“Çok Üzücü Bir Görüntü”
Günümüz yazınından bir şeyler okudum. Grajdanin’in sayfalarında bu tür yapıtlara yer vermesi gerektiğini düşünüyorum. Benden eleştirmen mi olur! Eleştirel yazılar yazmayı gerçekten istediğim oldu; sanırım “bir vesileyle” buna yönelirim. Bay Leskov’un Mühürlü Melek’ini, Nekrasov’un şiirlerini, Şçedrin’in ve Otoçestvenniye Zapiski’den Bay Skabiçevski ve N. M.’nin yazılarını, hepsini okudum. Son iki yazı bir anlamda benim için yeni bir keşif oldu; zamanı geldiğinde bu yazılardan mutlaka söz edeceğim. Şimdi baştan, yani okuduğum sıraya göre, özellikle Mühürlü Melek’i ele alacağım.
Bay Leskov’un bu öyküsü Ruskiy Vestnik’te çıktı. Bilindiği gibi, bu öyküyü burada Petersburg’da çok kişi beğenmiş ve okumuştu. Gerçekten buna değer: ilgi çekici ve sürükleyici… Bir işyerinde çalışan yüz elli kadar raskolnik’in, meydana gelen bir mucize sonucu hep birlikte yeniden Ortodoks olmalarıyla ilgili, yılbaşı gecesi bir handa eski bir raskolnik tarafından anlatılan bir öykü. Bu işyeri büyük bir Rus kentinde köprü inşa ediyormuş ve çalışanları ırmak kıyısına kurulu barakalarda üç yıl yaşamışlar. Kendilerine ait bir şapelde, Patrik Nikon döneminden önce hâlâ kutsal sayılan çok eski ikonalar bulunuyormuş. Önemli bir devlet memurunun bu işyerinden on beş bin ruble rüşvet koparmak istemesi öyküde çok mükemmel anlatılıyor. Memur, şapeli görevlilerle birden basıp, tasvir başına yüz ruble kurtulmalık talep ediyor. İşçiler vermiyorlar, bunun üzerine memur tasvirlere el koyuyor, üzerlerine delik açtırarak simit gibi bir çubuğa geçirtiyor ve bodruma taşıtıyor. Bu tasvirlerin arasında işçilerin derin saygı duydukları, mucizeler yarattığına inandıkları çok eski bir melek tasviri vardır. Para vermemekte direnen raskolniklere çok öfkelenen memur, hıncını almak, onları aşağılamak ve sarsmak amacıyla, mühür mumunu alıyor ve herkesin gözleri önünde tasvirin yüzüne damlatıyor, ardından devlet hâzinesinin mührünü basıyor. O yerin piskoposu meleğin mühürlenmiş yüzünü görünce: “Çok üzücü bir görüntü!” diye hayıflanıyor ve küçük düşürülmüş tasvirin katedralde pencere kenarına konmasını emrediyor. Bay Leskov piskoposun bu sözlerinin ve lekelenmiş tasvirin bodrum yerine katedrale taşınması emrini vermesinin işçilerin çok hoşuna gittiğine inanıyor.
Sonra bu “melek” tasvirinin katedralden çalınmasıyla beraber karışık ve çok ilginç olaylar dizisi başlıyor. Köprü yapımının sanırım yüklenicisi olan İngiliz’in raskolniklerle arası çok iyidir; kendisine çok içten davrandıkları için onlara kanı kaynıyor ve yardımcı olmaya niyetleniyor. Özellikle raskolniklerin İngiliz’le ikona sanatı üzerine yaptıkları sohbetler öykünün en önemli yeri, öykünün bütünü içinde en güzel bölümdür. Nihayet akşam ayininden sonra tasvirin katedralden çalınması, meleğin yüzündeki mührün çıkarılması ve yerine İngiliz’in eşinin ilkine benzeterek “mühürlediği” pek kutsal olmayan bir tasvirin konmasıyla her şey bitiyor. İşte, tam bu kritik anda bir mucize gerçekleşiyor: Yeni mühürlenen tasvirden ansızın bir ışığın yayıldığını görüyorlar (gerçekte bu ışığı tek kişi görmüştür); tasviri getirdiklerinde, mühürsüz olduğunu, yani yüzünde mühür mumunun olmadığını fark ediyorlar. Tasviri taşıyan raskolnik öylesine şaşırıyor ki, soluğu katedralde alıyor ve günah çıkarıp piskoposa olanları anlatıyor; piskopos onu bağışlamakla birlikte şöyle diyor: “Bu sana iyi bir ders olmuş, gerçek dini nerede araman gerektiğini göstermiştir: Sizler hileyle meleğinizden mührü söktünüz, bizim meleğimizse kendi çıkardı mührünü ve işte seni buraya getirdi.”
Bu mucize raskolnikleri öyle şaşırtıyor ki, hepsi birden, yüz elliye yakın kişi yeniden Ortodoks dinine dönüyor.
Gelgelelim yazar burada kendini tutamamış ve öyküyü çok beceriksizce bitirmiştir (bu beceriksizlik Bay Leskov’un özelliğidir. Kilise Görevlileri adlı yapıtındaki zangoç Ahilla’nın sadece sonunu hatırlamamız yeterli olur sanıyorum). Herhalde kendisini kör inançlara eğilimli olmakla suçlayacaklarından çekinmiş olmalı, mucizeyi açıklamakta aceleci davranmıştı. Öyküyü aktaran, yani eski raskolnik, Ortodoksluğa yeniden döndükleri günün ertesinde, meleğin yüzündeki mührün sökülme nedeninin kendisini “neşelendirdiğini” itiraf ediyor. İngiliz kadın, kutsal olmayan melek tasvirine yine de mühür mumunu damlatmaya çekinmiş, bir kâğıt üzerine mühür basıp ikona üzerindeki madeni çerçeveye iliştirmiş. Yolda kâğıt kuşkusuz kaymış ve melek olduğu gibi ortaya çıkıvermiş. Bunun bir mucize olmadığı ortaya çıktığı halde raskolniklerin Ortodoks kalmalarının nedeni bir dereceye kadar anlaşılmaz kalıyor. Piskoposun bağışlaması karşısında çok duygulanmalarından olabilir miydi? Ancak eski inançlarının temiz ve sağlamlığını, kutsal saydıkları tasvirlerinin lekelenmesini dikkate aldığımızda, kutsal duygularının ayaklar altına alınmasını ve nihayet genel olarak bizim raskolniklerin karakterini göz önünde bulundurduğumuzda, bu davranışlarını yalnızca duygusallıkla -sonra kime ve neye karşı?- açıklamanın mümkün olmadığını düşünüyorum ben. Piskopos bağışladığı için duyulan bir gönül borcu muydu? Ucu raskolniklere olduğu kadar tüm Ortodokslara da dokunan, rüşvetçi bir memurun neden olduğu böylesine akıl almaz ve vicdansızca dinin ayaklar altına alınmasından sonra, piskoposun sadece “çok üzücü bir görüntü!” demekle yetindiği ve inançlara adeta küfür edercesine eylemini gerçekleştiren bu ikinci dereceden memuru durdurma gücünü kendinde bulamayan bu kiliseye karşı sevgi duyguları besleyemezlerdi. O kilisede piskopos için gücün ne demek olduğunu başkalarından daha iyi bilirlerdi.
Bay Leskov’un bu anlamda öyküsü üzerimde, aslında, kötü bir izlenim ve anlatılan olayın doğruluğu üzerine birtakım kuşkular bıraktı. Elbette ki öykü çok güzel anlatılmış ve çok övgüyü de hak ediyor; bir sorum var: Acaba bütün bunlar gerçek mi? Bunlar bizde yaşanmış olabilir mi? Öykünün gerçek bir olaya dayandığı söyleniyor. Hayal gücümüzü şöyle bir çalıştıralım: Diyelim ki günümüzde herhangi bir yerde, bir Ortodoks kilisesinde mucizeler yarattığına inanılan ve her yerde Ortodokslar tarafından kutsal sayılan bir tasvir bulunsun. Yine, dinden ayrılmışların oluşturduğu bir grubun, kendilerine ait ibadet yerinde sırf kendi dinsel görevlerini yerine getirmek amacıyla bu tasviri hep birlikte katedralden çaldıklarını düşünelim. Bunlar kuşkusuz olabilirdi. On yıl gibi bir aradan sonra bilmem ne devlet memurunun bu tasviri bulduğunu ve yüklü bir rüşvet koparmak için raskolniklerle pazarlığa oturduğunu, ancak raskolniklerin bu parayı ödeyememeleri üzerine, memurun mühür mumunu alıp tasvirin yüzüne damlattığını ve üzerine devlet hazinesi mührünü bastığını düşünelim. Tasvirin birkaç yıl raskolniklerin elinde olması, kutsallığını yitirdiği anlamına mı gelir? Bay Leskov’un anlattığı “melek” tasviri de dinlerinden ayrılmadan önce Ortodoksların kutsal saydığı çok eski Ortodoks tasviri değil miydi? Acaba yerel piskopos “çok üzücü bir görüntü!” diye sızlanacağına, tasvirin kutsallığını korumak için daha etkin bir davranış sergileyemez miydi? Bu tedirgin edici sorularım eğitim görmüş insanlarımıza entipüften ve önyargılı gelebilir, ama ben halkın dinsel duygularının ayaklar altına alınmasının, korkunç bir zorbalık ve tam anlamıyla insafsızlık olduğu inancındayım. Raskolnikler de içlerinden şöyle geçirmezler miydi: “Ya dine saygısızlık eden daha yüksek mevkide bulunsaydı, bu Ortodoks papazı kiliseyi nasıl koruyacaktı peki?” Öyküde anlatıldığı gibi, dinsel yetkinin böylesine yetersiz kullanıldığı bir kiliseye saygı duyabilirler miydi? Söyler misiniz, piskoposun bu davranışı yetki azlığıyla değil de başka neyle açıklanabilir? Umursamazlıkla mı, tembellikle mi, yoksa inanılması güç ama, piskoposun görevini bir kenara iterek, devletin bir memuru durumuna düşmesiyle mi? Onun toy meslektaşlarının başına bu tür saçmalıklar bulaşmışsa bu hepsinden de kötüdür: Bu durumda onun Ortodoks çocukları, dinsel inançlarına olan tüm enerjilerini, kiliseye sevgi ve bağlılıklarını yavaş yavaş yitirecekler, kuşkusuz raskolnik de Ortodoks kilisesine küçümseyerek bakacaktır. Papazlık görevinin bir anlamı olmalıdır, değil mi? Raskolnikler bunu hiç anlamayacaklar mı?
Leskov’un bu güzel öyküsünü okuduktan sonra insanın aklına ister istemez bu gibi düşünceler geliveriyor demek. Bir kez daha söyleyelim, bazı ayrıntılara girdiğimizde bu öykünün pek gerçekle bağdaşmadığı eğilimindeyiz. Bu arada, geçenlerde Golos’un bir sayısında şöyle bir haber okumuştum:
Orlov ilinden bir köy papazı Sovremennik gazetesine şöyle yazıyor:
Toprak köleliği düzeninin kaldırılmasından beri, kilise cemaati çocuklarına okuma-yazma dersi veriyordum. Bizim D… köyü zemstvo’sunun bir fon kurduğunu ve ders veren normal öğretmenlerin dışında öğretmenlik yapabilecek insanlara ihtiyaç duyduklarını öğrenmem üzerine bu görevimi bıraktım. 1872-1873 yılı öğretim yılı başında ilçemizde halk öğretmeni sayıca yetersizdi. Köyümüzdeki okulun kapatılmasını hiç istemediğimden öğretmen olmaya karar verdim ve bu göreve atanmama ilişkin başvuru dilekçemi okul idaresine gönderdim. Okul idaresi, Köy Cemiyetinin uygun görmesi halinde bu göreve atanmamın yapılacağı yanıtını verdi. Köy Cemiyeti kabul etti ve buna ilişkin karar aldı. Okul idaresinin talebine uygun olarak kararın onaylanması için bucak yönetimine başvurdum. Başında kara cahil sekreter M. S. ve onun sözünden çıkmayan muhtarın bulunduğu volost yönetimi, öğretmenlik yapacak zamanım olmadığını öne sürerek -aslında başka gerekçelerle- kararı onaylamadı. Sulh yargıcına başvurdum. Yargıç P. yüzüme karşı dikkate değer şu sözleri söyledi: “Devletimiz genelde halk eğitiminin din adamlarının eline bırakılmasına karşıdır.” Şaşkınlık içinde: “Ama niçin?” diye sordum. “Çünkü” dedi, “din adamları ortalığı bulandırıyorlar…”
Nasıl beyler, bu haber hoşunuza gitti mi? Kuşkusuz bu olay dolaylı olarak, kuşkulandığımız ve ısrarla kuşkumuzu sürdürdüğümüz Bay Leskov’un öyküsünün hemen hemen gerçeğe yakınlığını gösteriyor bize. Böyle bir yargıç varmış yokmuş hiç önemli değil: Bir budalanın çıkıp da böyle saçma sözler etmesinden bize ne? Onun görüşleri bizi ne ilgilendirir? Burada önemli olan, bu sözleri hiç sapmadan, yetki gücüyle söylemesi; bilinçli bir yetkiyle, öylesine rahat ve teklifsizce söylemesidir. Bilgelik kokan görüşlerini doğrudan ve hiç duraksamadan insanın yüzüne karşı söyleyebiliyor, üstelik böyle bir görüşü devlete dayatma ve devlet adamı sıfatıyla bildirme küstahlığında bulunabiliyor.
Bırakın herhangi bir sulh yargıcını, yetki bakımından ondan on derece yüksek biri, örneğin bir Ostsee papazına bu sözleri etmeye cüret etseydi ya! Aman Tanrım, bu papaz ortalığı nasıl velveleye verir, ne gürültüler koparırdı kim bilir! Bizim papaz alttan alarak, bu kendini bilmezlerin ayıbını ancak uysalca açığa vurur. Şöyle bir düşünce geliyor insanın aklına: Bu kişi, yani papaz, ya sulh yargıcından daha yüksek bir mevkide bulunsaydı (bu çok mümkün, bizde her şey olabilir çünkü), iyiliksever papaz, bundan sadece “çok üzücü bir görüntü” den başka bir şey çıkmayacağını bilerek, belki de hiçbir açıklamada bulunmayacaktı. Bunu istesek bile, Hıristiyanlığın ilk zamanlarındaki enerjisini ondan beklemek mümkün değildir. Genelde din adamlarımızı, din işlerine karşı ilgisizlikle suçlamaya istekliyizdir; değişik koşullarda din adamı nasıl davranmalıdır peki? Oysa halkımızın din adamlarına ihtiyacı hiçbir zaman bu kadar kaçınılmaz olmamıştır. Belki de Rus halk tarihinin en bulanık, en zorlu, en uğursuz dönemini yaşıyoruz.
***
Geçenlerde Rusya’nın bir köşesinde, çok tuhaf bir olay ortaya çıktı, Grajdanin’in zamanında haber olarak verdiği, Ortodoks bir çevrede Alman Protestanlığı, yeni bir Ştunda tarikatıydı bu. Bu oluşum doğum aşamasında, ama sanki geleceğe değgin bir şeyler içeriyor.
Herson ilinde Boneketberg adlı iyiliksever bir Protestan papazı o bölgede Rus halkının bilgisizliğini ve inanç yetersizliğini görünce onlara acımış ve Ortodoks inançlarına uymalarını ve halka Ortodoks dininden ayrılmamalarını öğütleyerek Hıristiyan ilkelerini öğretmeye koyulmuş. Ne var ki farklı bir durum çıkmış ortaya: Protestan papazı tam bir başarı elde etmiş, ama yeni Hıristiyanlar yeni oluşumu birinci ve mutlak koşul kabul ederek Ortodoks dininden uzaklaşmaya başlamışlar; ibadetlerini, kutsal tasvirlerini yadsımışlar; Luterci eğilimler altında toplanmaya ve Zebur’dan ilahiler okumaya başlamışlar; kimileri Almanca öğrenmeye kadar götürmüş işi. Tarikat müthiş bir hızla kasabalara ve ile kadar yayılmış; tarikat üyeleri yaşam biçimlerini değiştirmişler, içki içmeyi bırakmışlar. Sözgelimi şöyle düşünmeye başlamışlar:
“Onlar (Almanlar-Luther Ştunda tarikatı üyeleri) oruç tutmadıkları için namuslu ve gönenç içinde yaşıyorlar…”
Kısır bir mantık, ama ne derseniz deyin, orucu sırf yerine getirilmesi gereken dinsel bir kural olarak görürseniz bunun bir anlamı olur. Zavallı adam orucun ruhu günahlardan arındıran o derin amacını nereden bilecek ki? Evet, eski inancını da dinsel vecibelerin yerine getirilmesi olarak bellemişti.
Demek ki dinsel kurallara karşı duruyordu.
Bunun anlaşılır olduğunu varsayalım, ama niçin birden karşı durma yolunu seçti? Onu buna zorlayan neden nerededir?
Nedeni çok genel: onun 19 Şubattan sonra yeni yaşamın ışığıyla aydınlanmasıdır belki de. Bu yeni yolunda ilk adımlarını atarken tökezleyecek ve düşecekti, ama mutlaka uyanacaktı, kendine gelince de birden “ne kadar acınası, zavallı, kara cahil, kör ve yoksul” olduğunu görecekti. En önemlisi gerçeğe can atıyordu, şimdiye kadar kutsal bildiği neyi varsa feda ederek, ne pahasına olursa olsun gerçeği arıyordu. Çünkü hiçbir ahlaksızlıkla, baskıyla ve aşağılamayla halkımızın yüreğindeki gerçeğe olan susuzluğu asla yıkamaz, yok edemez ve kökünü kurutamazsın, çünkü bu tutku onun için her şeyden daha değerlidir. O, korkunç derecede düşkünleşebilir, ama en aşağılık anında bile, sadece alçak bir adam olduğunu, ancak bir yerlerde yüce bir gerçeğin bulunduğunu ve onun her şeyin üstünde olduğunu her zaman hatırlar.
Olay bu işte. Tek tük olaylardan görünse de rastlantısal olduğu şüphelidir. Daha başlangıcında dinebilir, kabuk bağlayabilir, öte yandan pek dokunulmadığı takdirde Rus tarikatların çoğunda görüldüğü gibi yeni bir dinsel inanç biçimi haline gelebilir. Ama ne olursa olsun, yineliyorum, bu olayda yine de kehanete benzer bir şeyler var sanki. Geleceği böylesine bulanık gördüğümüz günümüzde bazen kehanete inanmak bile mümkün görülebiliyor.
Benzer bir oluşum ya Rusya’nın her yanma yayılırsa? Ştunda tarikatı değil, sadece bir benzeri (gerçi gerekli önlemlerin alındığı söyleniyor). Ya halk toptan kendi perişanlığını gördükten ve ahlaksızlığın son sınırına vardıktan sonra: “Ahlaksızlık yapmak istemiyorum artık, içki içmeyeceğim, sadece gerçeği ve Tanrı korkusunu istiyorum, en önemlisi gerçeği, her şeyden önce gerçeği!..” derse?
Halkın gerçeğe tutkusu, kuşkusuz, kıvanç vericidir. Ne var ki gerçeğin yerine Ştunda tarikatında olduğu gibi, olağanüstü bir yalan çıkabiliyor.
Aslında halkımızın Protestanlıkla, Almancılıkla ne işi var? İlahiler okumak için neden Almanca öğrensin ki? Aradığı her şey Ortodokslukta yok mu? Rus halkının ve gelecek yüzyıllarda tüm insanlığın kurtuluşu da, tek gerçek de yalnızca Ortodokslukta değil mi? İsa’nın Tanrısal imgesi tüm duruluğuyla sadece Ortodoks dininde korunmamış mıdır? Ve belki de insanoğlunun yazgısında, Rus halkı için saptanmış en belli başlı görev, apaklığıyla İsa’nın Tanrısal imgesini yüreğinde barındırması ve zamanı geldiğinde de yolunu yitirmiş dünyaya bu imgeyi göstermesidir!
Bunların hepsi zamanla gerçekleşecek. İşte bir Protestan papazı erkenden ilk kuşlarla birlikte kalktı; üstelik gerçeği, Ortodoks gerçeğini anlatmak için halka gitti; çok vicdanlı biriydi. Ama halk Ortodoksluğun değil, onun peşinden gitti, bu sadece gönül borcu değildi, onda ilk gerçeği gördüğü için yürüdü. “Oruç tutmadıkları için onlar iyi” yargısı ortaya çıktı. İşin içine kişilik bulaştığında bu çok anlaşılabilir bir durumdur.
Aklıma gelmişken, peki ya bizim papazlar ne âlemde, onlar hakkında neler duyuyoruz?
Papazlarımızın da uyandığını söylüyorlar. Din adamlarımız çoktandır yaşam belirtileri göstermeye başlamış. Piskoposların saygın bir yaşam ve din üzerine kendi kiliselerinde verdikleri dersleri duygulanarak okuyoruz. Papazlarımız, gelen haberlere göre, kararlı biçimde din kitapları yazmaya koyulmuşlar ve bunları halka okumaya hazırlanıyorlarmış.
Zamanında yetiştirebilecekler mi? ilk kuşlarla birlikte uyanabilecekler mi? Protestan papazı yine de farklı, tesadüfen uçup gelen bir kuş, üstelik güvencesi de farklı. Sonra tamamen değişik görev, makam sahibi vs… Öyle olmasına öyle, ama bizim papaz da aslında memur değil. Tüm dünyayı yenileyen tek yüce Gerçeğin yayıcısı da değil mi?
Protestan papazı bizimkinden daha erken olgunlaştı, bu gerçek; sözgelimi Ştunda olayında bizim papaz nasıl davranırdı acaba?
Papazlarımızı hep suçlamaya eğilimliyizdir, ama anlamaya çalışalım: Sadece ilgililere ihbar etmekle mi yetinmeliyiz? Elbette hayır, nitelikli çok papazımız var, hatta umduğumuzdan, hak ettiğimizden de çokturlar. Gelgelelim Ortodoks dininin Luterciler karşısında üstünlüğü üzerine ne gibi vaazlar vermişlerdir peki? (Bu konulara yabancı, kibar çevrenin adamı misali, kimileyin bu tür düşünceler gelir aklıma.) Köylüler kara cahildir: Hiçbir şeyden anlamazlar, belki de ne desen inanmazlar. Hiç ayrıntıya girmeden olaya genel olarak bakalım, nitelikli davranışlar ve huylar mı? Halk sabahtan akşama kadar ayyaş dolaştığı zaman “İyi huylardan” nasıl söz edebiliriz? Kötülüğü kökünden yok etmek için içkiden sakınmak yeter mi? Ayrıntıya pek girmeden söyleyelim, bu doğrudur elbette, çünkü, evet, çünkü epeyce pahalıya mal olan büyük devlet olarak Rusya’nın büyüklüğünü dikkatlerden uzak tutmamanız gerekir… Bu neredeyse “çok üzücü bir görüntüyle” aynı anlama geldi. Halka az içmesi için öğüt vermekten başka bir şey kalmıyor geriye…
Büyük bir Avrupa devleti olarak Rusya’nın büyüklüğü Protestan papazını niye ilgilendirsin? Asla “çok üzücü bir görüntü” den çekinmez, görev anlayışı farklıdır ve işte bu yüzden işleri düzgün gidiyor.
Fyodor Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü
Yapı Kredi Yayınları / Çeviren: Kayhan Yükseler