“BENİM YAZARLIĞIMDAN DAHA ÖNEMLİSİ GÜNLÜK YAŞAMIMDIR!” YUSUF ATILGAN – AHMET ÜMİT

“Ben toplumdaki değerlerin iki yüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü gördüğümden beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum…” [Yusuf Atılgan]

Sanatta önemli olan farklı bir bakış açısı yakalayabilmek, farklı bir biçim kurabilmek, denenmemiş olanı denemek, yaratılmamış olanı yaratmaktır. O ünlü deyişi herkes anımsar: “Güneşin altında yaşanan her konu, her olay yazılmıştır.” Aşk, cinsel isteğin önüne ilk engeller konulduğu günden beri işlenegelmektedir.

Kahramanlık, insanoğlu korkusunun farkına vardığı andan beri sanatın konusu olmuştur. Açlık, yoksulluk, mağaradaki atalarımızın av bulamaması sonucu birbirlerini yemesinden tutun da, açgözlü sınıfların yoksulları acımasızca sömürmesine kadar hemen her zaman sanat yapıtlarında ele alınmıştır, ihanet, kıskançlık, kötülük, şiddet, Kabil’in Habil’i öldürmesinden beri yaratıcıların malzemesi olmayı sürdürmektedir.

Ama bütün temalar binlerce kez işlenmesine rağmen sanat kendine yeni yollar açarak, yeni yaratım biçimleri bularak, ayrıksı olanakları deneyerek farklı olana ulaşmayı sürdürüyor. Bunun nedeni, sanatın temel sorusunun neyi konu aldığı değil, ele aldığı konuyu nasıl biçimlendirdiğidir. Bu yüzden sanatta önemli olan, değerli olan, kalıcı olan, özgünlüğü yakalayabilmektir. Batı’yla kıyaslandığında oldukça zayıf kalan roman geleneğimizde bu özgünlüğü yakalayabilmiş yaratıcı sayısı ne yazık ki pek fazla değildir. Bunun nedenlerini anlatmayı başka bir yazıya bırakarak, özgünlüğü yakalamış, hem de birkaç kitapla bunu sağlayabilmiş az sayıdaki yazarlarımızdan birinden, Yusuf Atılgan’dan bahsetmek istiyorum.

“Acelem yok benim, biliyorsun. Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.” [Aylak Adam]

Yusuf Atılgan, kısa sayılmayacak ömründe yalnızca Aylak Adam ve Anayurt Oteli adında iki roman, Bodur Minareden Öte adlı bir öykü kitabı ve Ekmek Elden Su Memeden adlı bir masal kitabı yayınlamıştır.

Bu denli ayrıksı, özgün bir yazarımızın bu kadar az yazmasına üzülmeli mi, yoksa az yazdığı için bu özgünlüğü yakaladı diye sevinmeli mi, karar vermek çok zor.

Yusuf Atılgan 1921 yılında Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri içinde Manisa’da dağa yakın Göktaşlı Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Düşman terörüne uğramak istemeyen aile dağlara kaçmış. O sıralar henüz bir yaşında olan Yusuf, annesinin kucağından hiçbir şey anlamadan izliyormuş olanı biteni. Düşman çekilince aile Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşmiş.

Hacırahmanlı köyü, Yusuf Atılgan için çok önemli bir mekân. Ömrünün büyük bölümünü bu köyde geçirdi. İlk çocukluğunu bu köyde yaşadı, sonra ilkokulu bitirmek ve ortaokulu okumak için Manisa’ya gitti.

Edebiyat merakı lise yıllarında başlamıştı. O günleri bir söyleşisinde şöyle anlatıyor Yusuf Atılgan: Lisedeyken kimseye göstermeden şiirler, hikâyeler yazdım. Son sınıfta konusu köydeki bir cinayetle ilgili bir romana bile başlamıştım. O zamanlar sarakaya alınmaktan korkardım. Artık, hemşerilerimin “Hele bak sen! Bunca yıl oku da… Yazık oldu Hamdefendinin paracıklarına” der gibi kıs kıs gülmelerini umursamıyordum.

Manisa’dan sonra İstanbul’a giderek edebiyat fakültesine kaydoldu. Ama edebiyat fakültesine kaydolmasındaki amaç, yazar olmak değil, öğretmen olmaktı. Yıllar sonra, dünyaya yeniden gelme şansınız olsaydı, hangi mesleği seçerdiniz diye sorulduğunda da aynı yanıtı verecekti: “Öğretmen olmak isterdim.”

İstanbul’da başlarda her şey yolundaydı. Fakültedeki derslerine devam ediyor, bol bol okuyor, sık sık sinemaya gidiyordu. Ancak ikinci yıl babası para gönderemeyeceğini bildirince işler karıştı. Önce Yüksek Öğretmen Okulu’na başvurdu. Kabul edilmeyince orduya kaydoldu. Artık asker giysileriyle fakülteye gidip gelmekteydi. Fakültede, Halide Edip Adıvar’dan dil bilgini Ragıp Hulusi’ye, Raşit Araf’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar saygın eğitmenlerden dersler alıyordu. Eğitmenler içinde onu en çok etkileyen Ahmet Hamdi Tanpınar oldu. Hocalarıyla kurduğu ilişki derslikle sınırlı kalmıyor, aralarında dostluğa varan yakınlıklar da gerçekleşiyordu. Bu arada kendisi gibi edebiyatla ilgilenen öğrencilerden oluşan bir arkadaş grubuna girmişti. Bu grup sık sık buluşup “Sobabaşı Sohbetleri” adını verdikleri toplantılarda felsefeden, edebiyattan, politikadan konuşurlardı. “Sobabaşı Sohbetleri”ne Celal Sılay, S. Kudret Haksal gibi sonra edebiyatçı olacak öğrenciler, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Fahir îz gibi hocalar da zaman zaman katılırdı. Hatta bir keresinde Yahya Kemal bile gelip onlara şiirler okumuştu.

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.” [Aylak Adam]

O yıllarda savaşın etkileri ülkeyi derinden sarsmakta, Hitler faşizmine karşı duyulan nefret öğrenci gençlik içinde de yayılmaktaydı. İlerici Gençlik Birliği de Hitlerci faşistlere karşı eylemlere girişmişti. Yusuf Atılgan çok öne çıkan bir militan değildi ama antifaşist görüşlere yakındı. Öyle büyük çaplı eylemlere karışmamış olsa bile tutuklamalardan kurtulamadı. Okulu bitirip öğretmenliğe başladığının ilk yılında polisçe, Türkiye Komünist Partisi üyesi olmak suçuyla gözaltına alındı. On ay kadar tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Ordudan atılmıştı. Yani artık öğretmenlik mesleğini yapamazdı.

Hapishaneden çıktıktan sonra Yusuf Atılgan politik çevrelerle ilişkisini kesti. Kendini bilmek gibisi yoktur derler. Yazarımız da kendini iyi tanıyan biriydi. Bu tür bir politik etkinliğin kendisine göre olmadığını içerde çok iyi anlamıştı. 1947 yılında babasının ölümünden sonra Hacırahmanlı köyüne geri döndü, çiftçiliğe başladı. Artık günleri ekim dikim işlerinde ve köyün kahvesinde geçiyordu Bir de futbol takımı kurmuştu. Bu takımla yöredeki maçlara katılıyorlardı. Ama yazmayı da sürdürüyordu. Daha önce yazdığı öyküleri, şiirleri yırtıp atmıştı, şimdi yeniden başlıyordu. Sözcükleri özenle seçerek, belki biraz yavaş ama inatla öyküler yazmaya koyuldu. Atılgan gerçekten de kılı kırk yararak yazıyordu. Az sözle çok şey anlatmayı ilke edinmişti. Sıfatı, betimlemeyi gerekmedikçe kullanmıyordu. Bu tür metinler hiç de kolay yazılamazdı.

Yazdıklarım yalnızca kayınbiraderi Nevzat Çorum’a ve arkadaşı İhsan Bayram’a okutuyordu.

Tutuklamalardan sonra içine gömüldüğü çekingenlikten henüz kurtulamamıştı. Ancak bir gün Tercüman gazetesinin bir öykü yarışması açtığını okudu. Yakınlarının ısrarıyla yarışmaya katıldı ama kendi ismiyle değil. “Evdeki” adlı öyküsünü Nevzat Çorum, “Kümesin Ötesi” adlı öyküsünü ise Ziya Atılgan imzasıyla yolladı. Nevzat Çorum imzasıyla yolladığı “Evdeki” adlı öykü birinciliği, Ziya Atılgan imzasıyla yolladığı

“Kümesin Ötesi” ise yedinciliği kazandı. Ama Yusuf Atılgan gidip ödülünü almadı. Yarışmanın birincisi de böylece kimliği belirsiz bir kişi olarak kaldı. Ta ki başka bir yarışmada, 1958 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü ikinciliğini kendi kimliğiyle alıncaya kadar. Bu ödülle birlikte Yusuf Atılgan, edebiyat dünyası tarafından keşfedilmiş oldu. O dönem Aylak Adam hakkında geniş bir

tartışma başlatıldı. Tartışmanın nedeni, bu tür bir romanın edebiyatımızda pek görülmemiş olmasıydı. O günlerde köy romanları gözdeydi. Nitekim Yunus Nadi Roman Ödülü Yarışması’nın birincisi de Yılanların Öcü adlı romanıyla Fakir Baykurt olmuştu. Oysa Aylak Adam, genç bir adamın onulmaz yalnızlığım, giderek çaresizliğini, yabancılaşmasını dile getiriyordu. Güncel beğeninin, geçerli anlayışın belirleyiciliğinde tartışmalar yaşanadursun, aslında Yusuf Atılgan romanıyla özgün olanın kapısını aralıyordu.

“İstemeden kirleniyor insan.”
“Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; Sözle, yazıyla, resimle ya da susarak!”
[Anayurt Oteli]

Atılgan’ı özgün bir yazar yapan etkenlerin başında köydeki yaşamını saymak gerekir. Yusuf Atügan’ın Hacırahmanlar köyüne dönüşü ve otuz yıla yakın bir süre burada yaşaması, yazınsal üslubunun oluşmasında önemli bir rol oynar. Onu kimi yönleriyle hatta romanlarındaki teknik açısından William Faulkner’a benzetenler, Amerikalı yazarın da güneye çekilip orada bir tür inziva yaşamı sürdüğüne dikkat çekerler. Atılgan da Faulkner’a duyduğu hayranlığı gizlemez, her fırsatta dile getirir. Hatta bir romanında, Eşek Sırtında Saksağan’da. Faulkner’ın Döşeğimde Ölürken adlı ünlü yapıtının tekniğini kullandığım fark ederek kitabı yırtar atar. Ne denirse densin Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlar Köyü’ndeki yaşamı, üniversitede öğrendikleriyle, okuduklarından biriktirdikleriyle harmanlanarak Aylak Adam gibi benzersiz bir yapıtı ortaya koymasında belirleyici olmuştur. Böylece Atılgan çok az yazara nasip olan özgünlük niteliğini kazanmaya başlamıştı. Ancak onun yeteneğinin tümüyle anlaşılması için aradan yıllar geçmesi gerekecek, Atılgan’ın ikinci romanı Anayurt Oteli’nin yayınlanması beklenilecekti.

Aylak Adam’m başarısından sonra herkes yeni romanlar bekliyordu. Üstelik yazar köyde yaşadığına göre, yeni romanı da bir Köy romanı olmalıydı. Ama köy romanı yazmadı Atılgan. Daha doğrusu birkaç denemesi oldu ama nedense böyle bir roman çıkmadı. Yalnızca Bodur Minareden Öte adlı öykü kitabı çıktı.

Kitapta köy öyküleri anlatılıyordu ama beklentilere yanıt vermedi. Okurları, edebiyat çevreleri yeni roman için biraz daha bekleyeceklerdi. Nihayet 1973 yılında Anayurt Oteli yayınlandı. Anayurt Oteli’nde de Aylak Adamdaki izleği sürdürüyordu Yusuf Atılgan. Yalnızlık içinde olan iki insan, mutluluğu kadınlarda ya da cinsellikte arayış ve büyük bir düş kırıklığı. Aylak Adam gibi Anayurt Oteli de, ülkemizde yayınlanmış romanların kalıplarını kıran, insanı derinden sarsan, alışılmadık bir yapıt olarak düştü edebiyat dünyasına.

Tepkiler farklıydı; kimileri romanı başarısız, romanın başkahramam Zebercet! de tarih dışı, toplum dışı bir kişilik olarak değerlendirdiler. Aralarında Rauf Mutluay gibi eleştirmenlerin de bulunduğu bir kesim ise Anayurt Oteli’ni bir başyapıt olarak tanıttılar.

Anayurt Oteli hakkında çıkan tartışmaları her zamanki sakinliği içinde izledi Yusuf Atılgan. İkinci romanından sonra kendinden emindi. O, sevgisizlikten yola çıkarak, insanın sevgi gereksinimini yazmıştı.

Hangi çağda yaşarsa yaşasın, hangi sınıftan olursa olsun bütün insanların sevgiye gereksinimi vardı. O yalnızca bunu anlatmaya çalışmıştı. Yazdıklarını yorumlamak, eleştirmenlerin, psikologların, sosyologların işiydi.

Anayurt Oteli’nin yayınlanmasının ardından yaşamında önemli iki değişiklik olmuş, evlenmiş ve İstanbul’a yerleşmişti. Daha sonra yalnızca Ekmek Elden Süt Memeden adlı masal kitabını yayınladı. O sıralar yoğun olarak ailesiyle ilgilendi. Çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve redaktör olarak görev yaptı. Bir roman üzerinde çalışıyordu ama bir türlü bitiremedi. Onu en çok mutlu eden olaylardan biri Anayurt Oteli’nin füme çekilmesiydi. Film ülke içinde ve dışında büyük basanlar kazandı.

Yusuf Atılgan 9 ekim 1989 pazartesi günü bir kalp krizi sonucu, arkasında benzersiz iki roman, bir öykü kitabı ve bir masal bırakarak yaşama veda etti. Neden az yazıyorsun diye soranlara verdiği yanıt şuydu: Benim yazarlığımdan daha önemlisi günlük yaşamımdır. O benim için daha önemli. Günlük yaşamımda bazı ilişkiler. Bunlar için yazarlığımı feda edebilirim. Zaten böyle olmasa daha çok yazardım.

Ahmet Ümit
İnsan Ruhunun Haritası

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz