“BİR YARGIYA SAHİP OLMAK BİR DÜŞÜNME EYLEMİDİR…” İDEOLOJİ VE ELEŞTİRİ – FOUCAULT

“Düşünmenin ne olduğunu, her ne olursa olsun, düşünürken ne hissettiğimizi acaba hiç, biraz kesin olarak fark ettiniz mi?.. Bir kanaatimiz olduğunda, bir yargı oluşturduğumuzda, kendi kendinize şunu düşünüyorum dersiniz. Fiili durumda ister doğru ister yanlış olsun, bir yargıya sahip olmak bir düşünme eylemidir; bu eylem, bir ilişki, bir bağlantı olduğunun hissedilmesine ilişkindir… Gördüğümüz üzere, düşünmek her zaman hissetmektir ve hissetmekten başka bir şey değildir.”2

YEDİNCİ AYIRIM -TEMSİLİN SINIRLARI

Demek ki Genel Gramer’in içinde, Doğal Tarih’in içinde Zenginlikler Çözümlemesinin içinde, XVIII. yüzyılın so yıllarına doğru, her yerde aynı tipten olan bir olay meydi na gelmiştir. Temsilleri etkilemiş olan işaretler, o sıralarda kurulabilir olan özdeşlikler ve farklılıklar çözümlemesi benzeşmelerin kaynaşması içinde ihdas edilen hem sürek hem de eklemleşmiş tablo, ampirik çoğullukların arasında tanımlanan düzen; bütün bunlar artık yalnızca temsili kendine nazaran ikizlenmesine dayanır olmaktan çıkmışlardır. Bu olaydan itibaren arzu nesnelerini değerlendirenler artık yalnızca, arzunun kendi kendine temsil edebileceği diğer nesneler değil, aynı zamanda bu temsile indirgenemeyen bir unsur olan emektir; doğal bir varlığın karakterize edilmesine izin verenler artık yalnızca, ona ve diğerlerine ilişkin olarak yapılan temsiller üzerinden çözümlenebilecek olanlar değil, aynı zamanda onun örgütü denilen şu varlıktır; bir dilin tanımlanmasına izin veren şey, onun temsilleri temsil etme biçimi değil de, belli bir iç mimari, kelimeleri birbirlerine nazaran işgal ettikleri gramatikal konuma nazaran değiştirmenin belli bir biçimidir, bu onun bükümsel işlevidir. Bütün bu şıklarda, temsilin kendi kendiyle ilişkisi ve her tür niceliksel ölçünün dışında belirlenmesine izin verdiği düzen ilişkileri, şimdi dış koşullardan, temsilin aktüelliği içinde bizzat kendine geçmektedirler.

Bir anlamın temsili ile bir kelimenin temsilini birbirlerine bağlamak için, temsilleri temsil etme konusundaki her tür iktidarın dışında, kendi fonetik değişimlerinin ve kendi sentetik bağımlılıklarının güçlü sistemine tabi kılınmış olan bir dilin tamamen gramatikal olan yasalarına başvurmak ve bunlardan yardım almak gerekir; diller klasik çağda bir gramere sahiplerdi, çünkü temsil etme güçleri vardı; şimdi, onlar için görülmeyen tarihsel yan, temsili değerleri artık dış, parıldayan ve görülür cepheden ibaret olan iç ve gerekli bir hacim gibi olan bu gramerden hareketle temsil etmektedirler. Kısmi bir yapıyla, bir canlının bütününün görülebilirliğini, belirgin bir karakterin içinde birbirlerine bağlamak için, şimdi işaret etmeye yönelik her türlü damganın dışında ve onlara nazaran geri çekilmiş gibi olarak, işlevler ile organlar arasındaki ilişkileri örgütleyen tamamen biyolojik yasalara atıfta bulunmak gerekmekledir; canlı varlıklar benzerlikleri, yakınlıklarını ve ailelerini artık, onların sergilenen tasvir edilebilirliklerinden hareketle tanımlanmaktadırlar; dilin kat edebileceği ve tanımlayabileceği karakterlere sahiptirler, çünkü onların görülebilirliğinin karanlık, hacimli ve içsel tersiymiş gibi olan bir yapıya sahiptirler: bu, karakterlerin su yüzüne çıkardıkları şu gizli, ama egemen kitlenin aydınlık ve bilgiye aşama aşama ulaştıran yüzeyidir; şimdi birbirlerine bağlanmış organizmaların çevresinde yer alan bir cins birikintidir. Son olarak da, bir ihtiyaç nesnesinin temsilini, mübadele eyleminde onun karşısına çıkarabilecek her şeye bağlamak söz konusu olduğunda, onun değerini belirleyen bir emeğin biçimine ve miktarına başvurmak gerekmektedir; şeyleri piyasanın sürekli hareketlerinin içinde hiyerarşikleştirenler, ne diğer nesneler ne de diğer ihtiyaçlardır; bunu onları üreten ve onlara sessizce yerleşen faaliyet gerçekleştirmektedir; onların kendilerine özgü ağırlıklarını, ticari sağlamlıklarını, iç yasalarını ve buradan hareketle, onların gerçek fiyatı olarak adlandırabilecek şeyi meydana getirenler, onların imal edilmeleri, elde edilmeleri veya taşınmaları için gereken iş günleri veya saatleridir; mübadeleler bu özsel çekirdekten itibaren gerçekleştirilebilir ve piyasa fiyatları, salındıktan sonra, sabit noktalarını bulabilirler.

Bu biraz esrarlı olay, XVIII. yüzyılın sonuna doğru bu üç alanda meydana gelen bu alt katman olayı, onları tek bir keresinde aynı kopuşun içine sokmuştur; öyleyse şimdi onu, onun çeşitli biçimlerini kuran birliğin içine dahil etmek mümkündür. Bu birliği, rasyonellik cephesindeki bir gelişme veya yeni bir kültürel temanın keşfinde aramanın ne kadar yüzeysel olacağı görülmektedir. XVIII. yüzyılın son yıllarında, biyolojinin veya diller tarihinin veya endüstriyel üretimin karmaşık olguları, o zamana kadar yabancı kaldıkları rasyonel çözümleme biçimlerinin içine sokulmuşlardır; hayatın, tarihin, toplumun karmaşık biçimleriyle de aniden ilgilenir hale gelinmemiştir -doğmakta olan, Allah bilir hangi “romantizm”in etkisiyle-; mekanik modele, çözümleme kurallarına ve idrak yasalarına tabi kılınmış bir rasyonalizmden, bu sorunların üstelemesiyle kurtulunmuş da değildir. Veya daha doğrusu, bütün bunlar meydana gelmişlerdir, ama yüzey harekeli olarak: kültürel ilgilerin değişmesi ve kayması, kanaat ve yargıların yeniden dağılımı, bilimsel söylemin içinde yeni biçimlerin ortaya çıkması, bilginin aydınlık suratına ilk kez çizilen kırışıklar. Daha temel bir biçimde ve bilgilerin kendi pozitifliklerinin içine kök saldıkları bu düzeyde, olay, bilgi içinde hedeflenen, çözümlenen ve uygulanan nesnelere, hatta onları bilinme veya rasyonelleştirilme biçimlerine değil de temsil ile onun içinde sunulan şey arasındaki ilişkiye dairdir. Adam Smith ile, ilk filologlarla, Jussieu, Vicq dAzyr veya Lamarck ile meydana gelen şey, minik, ama kesinlikle esasa ilişkin bir kaymadır; bu kayma tüm Batı düşüncesinin yer değiştirmesine yol açmıştır: temsil, kendinden itibaren ve kendine özgü sergilenişi içinde, onu ikiz hale getiren işleyiş aracılığıyla, çeşitli unsurlarını birleştirebilen bağları kurma gücünü kaybetmiştir.

Hiçbir bileşim, hiçbir çözülme, hiçbir özdeşlik ve farklılık çözümlemesi, temsillerin arasındaki bağı artık meşru kılamaz; düzen, içinde mekânlaştığı tablo, tanımladığı komşuluklar, izin verdiği ardışıklıklar, yüzeyin noktaları arasında bir o kadar güzergâh olarak, ortak temsilleri veya her birinin unsurlarını birbirine bağlama gücüne sahip değillerdir.

TEMSİL EDİLENİN VARLIĞI, TEMSİLİN DIŞINA DÜŞECEKTİR!

Bu bağların koşulu, adeta temsilin dışında, onun dolaysız görülebilirliği- nin ötesinde, ondan daha derin ve kalın bir cins arka dünyanın içinde yer almaktadır. Varlıkların görünebilen biçimlerinin -canlıların yapısı, zenginliklerin değeri, kelimelerin sentaksı- birbirlerine bağlandıkları noktaya ulaşabilmek için, bu zirveye, bakışımızın dışında, bizatihi şeylerin kalbine doğru derinlere dalan şu gerekli, ama asla ulaşılamayan uç noktaya yönelmek gerekmektedir. Kendilerine özgü özlerine geri çekilen; onları harekete geçiren gücün, onları ayakta tutan örgütün, onları üretmeye son vermeyen oluşumun içine sonunda yerleşen şeyler, temel gerçekleri içinde, tablonun mekânından kaçmaktadırlar; onların temsillerini aynı biçimlere göre dağıtan sabitlikten daha başka bir şey olmamak yerine, kendi üzerlerine dolanmakta, kendilerine özgü bir hacim edinmekte, bizim temsilimiz açısından içeri’de olan iç bir mekânı tanımlamaktadırlar, leyler, işte gizledikleri bu mimariden, bu mimarinin egemen ve gizli saltanatını destekleyen tutarlılıktan itibaren, onları doğurtan ve onlarda hareketsizmiş gibi, ama hâlâ titreşim içinde olan bu gücün dibinden itibaren parçalar, kesitler, bölümler, yongalar halinde olmak üzere, kendilerini temsile çok kısmi olarak sunmaktadırlar. Temsil, şeylerin ulaşılamaz haznesinden, ancak birliği hep orada, yukarıda kalan önemsiz unsurları, parça parça koparabilmektedir. Temsilin ve şeylerin, ampirik görülebilirliğin ve doğanın düzenliliği ile hayal gücünün benzerliklerini özdeşliklerin ve farklılıkların çerçevelediği alanda birleştiren, temsillerin ampirik devamını eşanlı bir tabloda sergileyen ve doğanın kendiliklerinden çağdaş kılınmış unsurlarının bütününü mantıksal bir tutarlılık içinde adım adım aşmaya izin veren esas kuralların ortak yeri olarak hizmet etmekte olan düzen mekânı, artık dağılacaktır; şeyler bu dağılmış mekânda, kendi örgütleriyle, gizli damarlarıyla, onları eklemleştiren mekânla, onları üreten zamanla birlikte var olacaklardır; ve bu dağılmış mekânın içinde daha sonra, şeylerin bir öznellik, bir bilinç, özel gayret içindeki bir bilgi, kendi tarihinin dibinden veya ona aktarılmış olan gelenekten hareketle bilinmeye çalışan “psikolojik” birey karşısında kendini hep kısmen belli ettiği, saf zamansal ardışıklık olan temsil bulunacaktır. Temsil, şeyler ile bilginin ortak oldukları varoluş tarzını artık tanımlayamaz hale gelmeye doğru yol almaktadır. Temsil edilenin varlığı, şimdi bizatihi temsilin dışına düşecektir.

Fakat, bu önerme tedbirsizdir. Her halü kârda, XVIII. yüzyılın sonunda henüz kesin olarak yerleşik hale gelmemiş olan bir bilgi konumunu ortaya çıkmış gibi kabul etmektedir. Smith’in, Jussieu’nün ve W. Jones’un emek, örgüt, gramatikal sistem kavramlarından yararlanmış olma nedenlerinin hiç de, klasik düşünce tarafından tanımlanmış tablo mekânından çıkmak, şeylerin görülebilirliğini bir yana bırakarak, kendi kendilerini temsil eden temsillerin işleyişinden kurtulmak değil de sadece bu tablonun içinde, aynı anda hem çözümlenebilir, hem sabit, hem de temelli olan bir bağlantı ihdas edebilmek olduğunu unutmamak gerekir. Söz konusu olan hâlâ, özdeşliklerin ve farklılıkların büyük düzenini bulabilmekti. Bizzat temsil edilenin varlığının temsilin öteki tarafında aranmaya başlamasına yol açacak olan büyük dönemeç henüz dönülmemiştir; yalnızca, bu dönme işlemini mümkün hale getirecek olan yer ihdas edilmiştir. Fakat bu yer, hâlâ temsilin iç düzenlerinde yer almaktadır. Bu ikircikli epistemolojik dış biçime, hiç kuşkusuz onun gelecekteki çözülmesini işaret eden felsefi bir ikilik tekabül etmektedir.

İDEOLOJİ, BİR BAKIMA BÜTÜN BİLGİLERİN BİLGİSİDİR

XVIII. yüzyılın sonunda İdeoloji ile eleştirel felsefenin -Destutt de Tracy ve Kant’ınki- bir aradaki varlıkları, bilimsel düşüncelerin yakında çözülecek olan bir birlik içinde tuttukları şeyleri, birbirine dış, ama eşanlı iki düşünce biçimi altında paylaştırmaktadır. İdeoloji, Destutt veya Gerando’da kendini aynı anda hem felsefenin bürünebileceği tek rasyonel ve biçimsel biçim hem de genel olarak bilimlere ve bilginin her tekil alanına önerilebilecek yegâne felsefi temel olarak sunmaktadır. Fikirler bilimi olan İdeoloji, kendilerine nesne olarak doğa varlıklarını veya dilin kelimelerini veya toplumun yasalarını alan bilgilerle aynı tipten bir bilgi olmak zorundadır. Fakat, nesnesi bizatihi fikirler, onların kelimelerin içindeki ifade tarzları ve akıl yürütmelerdeki bağlantı biçimleri olarak kaldığı sürece, mümkün her bilimin Grameri ve Mantığı olarak değer kazanmaktadır. İdeoloji, temsilin temelini, sınırlarını veya kökünü sorgulamamakta, genel temsil alanında dolaşmakta, burada ortaya çıkan zorunlu ardışıklıkları saptamakta, oradaki bağlantıları tanımlamakta, orada hüküm sürebilen bileşim ve çözülme yasalarını açığa çıkarmaktadır. Bütün bilgiyi temsiller alanına yerleştirmekte, ve bu mekânı dolaşarak, onu örgütleyen yasaların bilgisini formüle etmektedir. Bir bakıma, bütün bilgilerin bilgisidir. Fakat bu kurucu izlenme, onu temsil alanından çıkarmamaktadır; bu ikizlenmenin amacı, her bilgiyi dolaysızlığından kurtulmanın asla mümkün olmadığı bir temsilin üzerine düşürmektir:

Düşünmenin ne olduğunu, her ne olursa olsun, düşünürken ne hissettiğimizi acaba hiç, biraz kesin olarak fark ettiniz mi?.. Bir kanaatimiz olduğunda, bir yargı oluşturduğumuzda, kendi kendinize şunu düşünüyorum dersiniz. Fiili durumda ister doğru ister yanlış olsun, bir yargıya sahip olmak bir düşünme eylemidir; bu eylem, bir ilişki, bir bağlantı olduğunun hissedilmesine ilişkindir… Gördüğümüz üzere, düşünmek her zaman hissetmektir ve hissetmekten başka bir şey değildir.“2

Fakat, Destutt’ün bir ilişkinin düşüncesini, bu düşüncenin hissedilişiyle veya daha kısaca, düşünceye genel olarak hissetmeyle açıklarken, temsil alanının tümünü, içinden çıkarmaksızın kapsadığını kaydetmek gerekir; fakat, temsilin tamamen basit ilk biçimi olarak duygunun, düşünceye sunulabilecek şeyin minimum içeriği olarak hissedişin, onu fark edebilecek fizyolojik koşulların düzeni içinde devrildikleri sınıra ulaşmaktadır. Bu yönde okunan şey, düşüncenin en ince genelliği olarak görülürken şifresi diğer yönde çözüldüğünde, zoolojik bir özelliğin karmaşık sonucu olarak ortaya çıkmaktadır:

“İDEOLOJİ ZOOLOJİNİN BİR PARÇASIDIR”

Eğer entelektüel yetenekleri bilinmiyorsa, bir hayvana ilişkin olarak ancak eksik bir bilgiye sahip olunmaktadır. İdeoloji zoolojinin bir parçasıdır ve bu parça özellikle insan söz konusu olduğunda önemlidir ve derinleştirilmeyi hak etmektedir.“3

Temsilin çözümlenmesi en büyük genişliğine ulaştığı ânda, yaklaşık olarak bir insan doğal bilimi olabilen -veya daha doğrusu olabilecek, çünkü henüz böyle bir şey yoktur- bir alana, en dış yanıyla temas etmektedir.

Biçimleri, tarzları ve hedefleri itibariyle ne kadar farklı olsalar da, Kantçı soru ve İdeologların sorusu aynı uygulama noktasına sahiptirler: temsillerin kendi aralarındaki ilişki. Fakat Kant bu ilişkiyi -soruyu kuran ve meşrulaştıran-, edilginliğin ve bilincin uç taraflarında saf ve basit duygu haline gelecek kadar hafifletilmiş temsil düzeyinde değil de onu genelliği içinde mümkün kılan şeyin yönünde sorgulamaktadır. Temsiller arasındaki bağı, onu saf izlenimine varana kadar yavaş yavaş boşaltan iç bir cins ayarlamaya dayandırmak yerine bu bağı onun evrensel olarak geçerli biçimini tanımlayan koşulların üzerinde kurmaktadır. Kant sorgusunu böylece yönlendirerek, hangisi olursa olsun her temsilin bizzat ondan itibaren teslim edilebilir hale geldiği şeye hitap etmek için, temsili ve onda verili olan şeyin çerçevesini çizmektedir. Demek ki, kendilerine özgü bir işleyişin yasalarına uygun olarak, tek bir hareketle çözülebilen (çözümlemeyle) ve tekrar bileşebilenler (sentezle) temsillerin bizzat kendileri değildir: temsillerin içeriklerinin üzerine yalnızca, deney yargıları veya ampirik fark edişler dayandırılabilir. Diğer her bağlantı, eğer evrensel olmak zorundaysa, her deneyin ötesinde, onu mümkün kılan apriori’ye dayanmak zorundadır. Bunun nedeni, başka bir dünyanın değil de, genel olarak dünyanın her temsilinin var olabileceği koşulların söz konusu olmasıdır.

Öyleyse, Kantçı eleştiri ile, aynı dönemde kendini ideolojik çözümlemenin hemen hemen tam biçimi olan ilk şekli olarak sunan şey arasında kesin bir mütekabiliyet vardır. Fakat İdeoloji, düşüncesini bütün bilgi alanına yayarak -kökensel izlenimlerden, mantık, aritmetik, doğabilimleri ve gramerden geçerek, siyasal iktisata kadar-, temsilin dışında oluşmakta ve yeniden oluşmakta olan şeyi temsil biçiminde ele almaya çalışıyordu. Bu ele alış ancak, hem tekil hem de evrensel bir yaradılışın adeta efsanevi biçimi altında yapılabilirdi: soyutlanmış, boş ve soyut bir bilinç, en minik temsilden hareketle, temsil edilebilir her şeyin tablosunu yavaş yavaş eleştirmek zorundaydı. Bu anlamda İdeoloji, klasik felsefelerin sonucudur -biraz, Juliette’in klasik anlatıların sonuncusu olması gibi-. Sade’ın sahneleri ve akıl yürütmeleri arzunun bütün yeni şiddetini, şeffaf ve hatasız bir temsilin sergilenişi içinde ele almaktadırlar; İdeolojinin çözümlemeleri, temsilin bütün biçimlerini, en karmaşıklarına varana kadar, bir doğumun anlatısı içinde ele almaktadırlar. Buna karşılık Kant eleştirisi, İdeolojinin karşısında modernliğimizin eşiğini vurgulamaktadır; temsili basit unsurdan mümkün bütün bileşimlerine giden belirsiz harekete göre değil de, hak sınırlarından itibaren sorgulamaktadır. Böylece, Avrupa kültüründe XVIII. yüzyılın sonunda meydana gelen bu olayı ilk kez zikretmiş olmaktadır: bilginin ve düşüncenin temsil mekânının dışına çekilmeleri. Bu çekilme böylece, temeli, kökeni ve sınırları itibariyle sorguya çekilmiştir: klasik düşüncenin ihdas ettiği, ideolojinin aşama aşama ilerleyen ve bilimsel olan bir adım adım yol alış içinde kat etmek istediği sınırsız temsil alanı, bizatihi bu olgudan ötürü ortaya bir metafizik olarak çıkmıştır. Fakat, çevresi asla kuşatılamayan, bilgisiz bir dogmatizmin içine yerleştirilen ve hakkının ne olduğu sorusunu asla gün ışığına çıkarmayan bir metafizik. Eleştiri bu anlamda, XVIII. yüzyıl felsefesinin yalnızca temsil çözümlemesi aracılığıyla indirgemek istediği metafizik boyutu yeniden ortaya çıkarmıştır. Ama aynı zamanda, temsilin kaynağı ve kökeni olan her şeyi temsilin dışında sorgulamak isteyen başka bir metafiziğin olabilirliğine yol vermiştir; bu metafizik, XIX. yüzyılın Eleştirisi’nin içinde geliştireceği şu Hayat, İstek, Söz felsefelerine izin vermiştir.

Michel Foucault
Kelimeler ve Şeyler
İmge Kitabevi


1 Lord Monboddo,Ancient metaphysics,s.326, c. IV.
2 DestuttdeTracy,Eléments d’idéologie, I, s. 33-35.
3 Age,Önsöz, s, 1.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz