Aydınlık bir akılcılığa sahip sıradan bir entelektüel için, meseleleri basite indirgeyen bir bilimsel teori çok iyi bir savunma aracıdır, çünkü çağımız insanının “bilimsel” etiketi taşıyan her şeye çök büyük inancı vardır. Böyle bir etiket, neredeyse “Roma locuta causa finita” nın etkisine benzer şekilde, derhal zihni dinginleştirir. Bence herhangi bir bilimsel teori kendi başına, ne kadar kurnazca olursa olsun, psikolojik gerçek açısından, dinsel dogmalardan daha az değer taşır; bunun nedeni çok basit olup, teorinin zorunlu olarak çok soyut ve akılcı olması, buna karşılık dogmanın ise imge aracılığıyla akıldışı (irrasyonel) bir bütünlük göstermesi şeklinde açıklanabilir. Dolayısıyla, bu yöntem, akıldışı bir olguya, örneğin psikeye, çok daha iyi bir açıklama getirilmesini sağlar. Dahası, dogma, varlığını ve biçimini, bir taraftan “vahiy yoluyla açıklandığı” söylenen tanrı-insan, haç, bakire doğum, bakire hamile, teslis (üçlü birlik) v.b. doğrudan deneyimlere borçludur, bir taraftan da asırlar boyunca bir çok kişinin sonu gelmeyen işbirliğine borçludur. Belirli dogmalara niçin “doğrudan , dolaysız deneyim” dediğim belki yeterince açık olmayabilir, çünkü dogmanın zaten kendisi doğrudan deneyimi reddeden bir olgudur. Ancak sözünü ettiğim hristiyan dogmaları yalnızca hristiyanlığa özgü değildir. Bunlara, en az bu kadar sıklıkla pagan dinlerde de raslanır. Üstelik bunlar geçmişte vizyonlardan, rüyalardan veya translardan (kendinden geçme) kaynaklandıkları gibi, tüm çeşitlemeleriyle psişik fenomenler olarak kendiliğinden tekrar tekrar ortaya çıkabilirin. Böyle fikirler asla icat edilmez; insanoğlu aklını amaca dönük bir etkinlik olarak kullanmayı henüz öğrenmeden önce dogmalar zaten vardı. İnsan düşünce üretmeyi öğrenmeden önce, düşünce kendisine gelmişti. İnsanoğlu düşünmedi ama akıl işlevinin farkına vardı. Dogma rüya gibidir, nesnel psikenin, bilinçdışının ihtiyari ve özerk faaliyetini yansıtır. Bilinçdışının bu şekilde ifade edilmesi, doğrudan deneyime karşı bilimsel bir teoriden daha etkin bir savunma aracıdır. Teori, deneyimin duygusal değerlerini gözardı etmek durumundadır. Dogma ise, aksine, bu açıdan son derece açıklayıcıdır. Bir bilimsel teorinin yerini hemen bir yenisi alır. Dogma ise asırlarca devam eder. Acı çeken tanrı-insan dogması en azından beşbin yıllıktır, teslis ise herhalde daha da eskidir.
Dogma, bilimsel teoriye kıyasla ruhu daha tam olarak temsil eder, çünkü bilimsel teori sadece bilinç düzeyini ifade edip açıklar. Dahası, teori, yaşayan bir şeyi soyut kavramlarla açıklamakla kalır. Dogma ise bilinçdışının yaşam sürecini pişmanlık, fedakarlık ve günahtan kurtulma draması şeklinde anlatır. Bu açıdan yaklaşıldığında, Protestanlığın katoliklikten ayrılmasının önlenememiş olması şaşılacak şeydir. Fakat Protestanlık meraklı, haris ve pervasız olma özelliklerini taşıyan maceracı Germen kabilelerinin inancı olduğuna göre, onların bu özgün karakterinin kilisedeki barış havası ile pek anlaşamamış, en azından uzunca bir süre anlaşamamış olması mümkündür. Öyle görünüyor ki onlar, kurtuluş sürecine ve kilisenin muhteşem yapısı içindeki bir tanrıya boyun eğmeye pek hazır değillerdi. Belki de kilisede , çok fazla, en azından onların gerek o zaman gerekse şimdi hala ehlileşmemiş enerjileri için aşırı sayılan İmperium Romanum veya Pax Romana (Roma barışı) vardı. Büyük olasılıkla onlar, herhangi bir tutuculuk veya boyun eğiş için çok genç sayılan maceracı ve tez-canlı insanların sık sık ihtiyaç duyduğu gibi, tanrıyla daha az kontrolden ve yumuşatma işleminden geçmiş bir iletişime ihtiyaç duyuyorlardı. Bu nedenle, bazen tümüyle, bazen de kısmen, kilisenin kişiyle tanrı arasındaki aracılığını kaldırdılar. Koruyucu duvarlar kaldırıldığı için, önemli bilinçdışı faktörlerin ifadesi olan kutsal imgeleri kaybettiler, imgelerle birlikte hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri bilinçdışı aklın açıklanamayan güçleriyle başa çıkmanın güvenilir bir yolu olan ritüelleri de kaybettiler. Bunun sonucunda büyük miktarda enerji açığa çıktı ve bu enerji derhal eski merak va harislik kanallarına aktı – işte sözkonusu bu kanallar, Avrupa’yı yeryüzünün büyük parçasını yiyip bitiren ana canavar haline getirmiştir.
O günlerden itibaren protestanlık, ayrılığı besleyen bir se- era olmuştur, aynı zamanda da bilinçdışı aklın açıklanamaz güçlerini «unutturacak derecede bilinci cezbeden bilim ve tekniği besleyen bir yuva olmuştur. Birinci Dünya Savaşı felaketi ve onu izleyen ve insan ruhunda geniş etkiler yaratan olaylar , beyaz insanın aklı konusunda şüpheler uyandırmak için gerekliydi. Savaş çıktığı sırada, dünyanın akılcı araçlarca düzeltilebileceğinden son derece emindik. Şimdi ise, eski teokrasi savını , yani totaliter rejim savını ileri süren devletleri şaşkınlıkla seyrediyoruz; bu sav kaçınılmaz şekilde, özgür düşüncenin baskı altına alınmasını da beraberinde getirmektedir. Şimdilerde, yine insanların, yeryüzünde cenneti nasıl yaratacakları konusundaki çocukça teorilerini desteklemek amacıyla, birbirinin boğazına sarıldığını görüyoruz. Daha önceleri az çok başarılı şekilde birbirine bağlı olan ve devasa bir zihinsel binada işe yarar hale getirilen ve alt dünyaya ait güçlerin şimdi, herhangi bir akılsal ve ruhsal çekicilikten yoksun bir Devlet köleliği ve Devlet hapishanesi yarattıklarını veya yaratmaya çalıştıklarını görmek çok zor değildir.
Tüm bu gelişmeler kaderdir. Ben bunun kabahatini Protestanlığa veya rönesansa yüklemiyorum. Fakat şurası kesindir ki, çağdaş insan, protestan olsun veya olmasın, Roma döneminden beri dikkatle örülmüş ve güçlendirilmiş olan dini duvarların sağladığı korumayı kaybetmiştir ve bu kayıp yüzünden dünyayı harabeden ve dünyayı kuran ateşin sınırlarına yaklaşmıştır. Yaşam hızlanmış ve yoğunluk kazanmıştır. Dünyamızı korku ve tedirginlik dalgaları kaplamıştır.
Protestanlık, eskiden olduğu gibi şimdi de, büyük bir tehlikedir, aynı zamanda da büyük bir fırsattır. Eğer bir kilise olarak parçalanmasını hala sürdürürse, insanı tüm ruhsal zırhlarından, yani bilinçdışı aklın serbest kalmasını bekleyen güçlerle doğrudan karşılaşmaya karşı bir savunma mekanizmasından kurtarmayı başarır. Medeni denilen dünyamızda sürüp giden bütün bu inanılmaz vahşete bir bakın – bunların hepsi insanoğlundan ve onun kafa yapısından doğmuştur! Şu şeytanca tahrip araçlarına bir bakınız ! Bunlar tümüyle zararsız centilmenlerce, hepimizin özendiği, makul, saygıdeğer vatandaşlarca icat edilmiştir. Ve her şey mahvolup da tarif edilemez bir yıkım cehennemi ortaya çıktığında, hiç kimse sorumluluğu üstlenmez. O sadece oluvermiştir, ama yine de hepsi insanlar tarafından yapılmıştır. Tek tek kişiler, görevlerini titiz şekilde yerine getiren ve orta halli bir yaşam sürdüren, alçak gönüllü ve önemsiz bilinçlerden başka bir şey olmadıklarına körü körüne inanmaya başladıklarından beri, hiç kimse şunun farkında değildir: devlet veya millet denilen akılcı örgüt, görünüşte kişisel olmayan, sezilemez ve kimse ve hiçbir şey tarafından kontrol edilmeyen, fakat müthiş bir güç tarafından yönetilmektedir. Bu korkunç güç, çoğunlukla kötü niyetli bir şeytana kapıldığı sanılan bir komşu ülkeye karşı duyulan korkuyla açıklanır. Hiç kimse kendisinin ne kadar ve nerede perili ve bilinçsiz olduğunu bilemediği için, komşusunun da kendisi gibi olduğunu düşünür ve böylelikle de, en büyük silahları ve en zehirli gazları sahiplenmek kutsal bir görev haline gelir. En kötüsü de, bu düşünce doğrudur. Kişinin tüm komşularına da, tıpkı kendisine olduğu gibi, kontrol edilmez ve edilemez bir korku hakimdir. Korkudan acı çeken hastaların, kinli ve öfkeli hallerine kıyasla, çok daha fazla tehlikeli oldukları, akıl hastanelerinde iyi bilinen bir gerçektir.
Protestan, tanrıyla başbaşa bırakılmıştır. Ne günah çıkarma vardır, ne günahların kilisece affı, ne de herhangi bir günah bağışlatma olasılığı vardır. Kişi günahlarını bir başına sindirmek, halletmek zorundadır ve uygun bir ritüel bulunmadığı için erişilemez olan tanrının esirgeyiciliğinden o kadar emin değildir. Bu nedenle, protestan bilinci uykusunu yitirmiştir ve bu rahatsız vicdan, ortalıkta dolaşarak başkalarını tedirgin etmeye başlamıştır. Fakat bu durum, günahı kavrama konusunda katolik kafa yapısının erişemeyeceği bir şansı da protestanlara vermiştir. Çünkü katolik dininde günah çıkarma ve günahların affı olanağı, aşırı gerginlikleri yoketmek üzere her zaman hazır beklemektedir; protestan ise, gerginliğiyle baş-başa bırakılmıştır ve bu durum onun vicdanını bilemeye devam edebilmektedir. Aslında vicdan, ve özellikle de rahatsız bir vicdan, cennetin bir hediyesi olabilir; eğer özeleştiri amacıyla kullanılırsa gerçek bir lütuftur. Kendi içini inceleyen (introspective), titiz bir süreç şeklinde gerçekleştirilen özeleştiri, kişinin kendi psikolojisini anlamaya yönelik her girişimin ayrılmaz parçasıdır. Eğer kendinizi de şaşırtan bir şey yapmışsanız ve sizi bu harekete itenin ne olduğunu kendinize soruyorsanız, davranışınızın ardındaki gerçek motifi (güdüyü) ortaya çıkarmak için, vicdanınızı rahatsız eden motife ve ona eşlik eden titiz güce gerek duyarsınız. Ancak o zaman, eylemlerinizi hangi motiflerin belirlediğini görebilirsiniz. Hatta, vicdan azabı sizi daha önce bilincinde olmadığınız şeyleri keşfetmeye iter; bu yolla bilinçdışı aklın eşiğini aşar ve sizi insandaki toptan yokedicinin bilinçsiz bir unsuru yapan ortak güçlerin farkına varırsınız. Eğer bir protestan, kilisesini tümüyle kaybettikten sonra ayakta kalmayı başarır ve yine bir protestan olmaya devam ederse, yani tanrı karşısında savunmasız kalıp artık topluluklar ve duvarlar tarafından korunmuyorsa, doğrudan dinsel deneyim konusunda benzersiz bir şansa sahip olur.
Bilinçdışı sürecin hastam için ne anlam taşıdığını size aktarabildim mi bilmiyorum. Yine de böyle bir sürecin, deneyimin değerini tartacak nesnel bir ölçüt yoktur elimizde. O deneyimi geçirmiş olan kişi için olan değerine bakmamız gerekir. O zaman, görünüşte yararsız bazı rüyaların, akıllı biri için bir anlamı olduğu gerçeği size çarpıcı gelebilir. Fakat o kişinin dediklerini kabul edemiyorsanız veya kendinizi onun yerine koyamıyorsanız , onu yargılamamalısınız. Yargılayabileceğiniz bir Arşimed noktası yoktur, çünkü psike, görüntüsünden farklıdır. Psike, psikolojinin nesnesidir ve ne yazık ki, aynı zamanda onun öznesidir ve bu gerçekten kaçış da yoktur.
“Doğrudan deneyim” olarak adlandırdığım şeye örnek seçtiğim bir kaç rüya, deneyimden geçmemiş birinin kesinlikle gözüne çarpmaz. Rüyalar gösteriş yapmazlar, kişisel deneyimlerin alçak gönüllü şahitleridir sadece. Eğer rüyaları sıralarına göre, ve tüm süreç boyunca ortaya çıkan sembolik malzeme zenginliği ile birlikte sunsaydım çok daha belirgin bir görünümleri olacaktı. Fakat, rüya serilerinin tümünün toplamı bile, güzellik ve anlam bakımından geleneksel inançla boy ölçüşemez, İnanç, her zaman için bir çok aklın ve bir çok .imim sonucu ve ürünüdür, bireysel yaşamların tüm tuhaflık-I.ııından, noksanlıklarından ve kusurlarından arındırılmıştır. I akut bütün buna rağmen, kişisel deneyim, fakirliği yanında, doğrudan doğruya hayattır, bugün damarda akan kırmızı sıcak kandır. Gerçeğin ardında koşan biri için, en iyi geleneklerin bile daha ikna edicidir. Yine de dolaysız hayat her zaman kişiseldir, çünkü hayatı taşıyan bireydir ve kişiden doğan her şey bir bakıma kendine özgüdür, geçicidir ve eksiktir; özellikle de rüya ve benzeri gibi isteğe bağlı olmayan akıl ürünleri söz konusu olduğunda böyledir. Bir çok kişinin aynı sorunu vardır ama kimse aynı rüyayı görmez. Fakat nasıl, mutlak kendine özgü bir birey yoksa, aynı şekilde mutlak kendine özgü nitelikte bireysel ürün de bulunmaz. Rüyalar bile , farklı lolklor ve mitolojilerde belirli motiflerin hemen hemen aynı şekilde tekrarlanması şeklinde, büyük ölçüde ortak (kollektif) malzemeye dayanmaktadır. Ben bu motiflere arketip diyorum, bu kavramla kastettiğim şey, hemen hemen yeryüzünün her köşesindeki mitlerin parçalarını oluşturan kollektif nitelikteki şekiller ve imgeler ve aynı zamanda da bilinçdışı kökenli bireysel ürünlerdir. Arketip motifler olasılıkla insan aklının, sadece gelenekler ve göç yoluyla değil aynı zamanda soya çekim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan arketip kalıplarından başlamaktadır. Bu son hipotez kaçınılmazdır, zira karmaşık arketip imgeler bile , herhangi bir olası doğrudan gelenek etkisi olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bilinçöncesi (preconscious), ilksel fikirler (primordial) teorisi, ilk asırlara ait olan “arketip” teriminin de gösterdiği gibi, hiç bir şekilde benim buluşum değildir, Özellikle psikoloji bağlamında, bu teoriyi Adolf Bastian’ın çalışmalarında ve yine Nietzsche’de buluruz. Fransız yazınında, Hubert, Mauss ve Levy-Bruhl benzer görüşler ileri sürer. Ben, bazı ayrıntılı araştırmalar yapmak suretiyle, daha önceleri ilksel veya başlangıç fikirler, “categories” veya “habitudes directrices de la conscience”, “representations collectives”, vb denilen teoriye ampirik bir temel sağladım sadece.
Daha önce değindiğimiz rüyaların İkincisinde, henüz dikkate almadığım bir arketiple karşılaştım. Bu arketip, yanan mumların piramit benzeri dört noktadaki tuhaf dizilişidir. Söz-konusu düzenleme, dört sayısını kutsal imgelerin bulunması gereken altara ya da ikon yerine koymak suretiyle , bu sayının sembolik önemini vurgulamaktadır. Mabete “öze dönüş evi” dendiği için, dört sayısının tapınma yerinde görünen imgeyle veya sembolle ifade edildiğini varsayabiliriz. Pisagor terimleriyle söylersek, tetraktiler, hastamızın rüyasının da açıkça gösterdiği gibi, gerçekten de “kendine dönüşe” işaret etmektedir. Bu sembol diğer rüyalarda, genellikle dört parçaya bölünmüş veya dört parça içeren bir daire şeklinde ortaya çıkar. Aynı serinin diğer rüyalarında, ayrıca şu şekillerde de ortaya çıkar : bölünmemiş daire, çiçek, kare meydan veya kare oda, dikdörtgen, küre, saat, ortası çeşmeli simetrik bahçe, teknede uçakta veya masada dört kişi, masanın etrafında dört sandalye, dört renk, sekiz parmaklıklı tekerlek, sekiz ışınlı yıldız veya güneş, sekiz parçaya bölünmüş yuvarlak şapka, dört gözlü ayı, kare şeklinde hapishane hücresi, dört mevsim, dört ceviz bulunan kase, 4×8=32 bölüme ayrılmış bir dünya saat, vb.
Bu dörtlü semboller, dört yüz rüyadan oluşan bir seride en az 71 kez ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda benim durumum da bir istisna değildir. Yaptığım pek çok vaka incelemesinde dört sayısı ortaya çıkmıştır ve kökeni her zaman bilinçdışına dayanmıştır, yani rüya sahibi onu ilk kez rüyasında görmüştür , ne anlamı hakkında bir fikri vardır, ne de dördün sembolik önemi hakkında bir şey duymuştur. Kuşkusuz konu üç olsayılı, durum değişirdi, çünkü Üçlülük (Teslis) herkesin bilebile kınınmış bir sembolik sayıdır. Fakat dört, bizim için, özellikle günümüzün bilim adamı için , diğer bir sayıdan farklı bir anlam ifade etmez. Sayı sembolizmi ve onun tarihçesi hı/irn rüya sahibi hastamızın aklının ilgi alanının kesinlikle dışında kalır. Eğer bu koşullarda rüyalar, dördün önemi üzerindi ‘ ısrarla duruyorsa, onun kökeninin bilinçdışı olduğunu söylemekte son derece haklı oluruz. Dörtlünün numinosum özelliği, ikinci rüyada açıkça görülmektedir. Bu gerçeğe dayanak, onun “kutsal” demek zorunda olduğumuz bir anlama işa-11d ettiği sonucuna varmamız gerekiyor. Rüya gören kişi bu lııhaf karakterle, herhangi bir bilinç kaynağı arasında bağlantı kuramadığı için, sembolizmin anlamını açığa kavuşturmak umacıyla, karşılaştırma yöntemini uyguluyorum. Bu kitap çerçevesinde sözkonusu karşılaştırma sürecini tam olarak açıklamam doğaldır ki olanaksızdır. Bu nedenle kısaca değinmekle yetineceğim.
Görünüşe göre, bilinçdışı düzeyinde bulunan pek çok şey, aklın geçmişten gelen kalıntılarıdır, bu nedenle bilinçdışımızın içeriğinin paralelini oluşturan bilinç düzeyine ulaşmak için sadece bir kaç yüz yıl geriye gitmemiz gerekmektedir. Bizim vakamız bağlamında, üç yüz yıldan daha az geriye gideriz ve kendimizi, dairenin kareye çevrilmesi muammasını ciddiyetle tartışmakta olan doğa bilimcileri ve filozofları arasında buluruz. Bu muğlak sorun, aslında çok daha eski ve tümüyle bilinçdışı şeylerin psikolojik bir yansitıl-masıydı (projeksiyonuydu). Fakat , o günlerde dairenin Tanrı anlamına geldiğini biliyorlardı: bir filozofun Aziz Augustine’i tekrarlayarak dediği gibi “Deus est figura intelleetualis, cu jus centrum est ubique, circumferentia vero nusquam”. Emerson kadar iç gözlemci ve iç dünyasını inceleyen biri de aynı konuya değinmiş ve aynı şekilde Aziz Augustine’in sözlerini tekrarlamıştı. Eflatun’un Timaeus’undan, hermetik felsefenin başta gelen kaynağı olan bu kitaptan beri en mükemmel şekil kabul edilen daire imgesi ayrıca, en mükemmel öze de verildi, yani altın, anima mundi veya anima media natura ve ilk yaratılan ışık da daireyle gösterildi. Makrokozmoz, Büyük Dünya, yaratan tarafından “in forma rotunda et globosa” şeklinde yapıldığı için, bütünün en küçük parçası sayılan nokta da bu kusursuz yapıyı taşımaktadır. Filozofun dediği gibi: “Omnium figurarum simplicissima et perfectissima primo est rotunda, quae in puncto requiescit” Maddede gizli ve hareketsiz duran bu Tanrı imgesi, simyacıların ilk kaos, veya cennet ülkesi veya denizdeki yuvarlak balık veya sadece yuvarlak yapı veya yumurta dediği şeydi. Bu yuvarlak şey, maddenin kapalı kapılarını açacak anahtara sahipti. Timae-us’ta belirtildiği gibi, sadece dünyayı yaratan faktör, yani mükemmel varlık, dört unsuru, yani yuvarlak dünyanın dört elemanını kapsayan tetraktileri çözme yetisine sahipti. Onüçün-cü yüzyıldan beri büyük otoritelerden biri olan Turba Philo-sophorum’a göre, yuvarlak yapı, bakırı dörde bölebilir. Böy-lece, çok aranılan aurum philosophicum’un da yuvarlak olduğu anlaşılmaktadır. Clykuda hareketsiz olan demiurge’ye, yaratıcı faktöre hangi yolla ulaşılacağı konusunda ise görüşler farklıydı. Bazıları ona, özel bir birikim veya özellikle elverişli bir öz türü içeren prima materia (ilk madde) şeklinde ulaşmayı umuyordu. Bazıları ise “conjunctio” denen bir tür sentezle yuvarlak yaratmaya çalışmıştı; “Rosarium Philo-sophorum”un anonim yazarı şöyle söyler: Kadından ve erkekten yuvarlak bir daire yap, bundan bir dikdörtgen çıkar ve ondan da bir üçgen çıkar. Halkayı yuvarlat ve o zaman Filozofun Taşı’na ulaşmış olacaksın.”
Bu olağanüstü taş, Eflatun’un yuvarlak çift cinsiyetli erkeğine karşılık gelen, kusursuz bir hermafrodit varlık olarak sembolize edilmekteydi. Ondördüncü yüzyılın başı kadar erken bir dönemde, Petrus Bonus , İsa mecazının temsilcisi olarak lapisi İsa ile kıyaslıyordu. Fakat onüçüncü yüzyılın sözde Thomas’cı kitabı Aurea Hora’da taşın gizemi, hristiyan dininin gizemlerinden daha üstündür. Bu gerçeklere değinmemin tek nedeni, dört sayısını içeren halka veya kürenin bilgili atalarımızın çoğu için Tanrı anlamı taşıdığıdır.
Latin kökenli kitaplara bakınca görürüz ki, maddede gizli ve hareketsiz duran demiurge, felsefi insan (homo philosophicus) denen ikinci Adem ile aynı şeydir. İkinci Adem üstündür, ruhsal insandır, kendisine çoğunlukla İsa’nın kişiliği verili mi Adam Kadmon’dur. Özgün Adem , bozulup çürüyebilen dört unsurdan oluştuğu için ölümlüdür, ikinci Adem ise ölümsüzdür çünkü o tek bir saf ve bozulmaz özden oluşur. Bu nedenle sözde Thomas’ta şöyle ifadeler yer almaktadır : “Secundus Adam de puris elementis in aeternitatem transivit. İdeo quia ex simplici et pura essentia constat, in aetemum ınanet.” Ortaçağ boyunca tanınmış bir otorite sayılan Senior adlı erken dönem latinleşmiş Arap yazarının lapise ilişkin şöyle söylediği nakledilir : “ Asla ölmeyen bir madde vardır, ı.ünkü o sürekli artmaya devam eder.” Sözkonusu öz, ikinci Adem’dir.
Yaptığımız alıntılardan da açıkça görülmektedir ki, filozofların arayıp durduğu yuvarlak öz, rüyalarımızda sembolize edilen şeye çok benzeyen bir oluşumdu. Elimizde, büyük felsefi düşüncelerin çoğunlukla rüyalar, görüntüler, hatta halü-sinasyonlarla karışmış olduğunu kanıtlayan tarihsel dokümanlar vardır. Daha naif bir kafa yapısına sahip atalarımız, bilinçdışında bulunanları doğrudan doğruya maddeye yansıtmışlardır. Madde, böyle ekleri kolayca kabul edebiliyordu, çünkü o zamanlar pratikte bilinmeyen ve kavranamayan bir varlıktı madde. Ve insanoğlu ne zaman gizemini çözemediği bir şeye rastlaşa, en ufak bir özeleştiriye girişmeden varsayımlarını maddeye yansıtır. Kimyasal madde günümüzde oldukça iyi bildiğimiz bir şey olduğu için, artık atalarımız kadar serbestçe yansıtma yapamıyoruz. Sonunda , tetrakti-lerin psişik olduğunu kabullenmek zorunda kaldık; ve, yakın ya da uzak bir gelecekte bunun da bir yansıtma olduğunun mtaya çıkıp çıkmayacağını henüz bilmiyoruz. Şimdilik şu gerçeği bilmek bizi tatmin ediyor : çağımız insanının bilinçli aklında hiçbir şekilde yer almayan tanrı fikri, üç ya da dört yüz yıl önce bilinç düzeyinde bilinen şekliyle geri dönmektedir.
Tarihin bu kısmını, rüya sahibi hastamın hiç bilmediği gerçeğini vurgulama gereği duymuyorum. Klasik dönemden bir şairden alıntı yaparak şunu söyleyebiliriz :”Naturam expellas furca tarnen usque recurret.”
Bu eski filozoflara göre, tanrı kendisini ilkin, dört unsurun yaratılışında göstermiştir. Bu unsurlar, dairenin dört bölmesi ile sembolize ediliyordu. Codex Brucianus‘a ait(18) adlı gnostik bir kaynakta Biricik- Yaratılan (Monogenes veya Anthropos) konusunda şunu okuyoruz: “Bu, Monad’da oturanla aynı kişidir, Monad ise Setheus (yaratıcı) içindedir ve kimsenin nerde olduğunu bilmediği yerden gelmiştir. Monad ondan gelmiştir, tüm iyi şeylerle yüklü bir gemi gibi, her tür ağacın ekili olduğu bir tarla gibi ve tüm ırkların doldurduğu bir şehir gibi…onu savunmak üzere çevresinde oniki kapı vardır, bu Biricik-Yaratılanın ana kentidir”. Kitabın başka bir yerinde , Anthropos’un kendisi kenttir ve onun üyeleri de kentin dört kapısıdır. Monad bir ışık kıvılcımıdır , Tanrı’nın bir atomudur. Monogenes’in bir düzlük üzerinde durduğu düşünülür; bu düzlük, İncil’in dörtlüsüne ya da tetramorfosa, yani dört evangelist sembol olan melek, kartal, öküz veya buzağı ve aslandan oluşan, kilisenin sembolik binek hayvanlarına karşılık gelen dört sütunun desteklediği bir platformdur. Bu metnin, Vahyin Yeni Kudüs’ü ile olan mecazı açıktır.
Dörde bölünme, dördün sentezi, dört rengin mucizeye benzer görünüşü, işin dört aşaması, nigredo dealbatio, rubefacti-o ve citrinitas; bunlar eski filozofların sürekli uğraşları olmuştur. Dört sayısı, Bir’in parçalarını, vasıflarını ve görünüşlerini sembolize eder. Peki ama, benim hastam, bu eskimiş spekülasyonları niçin tekrarlasın?
Niye tekrarlaması gerektiğini bilmiyorum. Sadece şunu biliyorum ki, tek vaka bu değildir; benim ya da meslekdaşları-mın gözlemi altındaki bir çok diğer vakada da ihtiyari olarak aynı simgecilik (sembolizm) ortaya çıkmıştır. Bu vakalardaki rüyaların üç ya da dört yüz yıl öncesinden malzeme aldıklarını aslında düşünmüyorum. Böyle bir alıntı, arketip fikrinin çok önplanda bulunduğu başka bir çağda yapılabilirdi. Aslına bakılırsa, ortaçağdan çok daha eskidir, Timaeus da bunu kanıtlamaktadır. Ne klasik mirastır, ne de Mısır kökenlidir, zira pratikte her yerde ve her çağda bulunabilir. Örneğin, kızılderililerin dörtlülüğe ne kadar büyük bir önem verdiklerini hatırlamamız yeterlidir.
Dört, dünyayı yaratan tanrı fikriyle bağlantılı ve asırlarca eski, belki de tarih öncesi bir sembol olmasına rağmen , bu sayı – tuhaftır ki – günümüz insanı tarafından ender olarak böyle anlaşılır. Bu sembolün tarihi hakkında bilgilendirilmeyen insanların bu sayıyı kendi kendilerine nasıl yorumlayacakları konusu her zaman özellikle ilgimi çekmiştir. Bu yüzden, onlara kendi görüşlerimi aktarmamaya dikkat ettim ve anladım ki, kural olarak, dört sayısının ya kendilerini ya da iç dünyalarındaki bir şeyi semboli2e ettiğini sanıyorlar. Onun, bir tür yaratıcı bir arka plan olarak , bilinçdışı aklın derinliklerinde hayat veren bir güneş olarak özel bir şekilde kendilerine ait olduğunu düşünüyorlar. Bu sayının, çoğunlukla Ezeki-el’in vizyonunun bir kopyası olduğunu anlamak kolaydı, buna rağmen, sözkonusu vizyon bilindiği zamanlar bile -ki bu günlerde bilene pek rastlanmıyor- bu benzerliğin ender olarak larkına varılıyordu. Bu, neredeyse sistemli körlük denebilecek durum, Tanrı’nın dışarıdaki biri olduğu şeklindeki önyargının bir sonucudur. Bu önyargı salt Hristiyanlığa ait değildir, iakat bunu hiç paylaşmayan belirli dinler de vardır. Bu dinler lam tersine, bazı Hristiyan mistiklerinin yaptığı gibi, tanrının ve insanın zorunlu aynılığından sözederler; bu, ya önceden belirlenmiş bir aynılık şeklindedir, ya da bazı ibadetler veya törenlerle ulaşılacak bir amaç şeklindedir, örneğin, bazı yoga yöntemleri bir yana bırakılırsa, Apuleius’un metamorfozu (başkalaştırma) olayında olduğu gibi.
Karşılaştırmalı yöntem, dörtlülüğün, yaratış halindeki tanrının aşağı yukarı doğrudan doğruya bir temsilcisi olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, çağımız insanının rüyalarında kendiliğinden çıkan sembollerin de aynı anlamı taşıdığı- içimizdeki tanrıyı sembolize ettiği – sonucuna varmalıyız. Rüya sahiplerinin çoğu bu benzerliğin farkına varmasa da, yorum yine de doğru olabilir. Tanrı fikrinin, “bilim dışı “ bir hipotez olduğu gerçeğini dikkate alırsak insanların niçin bu şekilde düşünmeyi unuttuğunu kolayca açıklayabiliriz. Eğer tanrıya belirli bir inanç besliyorlarsa bile, aldıkları din eğilimi nedeniyle içimizdeki tanrı fikrinden vazgeçerlerdi, çünkü Sözkonusu eğitim, bu fikri “mistik” olarak adlandırıp her zaman küçük görmüştür. Fakat, bılinçdışı aklın doğal eğilimlerinin uygulamaya koyduğu, tam da işte bu “mistik” düşüncedir.
Ben ve arkadaşlarım, aynı sembolizmi sergileyen o kadar çok vaka gördük ki, artık onun varlığından şüphe edemiyoruz. Dahası, benim gözlemlerim 1914’e kadar gider ve onları kamuoyuna açmadan önce ondört yıl bekledim.
Eğer gözlemlerim, tanrının varlığının bir tür kanıtı olarak anlaşılırsa bu üzücü bir hata olurdu. Gözlemlerim, sadece arketip bir tanrı imgesinin varlığını kanıtlamakta ve bu imge bence, tanrı konusunda psikolojik açıdan söyleyebileceğimiz en fazla şeyi kapsamaktadır. Fakat bu çok önemli ve etkili bir arketip olduğu için, sık sık ortaya çıkışı theologia naturalis için dikkate değer bir gerçek gibi görünmektedir. Ona ilişkin bir deneyim, çoğunlukla büyük ölçüde numinosum niteliği taşıdığı için, dinsel deneyimler arasında yer alır.
İlginç bir gerçeğe değinmeden geçemeyeceğim, o da şudur: merkezi hristiyanlık sembolizmi Teslis’e dayanmaktadır, bilinçdışı ise kendini dörtlü ile ifade etmektedir. Aslına bakılırsa, ortodoks hristiyan görüşü de pek tam değildir, çünkü kötülük ilkesinin dogmatik yönü Teslis’te yoktur. İnsana benzeyen bir tanrı fikri, mezheplerce benimsenen bir varsayım olduğu için, “içimizdeki tanrı” fikri de dogmatik açıdan zor bir kabullenmedir. Fakat çağdaş aklın anladığı şekliyle dörtlü, sadece içimizdeki tanrıyı değil, insanla tanrının aynılığını da ileri sürmektedir. Dogmanın aksine, üç değil, dört yön vardır. Dördüncü yönün şeytanı temsil ettiği çıkarsaması kolayca yapılabilir. Şöyle bir logomuz var: “Ben ve baba , bir tek kişiyiz. Beni gören, babamı da görür.”; buna rağmen İsa’nın dogmatik insan niteliğinin, insanın kendisini İsa’yla ve onun ho-moousia’sıyla özdeşleştirmesine yol açacak derecede vurgulanması, kutsal şeylere saygısızlık ya da delilik sayılıyordu. Fakat, işte bu, çıkarsamanın ta kendisidir. Dolayısıyla, Ortodoks bir görüş açısından yaklaşıldığında, doğal dörtlünün “diabólica fraus” (şeytan) olduğu söylenebilir ve hristiyan dünyasının suçlanıp azarlanan kısmını temsil eden dördüncü cephesinin asimilasyonu, bunun en büyük kanıtını oluştururdu. Sanıyorum ki kilise, bu tür sonuçları ciddiye alma girişimlerini geçersiz kılmalıdır. Hatta bu deneyime giden her yolu da mahkum etmelidir zira kendisinin birbirinden ayırmış olduğu bir şeyi doğanın birleştirmesini kabul edemez. Dörtlüye ilişkin tüm olaylarda doğanın sesini açıkça duyulabiliriz, bu ise, bilinçdışı akla ilişkin her şeye karşı duyulan eski kuşkuları uyandırabilir. Rüyaların bilimsel incelemesi eski bir falcılıktır ve simya kadar itiraza yol açan bir konudur. Rüya psikolojisinin yakın bir paraleli Latin simya dokümanlarında görülür, bunlar da ortodoks fikre karşıtlıklarla doludur. Öyle anlaşılıyor ki, bir zamanlar gizlilik ve koruyucu mecazların bir nedeni vardı. Geçmişte simyanın kullandığı sembolik ifadeler, modern rüyaların da kaynağını oluşturan aynı bilinçdı-şından çıkmaktadır ve onlar kadar doğanın sesidir.
Eğer, nihai şeylere ilişkin fazla kuşkunun bulunmadığı ve her tarihin Eski Ahitle başladığı bir ortaçağ ortamında yaşıyor olsaydık, rüya ve benzeri şeyleri kolaylıkla kaldırıp atardık. Ne yazık ki, modern çağdayız ve bu çağda, nihai konular kuşkuyla karşılanmaktadır, çok geniş boyutta bir tarih öncesi vardır ve insanlar, eğer her hangi bir numinosum deneyimi varsa bunun bir psike deneyimi olduğunun tümüyle farkındalar. Tanrının tahtı etrafında oluşmuş bir gökyüzü dünyasının hayalini artık kuramayız, galaksi sisteminin arkasında bir yerde tanrıyı aramayı da hayal edemeyiz. Fakat insan ruhu gizem barındıran bir yerdir , çünkü bir ampirist için tüm dinsel deneyimler, aklın özgün durumundan başka bir şey değildir. Eğer dinsel deneyimlerin, onu yaşayanlar için ne anlam ifade ettiğini bilmek istersek, bunun akla gelebilecek her türlü şeklini inceleme olanağına bugün sahibiz. Ve, eğer bunun bir anlamı varsa, bu deneyimi yaşayanlar için her şey demektir. Kanıt dikkatle incelendiğinde kaçınılmaz olarak ulaşılabilecek sonuç, en azından budur. Hatta, içeriği ne olursa olsun, dinsel deneyim, en çok değer verilen deneyim türü olarak tanımlanabilir. “Extra ecclesiam nulla salus (Kilise dışında kurtuluş yoktur)” hükmüyle formüle edilen haliyle modern kafa yapısı, son çareye başvurur gibi ruha dönecektir. Deneyim başka nereden elde edilebilir ki? Bunun cevabı, aşağı yukarı benim belirttiğim gibi olacaktır. Doğanın sesi cevap verecek ve insanoğlunun ruhsal sorunu ile ilgili herkes, şaşırtıcı yeni sorunlarla karşı karşıya gelecektir. Ben, hastamın ruhsal gereksinimlerinden hareket ederek, bilinçdışı aklın ürettiği olağanüstü sembolizm göstergelerinden bazılarını en azından anlamak yönünde ciddi çaba sarfetmek zorunda kaldım. Ulaştığım entelektüel ve etik sonuçların tartışmasına girmek çok fazla süreceği için , şimdi kısa bir özetle yetinmek durumundayım.
Her hangi bir dinin başlıca sembolik figürleri, her zaman için belirli bir ahlakı ve bakış açısını anlatır. Örneğin, haçtan ve onun çeşitli dinsel anlamlarından sözediyorum. Diğer bir temel sembol de Teslis’tir. Bu, tümüyle erkeksi (maskülen) bir karakterdir. Ancak, bilinçdışı akıl, bunu dörtlüye çevirir; bu dörtlü aynı zamanda da , tıpkı Teslis’teki üç kişinin tek ve aynı tanrı olması gibi, tekliktir. Eski doğa filozofları Teslis’i, “ imaginata in natura “, üç “ruh” veya “volatilia”, yani su, hava ve ateş olarak temsil ettiler. Dördüncü unsur ise beden veya topraktı. Bunu ise Bakire Meryem’le sembolize ettiler. Böylelikle, fiziksel üçlülüğe kadınsı (feminen) unsuru kattılar ve dörtlüye veya circulus quadratus’a (dairenin kare yapılması) ulaştılar; dörtlülüğün sembolü hermafrodit Rebis,yani filius sapientiae (bilge oğul) idi. Ortaçağ doğa filozoflarının, dördüncü unsurla kastettikleri şey kesinlikle toprak ve kadındı. Kötülük ilkesi açık şekilde ifade edilmemiştir, fakat prima materia’nın zehirli niteliğinde ve diğer imalar şeklinde görünmektedir. Çağımız rüyalarındaki dörtlülük, bilinçdışının bir ürünüdür. İlk bölümde açıkladığım gibi, bilinçdışı çoğunlukla bir anima, bir kadın figürü görünümüne bürünür. Görünüşe göre, dörtlü sembolü anima figüründen çıkmaktadır. Anima, dörtlülük matriksi veya Mater Dei’dir (tanrının anası) , tıpkı toprağın, tanrının anası olarak anlaşıldığı gibi. Fakat, hem kadın, hem de kötülük, Teslis dogmasında tanrı kavramına dahil edilmediği için, dörtlüde kötülük unsuru aynı zamanda da dinsel sembolün bir parçasını oluşturur. Bu yöndeki bir gelişmenin uzak vadede ruhsal açıdan doğuracağı sonuçlar ise, özel bir düşünme çabası gerektirmeyecek kadar açıktır.
Carl Gustav Jung
Psikoloji ve Din
Çeviren: Raziye Karabey, Okyanus Yayıncılık