JUNG: PSİKİYATRİ VAKALARININ ÇOĞUNDA, HASTANIN DİLE GETİRİLMEMİŞ BİR ÖYKÜSÜ VARDIR

Psikiyatri vakalarının çoğunda, hastanın dile getirilmemiş bir öyküsü vardır ve kural olarak, bu öyküyü kimse bilmez. Bence tedaviye, ancak tümüyle kişisel olan bu öyküyü iyice irdeledikten sonra başlanabilir. Hastanın gizidir bu ve hasta bu kayaya çarparak parçalanmıştır. Gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir anahtar elde etmiş olunur. Doktorun görevi, bu gizle ilgili bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağını düşünmektir. Çoğu vakalarda, bilincin malzemesini taramak yetersiz kalır. Bazı vakalarda çağrışım deneyi yolu açabilir. Düşlerinin yorumu ya da hastayla uzun ve sabırlı bir iletişim kurmak da. Tedavide göz önünde bulundurulması gereken nokta hastanın tüm kişiliğidir, yalnızca bulgular değil. Tüm kişiliğini zorlayan sorular sorulmalıdır.

JUNG PSİKİYATRİK ÇALIŞMALARINI ANLATIYOR

Burghölzli’de çıraklık dönemimi geçirdim. İlgilendiğim ve üzerinde araştırma yaptığım konuların başında benim için çok önemli olan şu soru geliyordu: “Ruhsal hastalığı olan birinin içinde gerçekte neler oluyor?” O zamanlar bunu çözemiyordum. Meslektaşlarım bu tür sorunsallarla ilgilenmiyordu. Psikiyatri hocaları da hastanın anlattıklarını dinlemiyorlardı bile. Dertleri, günlük teşhisleri nasıl koyacakları ya da bulguları nasıl tanımlayacaklarıydı. Yalnızca istatistik bilgi topluyorlardı. O zamanlar klinik çalışmalarında ağır basan görüşte, hastanın insan yönünün ve bireyselliğinin hiç önemi yoktu. Doktor, elinde sorgulanmamış uzun bir teşhis listesi ve ayrıntılı bulgularla hasta X’in karşısına çıkar, hastalar sınıflandırılır, bir teşhisle damgalanır ve çoğu zaman iş orada biter ve bu işte akıl hastasının psikolojisi hiç rol oynamazdı.

Bu noktada, özellikle, isteri ve düşlerin psikolojisiyle ilgili temel araştırmaları olduğu için Freud’u çok önemsemeye başlamıştım. Bence, düşünceleri, bireysel vakaların daha yakından irdelenmesi ve anlaşılabilmesi için yol göstericiydiler. Nörolog olmasına karşın, psikiyatriye psikolojiyi sokan odur.

O zamanlar, çok ilgimi çeken bir vakayı anımsıyorum. “Melankoli” olduğu varsayılan genç bir kadın hastaneye yatırılmıştı. Muayeneler her zamanki gibi titizce yapıldı. Hastanın geçmişi, testler, fiziksel kontrol vb. Teşhis, şizofreni ya da o günkü adıyla Dementia praecox’du. Hastanın ne kadar sürede iyileşeceğiyle ilgili sonuç, “kötü” çıktı.

Kadın, benim bölümüme düştü. Başlarda, teşhisten kuşku duymaya cesaret edemedim. Yeni başlamış biriydim ve hâlâ genç sayılırdım. Başka bir teşhis koyacak kadar kendime güvenemiyordum. Oysa vaka, garibime gidiyordu. Şizofreni vakası olmadığını, sıradan bir depresyon geçirdiğini düşünüyordum. Kendi yöntemlerimi uygulamaya karar verdim. O günlerde, teşhiste kullanılan çağrışımlarla ilgili çalışmalar içindeydim ve bu nedenle, hastaya bir çağrışım deneyi uyguladım. Ayrıca düşlerini de konuştuk. Böylece, geçmişiyle ilgili soruların ortaya çıkaramadığı gerçeği su yüzüne çıkarabildim. Karanlık ve trajik öyküsünü doğrudan doğruya bilinçdışından çekip çıkardığım bilgiyle elde ettim.

Evlenmeden önce, çok zengin bir sanayicinin çevredeki bütün kızların gözü üzerinde olan oğlunu tanımış ve çok hoş bir genç kız olduğu için de onu tavlamasının daha kolay olacağını düşünmüş. Anlaşılan, genç onunla ilgilenmemiş, o da başka biriyle evlenmiş.

Beş yıl sonra, eski bir arkadaşı onu ziyarete gelmiş. Eski günlerden söz ederlerken arkadaşı, zengin sanayicinin oğluna değinerek, “Evlenmen birini çok şaşırttı. Senin o Bay X’ini,” demiş ve işte o anda olan olmuş! Depresyonun başlangıcı o tarihe rastlıyor, birkaç hafta sonra da bir felakete yol açıyor: Bir gün, çocuklarına banyo yaptırıyormuş. İlk önce, dört yaşındaki oğlunu, sonra da iki yaşındaki kızını yıkamış. Yaşadığı taşra kentinde sular çok temiz olmadığı için, içmek için temiz kaynak suyunu, banyo ve temizlik için de mikroplu nehir suyunu kullanıyorlarmış. Kızını yıkarken, çocuğun süngeri emdiğini görmüş fakat sesini çıkarmamış. Oğluna, içmesi için bile o sudan vermiş. Doğal olarak bunu bilinçsizce ya da yarı bilinçli yapmış; çünkü zihni başlamış olan depresyonun etkisi altındaymış.

Kısa bir süre sonra, hastalığın kuluçka dönemi bitince, kızı hastalanıp tifodan ölmüş. En çok kızını severmiş. Oğluna enfeksiyonu almadığı için bir şey olmamış. Depresyonu, kızının ölümüyle akut hale dönüşmüş ve hastaneye kaldırmışlar.

Çağrışım deneyinden, onun bir katil olduğunu çıkarmış ve gizinin ayrıntılarını saptamıştım. Depresyona uğraması için bu yeterli bir nedendi. Aslında vaka şizofrenik değildi; psikojenik rahatsızlığı vardı.

İyileşmesi için ne yapmak gerekliydi? O güne dek uykusuzluğunu gidermek için uyuşturucular veriliyor, intihar girişimini önlemek için de sürekli izleniyordu. Başka hiçbir şey yapılmamıştı. Fiziksel sağlığı yerindeydi.

Bir sorunla karşı karşıdaydım: Onunla açıkça konuşmalı mıydım, yoksa susmalı mıydım? Harekete geçmeli miydim? Benim için bir vicdan sorunuydu bu. Çelişen görevlerle yüz yüze kalmıştım. Tek başıma karar vermem gerekiyordu. Meslektaşlarıma sormaya kalksam, “Ne yapıyorsun! Sakın kadına bunları söyleme. Onu daha çok çıldırtırsın,” deyip beni uyaracaklardı. Oysa etkinin bunun tersi olabileceğini düşünüyordum. Genel anlamda, psikolojide tek bir kural yoktur denilebilir. Bilinçdışı faktörünü ele alıp almamamıza bağlı olarak, bir soruya değişik biçimde yanıtlar verilebilir. Kuşkusuz, büyük bir risk altına girdiğimin bilincindeydim. İşler ters giderse başım derde girecekti.

Her şeye karşın, sonu belli olmayan bir tedaviyi denemeye karar verdim. Hastaya çağrışım deneyinin ortaya çıkardıklarını anlattım. Bunu yapmanın benim için ne denli zor olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Bir insanı açıkça cinayetle suçlamanın şaka götürür bir yanı yoktur. Hastanın bunu dinleyip kabullenmesi trajik bir olay oldu fakat iki hafta içinde toparlanıp taburcu oldu ve bir daha da hastaneye yatması gerekmedi.

Meslektaşlarıma bu olaydan söz etmememin başka nedenleri de vardı. Vakayı tartışıp yasal sorulara yönelmeleri olasılıydı. Kuşkusuz, hastayla ilgili bir şeyi kanıtlamaları olanaksızdı fakat bu tartışmalar onun felaketine neden olabilirdi. Kader onu yeterince cezalandırmış ve zaten büyük bir yükün altında ezilerek taburcu olmuştu. Bu yükü sırtlanarak yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu. Çocuğunu yitirmek onun için ürkünç bir deneyimdi ve yaptığının kefaretini zaten depresyonu ve hastaneye kaldırılışıyla ödemeye başlamıştı.

Psikiyatri vakalarının çoğunda, hastanın dile getirilmemiş bir öyküsü vardır ve kural olarak, bu öyküyü kimse bilmez. Bence tedaviye, ancak tümüyle kişisel olan bu öyküyü iyice irdeledikten sonra başlanabilir. Hastanın gizidir bu ve hasta bu kayaya çarparak parçalanmıştır. Gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir anahtar elde etmiş olunur. Doktorun görevi, bu gizle ilgili bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağını düşünmektir. Çoğu vakalarda, bilincin malzemesini taramak yetersiz kalır. Bazı vakalarda çağrışım deneyi yolu açabilir. Düşlerinin yorumu ya da hastayla uzun ve sabırlı bir iletişim kurmak da. Tedavide göz önünde bulundurulması gereken nokta hastanın tüm kişiliğidir, yalnızca bulgular değil. Tüm kişiliğini zorlayan sorular sorulmalıdır.

JUNG’UN HİPNOZDAN VAZGEÇMESİNE NEDEN OLAN OLAY

1905’te Zürich Üniversitesi’nde psikiyatri dersleri vermeye başladım ve aynı yıl içinde Psikiyatri Kliniği’nin başhekimi oldum. Dört yıl sonra da istifa etmek zorunda kaldım; çünkü işten başımı kaşıyacak vaktim kalmamıştı. Yıllar boyunca özel çalışmalarım öylesine yoğunlaşmıştı ki işlere yetişemez olmuştum. Gene de, hocalığımı 1913 yılına dek sürdürdüm. Psikopatoloji, doğal olarak Freud psikanalizinin temelleri ve ilkel insan psikolojisi üzerine dersler veriyordum. Ana konularım bunlardı. İlk dönemde verdiğim dersler, genelde hipnoz ve Janet ve Flournoy üzerineydi. Dersler ilerledikçe Freud’un psikanalizinin sorunsalları ön plana çıkmaya başladı.

Hipnoz derslerinde, öğrencilere sunduğum hastaların özgeçmişlerini sorardım. Bir vakayı hâlâ çok iyi anımsıyorum:
Bir gün, orta yaşlı bir kadın geldi. Dinsel yönünün güçlü olduğu belliydi. Elli sekiz yaşındaydı. Hizmetçisinin yardımıyla koltuk değneklerine abanarak yürüyebiliyordu. On yedi yıldır sol bacağında ağrı yapan felçten yakındı. Onu rahat bir sandalyeye oturtup olayı baştan sona anlatmasını istedim. Ne kadar kötü durumda olduğunu ve hastalığını en ince ayrıntısına kadar uzun uzun anlatmaya koyuldu. Bir süre sonra, sözünü keserek, “Bu kadar konuşacak zamanımız yok, ben size hipnoz uygulayacağım,” dedim. Sözümü doğru dürüst bitiremeden gözlerini kapadı ve hipnotize olmadan derin bir transa girdi. Şaşırmama karşın, onu rahatsız etmedim. Konuşmasını sürdürdü ve bilinçdışını oldukça yoğun yaşadığını gösteren çok ilginç düşlerini anlatmaya başladı. Ben bunu ancak yıllar sonra anlayabildim. O gün bir çılgınlık nöbetine kapıldığını sanmıştım ve durumdan giderek rahatsız olmaya başlamıştım. Yirmi kadar öğrenci gözlerini bana dikmiş, hipnoz uygulamamı bekliyordu!

Yarım saat kadar bekledikten sonra, hastayı uyandırmak istedim. Uyanmıyordu. Çok telaşlandım. İstemeden gizli bir psikozu uyandırmış olabileceğim aklıma geldi. On dakika kadar uğraştıktan sonra kadını uyandırabildim. Bir yandan da, öğrencilerin ne denli gergin olduğumu anlamamaları için uğraşıyordum. Kadın kendine geldiğinde başı dönüyordu ve şaşkındı. “Ben doktorum. Merak edecek bir şey yok,” dememe kalmadan kadın, “İyileştim!” diyerek koltuk değneklerini fırlattı ve yürümeye başladı. Utançtan alı al moru mor, öğrencilere, “Hipnozla neler yapılabileceğini görüyorsunuz işte!” dedim. Oysa ne olup bittiğinden zerre kadar haberim yoktu.

Hipnozdan vazgeçmemin nedenlerinden biri bu olaydır. Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Oysa kadın iyileşip neşe içinde ayrılmıştı. En geç yirmi dört saat içinde eski şikâyetlerinin yineleneceğini varsaydığım için beni aramasını söylemiştim fakat tüm kuşkularıma karşın sonunda iyileştiğini kabul etmek zorunda kaldım.

Ertesi yıl, yaz döneminin ilk dersinde kadın geri geldi. Kısa bir süre önce başladığını söylediği şiddetli sırt ağrılarından yakınıyordu. Derslerimin yeniden başlamasıyla bir ilgisi olup olmadığını düşündüm, doğal olarak. Gazetede derslerin başlayacağını okumuş olabilirdi. Ağrıların ne zaman başladığını ve nedenini sordum. Belirli bir zaman veremiyordu, ne olduğunu da bilmiyordu. Hiçbir açıklamada bulunamadı. Sonunda, ağrıların gazetede ilanı gördüğü an başladığını sözlerinden çıkartabildim. Varsayımım doğruydu fakat hâlâ mucizevi iyileşmenin nasıl olduğunu anlayamıyordum. Onu bir kez daha hipnotize ettim, yani bir kez daha kendiliğinden transa girdi ve ağrılar kayboldu.

Bu kez, yaşamıyla ilgili daha çok şey öğrenebilmek için onu alıkoydum. Hastanede benim bölümümde yatan geri zekâlı bir oğlu olduğu ortaya çıktı. Bu konuda bilgim yoktu çünkü ikinci kocasının soyadını taşıyordu ve çocuk ilk kocasındandı. Başka çocuğu da yoktu. Doğal olarak yetenekli ve başarılı bir oğlu olsun istemiş ve çocuğun genç yaşta akıl hastalığına uğraması ona büyük bir darbe olmuştu. O zamanlar, hâlâ genç bir doktordum ve oğlunda görmek istediği her şeyi ben simgeliyordum. Saplantıya dönüşen, bir kahramanın annesi olma isteğini bana yöneltmişti. Beni oğlu yerine koymuş, önüne gelene mucizevi iyileşmesini anlatır olmuştu.

Aslında, çevrede oluşan, bir sihirbaz olduğum yolundaki ünümü ona borçluydum. Olay kısa sürede yayıldığı için ilk özel hastamı da. Özel psikoterapik çalışmalarım, bir annenin beni akıl hastası oğlunun yerine koymasıyla başladı! Kuşkusuz, ona bağlantıları anlattım. Büyük bir anlayışla karşıladı ve bir daha da ağrısı olmadı.

Bu benim ilk gerçek tedavimdi diyebilirim. Daha doğrusu, ilk analizim. Yaşlı hanımefendiyle konuşmamı çok net hatırlıyorum. Zeki bir kadındı ve onu ciddiye almam ve hem kaderiyle hem de oğlunun durumuyla ilgilenmem, bana minnet duymasına yol açmış, bu da ona yardım etmişti.

Başlangıçta muayenehanemde hipnoz uyguluyordum fakat sonra vazgeçtim, çünkü karanlıkta el yordamıyla dolaşmak gibi oluyordu. Hipnozda gelişmenin ve tedavinin süreci hiçbir zaman belli olmadığı için belirsizlik içinde çalışmak beni rahatsız ediyordu. Hastanın ne yapması gerektiğine tek başıma karar vermeyi sevmem. Hastayı eğilimlerinin doğal akışına bırakıp ondan bazı şeyler öğrenmek beni daha çok ilgilendirir. Bunun için de, düşlerinin özenle analiz edilmesi ve bilinçdışının göstergelerinin irdelenmesi gerekir.
1904-1905 yılları arasında Psikiyatri Kliniği’nde bir deneysel psikopatoloji laboratuvarı kurdum. Bazı öğrencilerimle birlikte ruhsal tepkileri (örneğin çağrışımları) irdeledik. Franz Riklin yardımcımdı. Ludwig Binswanger o günlerde psikogalvanik etkiyle bağlantılı çağrışım deneyleri üzerine doktora tezi yazıyordu. Ben de, Zur Psychologischen Tatbestands diognastik’i (Gerçeklerin Psikolojik Teşhisi) hazırlıyordum. Frederick Peterson ve Charles Ricksher gibi Amerikalı meslektaşlarımız da vardı. Yazıları Amerikan tıp dergilerinde yayımlanıyordu. 1909’da çalışmalarımı anlatmam için Clark Üniversitesi’ne davet edilmem de bu meslektaşlarımın katkılarıyla oldu. Ayrıca Freud da davet edilmişti. İkimizi de hukuk doktoru unvanıyla onurlandırdılar.

Çağrışım ve psikogalvanik deneyleri Amerika’da ünlenmeme ve oradan hastaların gelmesine neden oldu. Bir vakayı hâlâ çok iyi anımsıyorum. Amerikalı bir meslektaşım, “alkolik nevrasteni” teşhisiyle bir hasta yollamıştı. Bulgular “iyileşmez” sonucunu vermiş, tedavimin bir işe yaramayacağını düşündüğü için de, Berlin’de ünlü bir nöroloğu görmesini de önermişti. Hastayla konuştuğumda hastanın ruhsal kaynağını bilmediği sıradan bir nevrozu olduğunu anladım. Çağrışım deneyi uyguladığımda çok ciddi bir anne kompleksinin etkisi altında olduğu ortaya çıktı. Zengin ve saygıdeğer bir aileden geliyordu, hoş bir karısı vardı ve görünürde hiçbir sorunu yoktu. Yalnızca, çok içiyordu. İçmesinin nedeni kendini umarsızca uyuşturabilmek ve baskıdan kurtulabilmekti. Doğal olarak da bir işe yaramıyordu.

Annesinin büyük bir şirketi vardı ve yetenekli oğlunu orada önemli bir mevkiye getirmişti. Annesinin yanında çalışmanın verdiği baskıdan kurtulabilmesi için çoktan ayrılması gerekirdi ama iyi mevkiinden vazgeçmeye gönlü bir türlü razı olmuyordu. Dolayısıyla onu o mevkiye getiren annesine bağımlı kalmıştı. Onunla beraber olduğunda ya da annesi işine karıştığında yoğun duygularını körletmek ya da onlardan kurtulmak için içmeye başlıyordu. Bir yönü o rahat ve sıcak yuvayı bırakmak istemezken başka bir yönü de içgüdülerine ters düşen bir durumla refah ve rahatın kendisini satın almasına izin veriyordu.

Kısa süreli bir tedaviden sonra içkiyi bıraktı ve kendini iyileşmiş varsaydı. Ona, “Yerinizde kalırsanız içkiye başlamayacağınızı garanti edemem,” dedim. Bana inanmadı ve Amerika’ya rahatlamış olarak döndü.

Annesinin etkisi altına girer girmez yeniden içkiye başladı. Annesi İsviçre’ye geldiğinde beni görmek istedi. Zeki bir kadındı ama tam bir güç delisiydi. Oğlunun durumunu daha da iyi anladım. Oğlunun direnecek gücü yoktu. Fizik olarak bile zayıf ve narindi. Annesine hiç benzemiyordu. Emrivaki yapmaya karar verdim. Haberi olmadan annesine, oğlunun alkol sorunu nedeniyle o sorumluluğu alacak durumda olmadığını belirten tıbbi bir belge verdim ve işten ayrılmasını önerdim. Annesi dediğimi yaptı ve kuşkusuz oğlu öfkeden köpürdü.
Burada yaptığım, normal koşullarda bir tıp adamına yakışmayacak bir iş olarak görülür ama hastanın iyiliği için bu adımı atmak zorunda kalmıştım.

Sonra ne mi oldu? Annesinden ayrılınca kişiliği gelişti ve benim yaptığıma rağmen ya da yaptığımdan dolayı çok parlak bir meslek hayatı oldu ve karısı, kocası alkolizmden kurtulduğu ve kendi yolunda çok başarılı olduğu için bana hep minnet duydu.

HER KATİL ÖNCE KENDİ RUHUNU ÖLDÜRÜR SONRA KENDİNİ YARGILAR

Başka çözüm olmadığını bilmeme karşın arkasından iş gördüğüm için yıllarca vicdan azabından kurtulamadım. Durumundan kurtulduğunda nevrozu gerçekten geçmişti.
Hiç unutmadığım bir vaka daha var. Bir gün muayenehaneme bir hanım geldi. Bir daha gelmeyeceğini söyleyerek adını vermek istemedi. Eskiden doktormuş. Üst tabakadan biri olduğu belliydi. Bana bir itirafta bulunmak istiyormuş. Yirmi yıl kadar önce kıskançlık nedeniyle bir cinayet işlemiş. Kocasıyla evlenebilmek için en iyi arkadaşını öldürmüş. Cinayet ortaya çıkmazsa sorun olmayacağını düşünmüş. Arkadaşının kocasıyla evlenmek istediği için en kolay yolun, onu ortadan kaldırmak olduğunu düşünmüş. Olayı ahlaksal açıdan önemsemiyormuş.

Sonuçta ne mi olmuş? Adamla gerçekten evlenmiş ama garip şeyler olmaya başlamış. Kızı evden ayrılmak istemiş. Evlenmiş ve ondan giderek uzaklaşmış. Bir süre sonra da ilişkileri tümüyle kesilmiş.
Bu hanım, ata binmeye meraklıymış ve atlarını çok severmiş. Bir gün ata binerken atların tümünün çok huzursuzlaştıklarını görmüş. En sevdiği atı bile binmesini istemiyormuş. Sonunda ata binmekten vazgeçmek zorunda kalmış. Bu kez köpeklerine düşkün olmaya başlamış. Olağanüstü güzel bir köpeği varmış. Köpeğinin felç olması bardağı taşıran son damla olmuş ve morali çökmüş. Birine itiraf etme gereksinimi duyduğu için bana gelmiş. Bir katildi ama kendini de öldürmüştü; çünkü böyle bir eylemde bulunan kişi kendi ruhunu da öldürür. Katil kendini yargılar. Yakalanırsa cezasını çeker ama ahlaksal bilinci devreye girmeden yapar ve olay gizli kalırsa, bu vakada da görüldüğü gibi ceza onu bırakmaz ve sonuçta olay ortaya çıkar. Bazen katile hayvanların ve bitkilerin bile bu işten haberi varmış gibi gelir. Kadın işlediği cinayet nedeniyle büyük bir yalnızlığa itilmiş, hayvanlara bile yabancılaşmıştı. Yalnızlıktan kurtulabilmek için beni gizini paylaşmaya zorlamıştı. Katil olmayan birine gereksinimi vardı. Bu kişinin onu önyargısız dinlemesi gerekiyordu. Bunu yapmakla yeniden insanlarla iletişim kurmuş gibi olacaktı. İtiraf edeceği kişi profesyonel bir din adamı olamazdı, doktor olması gerekiyordu. Din adamının onu görevi olduğu için dinleyeceğinden ve gerçekleri kabul etmek yerine olayı ahlaksal açıdan ele alacağından korkuyordu. İnsanların ve hayvanların ona sırt çevirdiğini görmüştü ve artık bir kez daha yargılanacak gücü yoktu.

Onu bir daha ne gördüm ne de elimde doğru söylediğinin kanıtı var. Bazen aklıma gelir, ne olduğunu merak ederim. Öyküsü henüz bitmemişti. İntihar etmiş olabilir; çünkü o yalnızlığı kaldırabildiğini hiç sanmıyorum.

AKIL HASTALIĞININ İNSANA NELER YAPABİLDİĞİNİ GÖRMEK BENİ ÇOK SARSIYORDU

Klinik bulgular, bir doktorun uyum sağlayabilmesi için çok önemlidir ama hastaya bir yararları olmaz. Önemli olan hastanın tarihçesidir. Ancak onun yoluyla, hastanın insan olarak geçmişini ve acılarını öğrenebilirsiniz. O andan sonra doktorun tedavisi devreye girebilir. Böyle tipik bir vaka vardı:
Kadınlar koğuşunda yaşlı bir hasta vardı. Aşağı yukarı yetmiş yaşındaydı ve kırk yıldır yatalaktı. Elli yıl kadar önce hastaneye yatırılmıştı. O zaman hastanede olanların çoğu öldüğü için gelişini anımsayan kimse kalmamıştı. Yalnızca otuz beş yıldır orada çalışan başhemşire bir şeyler anımsıyordu. Yaşlı kadın konuşamıyor ve gıda olarak yalnızca sıvı ya da kıvamlı şeyler yiyebiliyordu. Elleriyle yemeye çalışıyor, gıdayı ağzına akıtıyordu. Bazen bir bardak sütü içmesi saatler alıyordu. Yemek yemediği zamanlarda elleri ve kollarıyla garip ritmik hareketler yapıyordu. Ne yaptığını bir türlü anlayamıyordum. Akıl hastalığının insana neler yapabildiğini görmek beni çok sarsıyordu ama bir açıklama getiremiyordum. Klinikte hastalar tanıtıldığında, Dementia praecox vakası olarak gösterilirdi ama bunun benim için bir anlamı yoktu, çünkü bu, ne yaptığı hareketlerin anlamını ne de kaynağını açıklıyordu.

Bu vakanın üzerimdeki etkisi o dönem psikiyatrisine gösterdiğim tepkinin tipik bir örneğidir. Asistanlığa başladığımda psikiyatrinin ne olduğunu hiç anlayamadığımı düşünmüştüm. Ben karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye çalışırken meslektaşlarımın takındığı kendinden emin hava, onların yanında kendimi çok rahatsız hissetmeme neden oluyordu. Bana göre psikiyatri hasta zihinde neler olup bittiğini anlamaktı ama bunu da anlayamıyordum. Yolumu göremediğim bir mesleğe saplanıp kalmıştım!

Bir gece, koğuşta dolaşırken yaşlı kadının yine o gizemli hareketleri yaptığını gördüm. “Bunları neden yapıyor?” diye düşündüm. Başhemşireyi buldum ve ona hastanın eskiden beri mi öyle olduğunu sordum. “Evet, benden öncekiler ayakkabı yaptığını söylediler,” dedi. Hastanın tarihçesine baktığımda orada gerçekten ayakkabıcı hareketleri yaptığı yazılıydı. Eskiden ayakkabı yapanlar ayakkabıyı dizlerinin arasına sıkıştırır ve bu hareketle iğneyi deriden geçirirlerdi. (Köy ayakkabıcıları hâlâ öyle yapıyor.) Hasta bir süre sonra öldüğünde kardeşi cenazeye geldi. Ona, “Kardeşiniz nasıl akıl hastası oldu?” diye sordum. Bana kardeşinin bir ayakkabıcıyı sevdiğini, onunla evlenmek istediğini ama adam onunla evlenmek istemeyince kardeşinin “uçtuğunu” söyledi. Ayakkabıcı hareketleri ölümüne dek sevdiğiyle özdeşleşmesini sağlıyordu. O vaka, içimde Dementia praecox’la ilgili kuşkuların doğmasına neden olmuştur. Ondan sonra tüm dikkatimi bir psikozdaki anlamlı bağlantılara verdim.

Başka bir vaka da bana psikozun, daha da ötesi anlamsız düşüncelerin arkasında yatanları açıkladı. Vaka, o güne dek anlamsız varsayılan şizofrenlerin dilini anlamamı sağladı. Bu Babette S. vakasıydı. Vakayı bir yerde yazdım ve 1908’de, Zürich’te bir konferansta sundum.

Babette, Zürich’in yoksul ve pis kenar mahallelerinden birinde büyümüştü. Kız kardeşi fahişe, babası alkolikti. Otuz dokuz yaşında, Dementia praecox’la bağlantılı paranoyaya yakalanmıştı ve onun tipik belirtisi olan megalomanisi vardı. Onu ilk kez gördüğümde yirmi yıldır hastanedeydi ve garip bir ruhsal bölünmeye tanık olan yüzlerce tıp öğrencisine gösterilmişti. Tipik bir vakaydı. Babette tümüyle aklını yitirmişti ve çok garip şeyler söylüyordu. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Örneğin, “Ben Lorelei’ım,” derdi. Bunun nedeni onu gören doktorların sürekli, “Ne anlama geldiğini bilmiyorum,” demeleriydi. Ya da, “Ben Sokrates’in temsilcisiyim,” derdi. Bunun, “Ben de Sokrates gibi haksız yere suçlandım,” demek olduğunu çözebilmiştim. “Ben çift teknik bulunmaz biriyim,”; “Ben mısır ekmeğinin üzerine sürülmüş erik turtasıyım,”; “Ben çok lezzetli tereyağından yapılma Helvetia ve Germania’yım,”, “Napoli’yle birlikte dünya makarna gereksinimini karşılamamız gerekiyor,” gibi sözler söylerdi. Bu son söyledikleri, aşağılık kompleksini telafi ederek gözünde özdeğerini artırıyordu.

Babette ve başka vakalar bana hastaların söylediklerinin hiç de sanıldığı kadar saçma olmadığını gösterdi. Birçok kez, böyle hastalarda bile, normal sayılabilecek bir kişiliğin arka planda gizli kaldığını gördüm. O kişilik durup izler, denebilir. Arada sırada da, düşler ve sesler yoluyla mantıklı şeyler söyleyip yorum yapabilir. Özellikle, bedensel bir hastalık olduğunda ön plana çıkabilir ve hasta son derece normal görünür.

HER DOKTORUN TEDAVİ EDİLEMEYECEK HASTALARI VARDIR

Bir kez, arka plandaki normal kişiliğinin belirgin olduğu yaşlı bir hastam vardı. İyileşme umudu yoktu, yalnızca bakımı sağlanıyordu. Her doktorun tedavi edilemeyecek hastaları vardır. Yapabildiği yalnızca ölüme giden yolda rahat ilerlemelerini sağlamaktır. Hasta bedeninin her yerinden gelen sesler duyuyordu. Göğsünden gelen ses de “Tanrı’nın sesi”ydi.
Yürekliliğime kendim de şaşarak ona, “Bu sese güvenmeliyiz,” dedim. Bu ses mantıklı şeyler söylüyor ve böylece işler yolunda gidiyordu. Bir gün ses ona, “Senin, İncil bilgini sınasın,” demiş. Yıpranmış eski bir İncil getirdi. Ben de ona her gidişimde bir bölümü ödev olarak vermeye başladım. Bir sonraki gidişimde onu o bölümden sınıyordum. Bunu on beş günde bir, yedi yıl sürdürdük. Başlangıçta rolümü garipsiyordum ama sonra anlamını çözdüm. Bu olaya yoğunlaşması bölünmüş hayallerine gömülmesini önlüyordu. Sonuçta altı yıldır süren sesler sol tarafına çekildi; sağ tarafında ses kalmamıştı. Sol tarafındaki sesler de artmamıştı. Hasta iyileşmiş gibiydi. En azından yarı yarıya. Bu beklenmedik bir başarıydı. Bellek egzersizlerinin tedavide işe yarayabileceklerini hiç düşünmemiştim.

PSİKOZUN ARKASINDA, UMUTLAR VE İSTEKLER YATAR ANLAMIYORSAK SUÇ BİZDEDİR

Hastalarla ilişkim bana paranoid düşüncelerin anlamlı bir öz taşıdığını öğretti. Psikozun arkasında, bir kişilik, bir yaşamöyküsü, umutlar ve istekler yatar. Anlamıyorsak suç bizdedir. İlk kez, kişiliğin genel psikolojisinin psikozun içinde saklı olduğunu ve insana özgü çelişkilere burada da rastladığımızı fark ettim. Hastalar tepkisiz ya da tümüyle geri zekâlı gibi görünseler bile zihinlerinde varsayılandan çok daha fazlası olup bitiyor ve çok daha anlam var. Akıl hastalığının derinlerine indiğimizde yeni ve bilinmeyen hiçbir şeyle karşılaşmayız. Bulduğumuz, bizim de altyapımızdır.

Psikiyatrinin psikozun içeriğine eğilmesinin bu kadar gecikmesi şaşırtıcı bir olaydır. Hiç kimse fantezilerin anlamı üzerinde durmamış, kendine, bir hastanın belirli bir fantezisi varken, öbürünün neden farklı bir fantezisi olduğunu, örneğin birini Cizvitler izlerken, neden bir başkasını Yahudilerin zehirlemek istediğini ya da bir üçüncüyü polislerin neden kovaladığını sormamıştır. O günlerde bu tür sorular doktorları ilgilendirmiyordu. Fanteziler örneğin, “izlenme düşünceleri” gibi bir ad altında toplanıveriyordu. O günlerde yaptığım çalışmaların artık neredeyse anımsanmaması da garip. Yüzyılın başında şizofreniyi psikoterapatik açıdan ele alıyordum. Bu nedenle, o yöntem yeni keşfedilmiş bir şey değildir. Psikolojinin, psikiyatrinin bir parçası olarak alınması çok uzun sürdü.

Klinikte çalışırken şizofrenik hastaları dolaylı yollarla tedavi edebiliyordum. Bunu yapmasam hayalcilikle suçlanacağımı biliyordum. Şizofreninin tedavi olmayacağına inanılıyordu. Şizofrenik bir vakada iyileşme görüldüğünde o vakanın zaten şizofreni olmadığına karar veriliyordu.

FREUD: TANRI AŞKINA, BU DÜNYA ÇİRKİNİ KADINA GÜNLERCE NASIL DAYANDINIZ?” DEDİ

Freud beni 1908 yılında Zürich’te ziyaret ettiğinde ona Babette S. vakasını sundum. Daha sonra bana, “Bu hastayla ilgili bulgularınız çok ilginç ama, Tanrı aşkına, bu dünya çirkini kadına günlerce nasıl dayandınız?” dedi. Ona şaşkınlıkla bakmış olmalıyım çünkü böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Ayrıca, çok hoş düşünceleri olduğu ve ilginç şeyler söylediği için ona tatlı, yaşlı bir yaratık gözüyle bakıyordum. İnanılmaz bir saçmalık bulutunun ardındaki insan yönü görülebiliyordu. Tedavi edilemedi çünkü uzun bir süredir hastaydı. Oysa kişiliğine dikkatle girilen hastalarda iyileşme sağlandığına tanık olmuştum.
Dıştan bakıldığında, hastalıklarının verdiği trajik tahribatı görürüz ama çoğu zaman bize yüz çevirmiş olan ruhlarının öbür yüzünü kavrayamayız. Dış görünüşün ne denli aldatıcı olduğunu genç bir katatonik hastada gördüğümde çok şaşırmıştım. On sekiz yaşındaydı ve kültürlü bir aileden geliyordu. On beş yaşındayken ilk önce erkek kardeşinin, daha sonra da bir okul arkadaşının tecavüzüne uğramıştı. On altı yaşından beri kendini soyutlamıştı. İnsanlardan kaçıyordu. Tek duygusal bağı başka bir aileye ait olan kötü huylu bir köpekti. Onun ilgisini çekmeye çalışıyordu. Giderek kötüleştiği için on yedi yaşında hastaneye yatırılmıştı. Sesler duyuyor, yemek yemeyi reddediyor ve hiç konuşmuyordu. İlk gördüğümde tipik bir katatoni durumundaydı. Birkaç hafta uğraştıktan sonra onu konuşturabildim. Uzun süre direndikten sonra bana Ay’da yaşadığını söyledi. Ay’da insanlar varmış. İlk önce oradaki erkekleri görmüş. Bir kez onu yanlarına almışlar ve karılarını ve çocuklarını gizledikleri, Ay’ın altında bir yere götürmüşler. Onları orada saklamalarının nedeni, Ay’ın dağlarında bir vampirin yaşamasıymış. Bu vampir çocuklarını ve karılarını kaçırıp öldürüyormuş. Ay insanları soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıyaymışlar ve bu yüzden kadınları Ay’ın altında bir yerde saklıyorlarmış.

AKIL HASTALARININ İÇ DÜNYALARI SANDIĞIMIZDAN ÇOK ZENGİNDİR

Hastam, Ay insanları için bir şeyler yapmak istemiş ve vampiri öldürmeye karar vermiş. Gözetleme kulesinin platformunda vampiri beklemeye başlamış. Birkaç gece sonra nihayet uzaktan büyük kara bir kuş gibi kanatlarını çırpa çırpa gelen vampiri görmüş. Büyük kurban bıçağını çıkarmış, giysisinin altına gizlemiş ve vampirin yaklaşmasını beklemeye başlamış. Vampir ansızın önünde bitmiş. Birkaç kat kanadı varmış. Yüzünü ve bedenini kanatları örttüğü için yalnız tüylerini görebiliyormuş. Bıçağı çekip yaklaştığında bu dünyadan değilmişçesine güzel bir adamla karşılaşmış. Adam onu sıkıca kavradığı için bıçağı kullanamamış. Zaten öylesine büyülenmiş ki adamı bıçaklayamayacakmış. Adam onu almış, birlikte uçmuşlar.

Bu açıklamasından sonra normal konuşmaya başladı ama dirençler baş gösterdi. Ay’a gitmesini engellediğim için artık bu dünyadan kaçamıyordu. Dünyanın değil de, Ay’ın güzel olduğunu ve orada yaşamın bir anlamı olduğunu söylüyordu. Sonra yeniden katatonik durumuna girdi. Onu bir sanatoryuma nakletmek zorunda kaldım. Bir süre çok şiddetli delilik nöbetleri oldu.

İki ay sonra taburcu oldu. Onunla artık konuşulabiliyordu. Zamanla dünyadaki yaşamın kaçınılmaz olduğunu anladı. Bu gerçeği ve onun getireceği sonuçları kabul etmemek için umarsızca direniyordu. Bu nedenle sanatoryuma geri götürülmesi gerekti. Onu hücresinde ziyaret ettiğimde, “Bunun bir yararı yok; Ay’a geri dönemezsin,” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Hiçbir tepki göstermiyordu. Kısa bir süre sonra taburcu edildi. Kaderine razı olmuştu.

Bir süre için bir sanatoryumda hemşire olarak çalıştı. Orada bir asistan onunla zamansız bir ilişkiye girmeye çalışmış. Doktoru vurdu. Şans eseri doktor hafif yaralandı. Silahlı olduğu ortaya çıkmıştı. Bana da silahlı gelmiş, tedavinin bitmesine yakın silahını bana teslim etmişti. Bunun ne işe yaradığını sorduğumda, “Beni düş kırıklığına uğratsaydınız sizi vuracaktım,” demişti.

Doktorla olan olay sönünce doğduğu yere geri döndü. Evlendi, çocukları oldu ve bir daha hastalanmadan iki dünya savaşını da tanık olarak yaşadı.
Böyle fanteziler nasıl yorumlanabilir? Çok genç yaşta yaşamak zorunda kaldığı ensest, onu dünyanın gözünde küçük düşürmüş, buna karşın fantezi dünyasının genişlemesine neden olmuş ve kadın mitsel bir âleme dalmıştı çünkü ensest aslında geleneksel olarak tanrıların ve soyluların dünyasının bir parçasıdır. Yaşadıklarının sonucunda dünyadan kendini soyutlamış, dünya dışına çıkmış ve bir tür psikoza girmişti. Kozmik uzaklıklara gitmiş ve orada kanatlı şeytanla karşılaşmıştı. Tedavi sürecinde o figürü bana yansıttı. Bu tür olaylarda bu bir kuraldır. Onu normal yaşama döndürmeye çalışan ben de dahil herkes ölüm tehdidi altındaydı. Bana öyküsünü anlatmakla bir bağlamda Şeytan’a ihanet etmiş ve bir dünya insanıyla bağ kurmuş oluyordu. Yaşama geri dönüp evlenebilmesinin nedeni de budur.

NE KADAR İNSAN VARSA O KADAR DA PSİKOTERAPİ YÖNTEMİ VE ANALİZ VARDIR

O günden sonra akıl hastalarının çektiği acılara farklı bir gözle bakmaya başladım; çünkü iç dünyalarının zenginliği ve önemiyle ilgili bir iç görüş kazanmıştım.
Bana çoğu zaman psikoterapik ya da analitik yöntemimin ne olduğu sorulur. Bu soruya tek bir yanıt veremem. Tedavi her vakada farklıdır. Bir doktor bana şu ya da bu yönteme sadık kaldığını söylerse tedavisinin etkili olacağından kuşku duyarım. Tıp literatüründe hastanın direndiğine öylesine sık değinilir ki doktorun hastanın gırtlağına sarıldığını sanırsınız. Oysa iyileşme hastanın içinde doğal olarak gelişmelidir. Ne kadar insan varsa o kadar da psikoterapi yöntemi ve analiz vardır. Her hastaya özel yaklaşırım çünkü sorun her zaman özeldir. Evrensel kurallar ancak çorbada tuz olabilirler. Psikolojik bir gerçek ancak tersi düşünülebilinirse geçerlidir. Benim için olanaksız olan bir çözüm başkası açısından tam aranılan çözüm olabilir.

BİREYLERLE UĞRAŞIYORSANIZ BİREYSEL BİR ÇÖZÜM GEREKİR

Bir doktorun, kuşkusuz, yöntemleri bilmesi gereklidir ama rutin ve belirli bir yönteme saplanıp kalmaması doğru olur. Kuramsal varsayımlardan kaçınmalıdır. Bugün için geçerli olabilirler ama yarın onların yerini başka varsayımların alması olası. Bu nedenle, analizlerimde onlara yer vermem. Bana göre, bireylerle uğraşıyorsanız ancak bireysel bir anlayış geçerlidir. Her hasta farklı bir dil gerektirir. Bir analizde Adler’in dilini kullanırken bir başkasında Freud’un dilini kullanabilirim.

Önemli olan hastaya bir insan olarak yaklaşmaktır. Analiz iki kişi gerektiren bir diyalogdur. Analist ile hasta yüz yüze ve göz göze otururlar. Yalnız hastanın değil doktorun da söyleyecekleri vardır.

KÜLTÜRLÜ VE ZEKİ HASTALARDA MESLEK BİLGİSİ YETERSİZ KALIR

Psikoterapinin özü yöntem olmadığına göre, psikiyatri eğitimi görmüş olmak yeterli olmaz. Psikoterapi malzemesini öğrenebilmek için çok uzun yıllar çalıştım. 1909 yılından da önce, simgelerini tanımazsam gizli psikozu tedavi edemeyeceğimi anlamıştım. Mitoloji öğrenmeye başlamamın nedeni budur.

Kültürlü ve zeki hastalarla karşılaştığınızda meslek bilgisi yetersiz kalır. Tüm kuramsal varsayımları bir kenara atarak hastayı neyin motive ettiğini anlamak zorundasınızdır. Bunu yapamazsanız gereksiz bir dirençle karşılaşırsınız. Önemli olan bir kuramın yerine oturması değil hastanın kendini bir birey kabul etmesidir. Bu da, doktorun bilmesi gereken ortak görüşlere göndermeler yapmak demektir. Bunun gerçekleşmesinde tıp eğitimi yetersiz kalır çünkü bir insanın ruhu bir muayenehanenin kısıtlı sınırlarının dışına taşan çok geniş bir ufka sahiptir.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz