu işe yan çiziyor, bagajların yerleştirildiği salonu arıyorum. Bir pencereden sırt çantamı çekip almayı başarıyorum derken. Sırt çantamın yanında bir kalemtıraş gözüme çarpıyor, pek hoş bir şey; alıp cebime atıyorum. Gemi giderek daha çok sulara gömüldüğünden, orada rastladığım bir başka tanıdıkla geminin gizli bir yerinden denize atlıyorum. Hemen dibi boyluyorum. Dalgakıran fazla yüksek olduğu için ileri doğru yürüyor, derken derin ve dik bir çukurun kenarına geliyorum; içine inmem gerekiyor çukurun. Aşağı doğru kaymaya bırakıyorum kendimi –gemiden ayrıldığımızdan bu yana arkadaşımı görmedim– giderek hızlanıyor kaymam, bir yere vurup kafamı gözümü patlatmaktan korkuyorum. Sonunda çukurun dibine varıyor, tam da bir tanıdığımın önüne düşüyorum. Kendisini pek de tanımıyorum doğrusu, yalnızca bir grev sırasında grev yönetim kurulundaki hamaratlığı ve nezaketiyle üzerimde hoş bir izlenim bırakmış gençten biri. Sanki gemidekileri yüzüstü bıraktığımı biliyormuş gibi, suçlamayla karşılıyor beni: “Sen ne arıyorsun burada?” diyor. Sonra çukurdan çıkmaya çalışıyorum; dört bir yanı sarp duvarlarla çevrilmiş çukurun, duvarlardan aşağı ipler sarkıyor. Çok ince şeyler; onlardan yararlanmayı göze alamıyorum. Tırmanıp yukarı çıkmaya uğraştıkça ikide bir yine çukurun içinde buluyorum kendimi. En sonunda yukarı çıktım, ama şu anda nasıl olduğunu anımsamıyorum; bana öyle geliyor ki, düşün bu bölümünü kasten görmüyor, adeta sabırsızlıkla üzerinden atlayıp geçiyorum. Yukarıda uçurumun kenarında bir yol gidiyor; uçurumdan bir korkulukla ayrılmış yoldan gelip geçenleri görüyorum, güler yüzle beni selamlıyorlar.”
Yaşamında gerilere doğru uzandığımız zaman, düşü görenin beş yaşına kadar ağır hastalıklardan göz açamadığını, beş yaşından sonra da sık sık hasta yattığını öğreniyoruz. Sağlık durumunun bozukluğundan ötürü anne ve babası üzerine titriyor, başka çocuklarla hemen hiç bir araya gelemiyor. Beri yandan, ne zaman büyükler arasına karışmak istese, çocukların her yere burnunu sokmaması gerektiğini, büyüklerin arasında işlerinin olmadığını söyleyen anne ve babası tarafından itilip uzaklaştırılıyor. Dolayısıyla, daha küçük yaşta başkalarıyla birlikte yaşamanın gerektirdiği davranışlardan habersiz yaşamaya başlıyor, insanlarla arasında bu davranışların öğrenilmesini sağlayacak ilişkileri kurulamıyor bir türlü. Çocukluktaki yaşam biçiminin doğurduğu bir başka sonuç da düşü görenin yaşıtı olan arkadaşlarını gelişim açısından bir hayli geriden izlemesi, onlara ayak uyduramaması oluyor. Dolayısıyla, arkadaşlarının kendisine hep aptal gözüyle bakmasının ve çok geçmeden sürekli alay konusu edilmesinin şaşılacak yanı kalmıyor. Bu durum da, kendisine arkadaş arayıp bulmaktan onu alıkoyuyor.
Sözü geçen olaylar sonucunda zaten içinde yaşayan alabildiğine güçlü aşağılık duygusu doruk noktasına ulaşıyor. İyi yürekli olmakla birlikte ansızın kızıp parlayan asker bir babayla güçsüz ve anlayışsız, ama son derece zorba bir anne tarafından eğitiliyor. Her ne kadar anne ve baba ikide bir iyi niyetlerini belirtmişlerse de, hastamızın gördüğü eğitimi hayli sert olarak nitelemek yanlış sayılmaz. Bu eğitimde aşağılama önemli rol oynuyor. Hastamızdan, eski bir çocukluk anısı olarak bellekte kalmış ilginç bir olay öğreniyoruz. Henüz üç yaşındayken annesi yarım saat bezelyeler üzerinde diz çöküp oturtmuştu kendisini; çünkü onun söylediği bir şeyi yapmaya yanaşmamıştı, nedeni de –annesi çok iyi bilmekteydi bu nedeni, çünkü söylediği şeyi niçin yapmak istemediğini annesine açıklamıştı– atlı bir adamdan korkmasıydı; dolayısıyla annesinin sözünü dinlememiş, çarşıdan alması istenilen bir şeyi gidip almaktan kaçınmıştı. Doğrusu evdekilerin, hastamızı pek sık dövdüğü söylenemezdi. Ama bir kez dövecek oldular mı, bunu köpekler için kullanılan çok sırımlı bir kırbaçla yapmışlar, her seferinde de dayaktan sonra onu af dilemek ve bu arada niçin dayak yediğini kendi ağzıyla söylemek zorunda bırakmışlardı. “Yaptığı edepsizliği çocuk bilmeli,” demişti babası hep. Ama bir defasında hastamız haksız yere dayak yemiş, sonradan ne kabahat işlediğini söyleyememişti; bunun üzerine yeniden sopadan geçirilmiş, yine bir şey söyleyememiş, yine dövülmüş, sonunda ancak kafasından bir suç uydurup dayaktan kurtulabilmişti.
Görülüyor ki, daha erken bir dönemde anne ve babayla çocuk arasında düşmanca bir hava esmeye başlamıştı. Çocuğun ruhuna çöreklenen aşağılık duygusu öylesine geniş boyutlara ulaşmıştı ki, çocuk bir üstünlük duygusundan düpedüz habersiz yaşamıştı. Gerek evde, gerek okuldaki yaşamı irili ufaklı utançların aralıksız uç uca ulanarak oluşturduğu bir zinciri andırıyordu. En küçük bir başarı bile ona çok görülmüştü. On sekiz yaşına gelmiş, okulda hâlâ kendisiyle gülünüp eğlenilen bir kişi durumundan kurtulamamıştı. Hatta bir defasında aynı işi öğretmenlerden biri yapmıştı; başarısız bir sınav kağıdını sınıfta herkesin önünde okumuş, arada sert sözler söyleyerek onunla alay etmişti.
Bu tür olaylar hastamızı giderek daha büyük bir soyutlamanın kucağına itmiş, sonunda kendisi de başkalarından uzak durmak için elinden geleni yapmaya koyulmuştu. Anne ve babasıyla arasındaki mücadele, etkili olmasına karşın kendisi için tehlikeli sonuçlar doğuracak bir silaha kavuşmasını sağlamış, kısacası konuşmaktan el çekmişti. Bu da, onu çevreyle ilişki kurmada en önemli araçlardan birinden yoksun bırakmıştı. Çok geçmeden hiç kimseyle konuşamaz duruma gelmiş, katıksız bir yalnızlığın kucağına yuvarlanmıştı. Kimse kendisini anlamadığı için, anne ve babası başta olmak üzere kimseyle konuşmaya yanaşmıyor, kimse de artık kendisine bir şey söylemiyordu. Çevresiyle ilişki kurmasını sağlamada başvurulan tüm girişimler sonuç vermemişti. Ama sonradan aşk ilişkileri kurmaya yönelik tüm girişimleri de başarısız kalmış, bu da kendisi için büyük bir üzüntü kaynağı olmuştu.
Hastamızın yaşamı yirmi sekiz yaşına kadar böylece sürüp gitmişti. Ruhunu baştan başa kaplayan o güçlü aşağılık duygusunun etkisiyle görülmedik bir hırs, dizginlenemeyen bir saygınlık ve üstünlük eğilimi yakasına yapışıp bir türlü koyvermemiş, toplumsallık duygusunu görülmedik ölçüde zayıflatıp azaltmıştı. Ne kadar az konuşursa, ruhsal yaşamı o kadar çalkantılı durum almış, gece ve gündüz içi her türünden zafer ve başarı düşleriyle dolup taşmaya başlamıştı.
Anlattığımız bütün bu ruhsal olayların izlediği devinim çizgisini ele veren düş de işte bu dönemde görülmüştü.
Son olarak Cicero’nun sözünü ettiği o en ünlü kehanet düşlerinin birine kısaca değinelim:
Günün birinde yol kenarında tanımadığı birinin kendi haline bırakılmış cesedine rastlayarak, bir ölüye yaraşır biçimde gömülmesini sağlayan Ozan Simonides, günlerden bir gün gemiyle bir yolculuğa çıkacak olur, ama yaptığı iyiliği unutmayan ölü, geceleyin düşüne girer, uyarır kendisini, yolculuğa çıkarsa geminin batacağını ve öleceğini söyler. Bunun üzerine Simonides vazgeçer yolculuktan ve gemi gerçekten batar, yolcuların hiçbiri kurtulamaz. Bize kadar ulaşan bilgilere göre, görülen düşün sonradan gerçekleşmesi yüzyıllar boyu insanlar için büyük bir heyecan kaynağı olmuş, onları derinden etkilemiştir.
Bu olay karşısındaki düşüncemizi açığa vurmak istersek diyebiliriz ki, bir kez o dönemde pek sık gemiler batmakta, ikincisi yine o dönemde pek çok insana tasarladıkları bir yolculuğa çıkmamaları için düşte uyarılar yöneltilmekteydi; ilgili düşler arasında da Simonides’in düşü sonradan gerçekleşmiş, bu özelliğinden ötürü de düş unutulmayarak sonraki kuşaklara aktarılmıştı. Yaradılıştan gizemli ilişkiler arayıp bulmaya eğilimli insanların, bu tür anlatımlara karşı büyük bir ilgi duymalarında anlaşılmayacak bir yan yoktur. Ancak biz nesnel bir tutumla davranarak, düşü şu şekilde yorumlayabiliriz: Bizim Ozan Simonides, can korkusundan yolculuğa çıkmak için pek de hevesli davranmaz. Yolculuk için karar saati gelip çattığında da, içindeki yolculuğa çıkmama eğiliminin güçlenip pekişmesini sağlayacak bir çareye başvurur: Bir zaman yol kenarından rastladığı ölüyü sahneye çıkararak, yaptığı iyiliğin karşılığını kendisine ödetir. Bundan böyle yolculuğa çıkmaması doğaldır. Simonides’in bineceği gemi batmasaydı, bütün bu olaydan belki de dünyanın hiç haberi olmayacaktı. Çünkü biz, yalnızca bizi tedirginliğe sürükleyen, yerle gök arasında akıl ve hayalimizden geçirmeyeceğimiz kadar çok gizin saklı bulunduğu inancını bize vermeye elverişli olayları duyar, işitiriz. Düş ve gerçeğin insanın aynı tutumunu yansıtmasından ötürü, düşte rastlanacak kehanet özelliğinin akıl erdirilemeyecek yanı yoktur.
Ancak bizi düşündüren bir şey varsa, her düşün bu kadar kolay anlaşılamaması, ancak pek az düşte bunu başarabilmemizdir. Gördüğümüz düşü hemen unutur ya da üzerimizde belirli bir izlenim bırakmışsa, ardında saklı yatan anlamı çıkaramayız; meğer ki, düşleri yorumlama tekniğini öğrenmiş olalım. Kolay anlaşılmayan düşler için de yukarıda söylediklerimizi tekrarlayarak, düşün benzeti [mecaz] ve simge yoluyla bir insanın devinim çizgisini yansıttığını ileri sürebiliriz. Bir benzeti bir sorunun çözümüyle uğraşıyor ve kişiliğimiz belirli bir yöne doğru meylediyorsa, deneyimlerin ortaya koyduğu gibi, bir hız alma gereksinimi duyarız. Düş de, bir sorunun belirli bir biçimde çözümü için gereken heyecanı güçlendirmeye son derece elverişlidir. Düş görenin düşle arasında böyle bir ilişkinin var olduğunu bilmemesi, durumu değiştirmez. Gereken malzeme ve hıza kavuşması yeter kendisi için. Bunları ele geçirdi mi, düş, düşü görenin düşünsel etkinliğine damgasını vurur, yani düşü görenin devinim çizgisini belirler. Bir duman gibidir tıpkı düş, ateşin olduğu yeri bize gösterir. Hatta deneyimli biri, dumandan yola koyularak ateşte yanan odunun cinsi konusunda kimi sonuçlara varabilir.
Özetlersek diyebiliriz ki, düş, düşü görenin kafasının bir sorunla meşgul olduğunu, ayrıca bu sorun karşısında ne gibi bir tutum takındığını ortaya koyar. Düşte düşü görenin çevresine karşı tutumunu etkileyen toplumsallık duygusu ve güçlülük eğilimi gibi iki etken özellikle rol oynar, en azından bunların düşte hafiften izlerini ele geçirmek mümkündür.
İnsanı Tanıma Sanatı
Alfred Adler – Say Yayınları