Cinsellikten söz edilmesinin nedeni baskı altında tutulmasıdır. Oysa baskı altında tutulmayı en güzel şekilde ifade edecek şey cinsellik üzerine oturtulan söylevdir. Çünkü cinsellik yalnızca baskı altında tutulma üstüne oturtulabilen bir söylev sayesinde bir gerçeklik, bir yoğunluğa sahip olabilmektedir. Zira hapsedilen cinsellik efsanevi bir güce sahip olmaktadır. Cinselliğin özgürleştirilmesi sona eren bir cinselliğin başlangıcı demektir.
Bir ustanın elinden çıktığı belli olan ve ne demek istediğini, insanı kendine hayran bırakacak bir şekilde sunan Foucault’nun anlatımı kusursuz olarak nitelendirilebilecek bir anlatımdır. Foucault’nun sözünü ettiği şey despotik bir yapıdan çok, bundan böyle bir iç içe geçmiş yapı görünümüne sahip, dürülmüş bir halının yere yayıldıkça büyümesi ve lirik bir koronun kökeni belli olmayan (ve aynı zamanda sonu da belli olmayan bir şiir, bir tragedya gibi) bir şarkı okumasına benzeyen şu genetik iktidar sarmalıdır. Giderek büyüyen bu sarmalın, daha kesin hatlara sahip olduğu görülmektedir. Öte yandan toplumsal, zihinsel ve bedensel anlamda delik deşik olmuş bir ağın içinde yüzen şu iktidarın kılcal denilebilecek damarlara kadar yayılmasını, şu iktidar teknolojilerinin en minimal boyutlara kadar ayarlanabilme özelliklerine (bu noktada güç ilişkileriyle, ayartmayı birbirlerinden ayırabilmek olanaksızlaşmaktadır), bütün bunlara (aynı zamanda bir iktidar söylevi olma özelliğine sahip olan) Foucault’nun söylevinde dolaysız bir şekilde tanık olabilirsiniz. Bu söylev yaratmış olduğu alanın tamamını biçimlendirmekte, kaplamakta ve bu konuda söylenebilecek her şeyi ne bir fazlası ne de bir eksiğiyle söylemektedir. Bu söylevde yer alan en önemsiz nitelendirmeler bile en ince ayrıntılarına kadar anlamla yükleneceklerdir. Tanık olunan şey cümlelerle, bölümlerden oluşan bir sarmalın yükselişidir. Bir ustanın elinden çıktığı belli olan bu söylevde dünyanın merkezi yer değiştirerek, yeni alanlar açılmakta (bunlar yeni iktidar alanlarıyla, söylev alanlarıdır) ancak bu boşluklar, her nedense, üstüne titrenmiş ve çok sarih bir anlatım sayesinde hemen anında doldurulmaktadır.
Anlamsız tek bir sözcük, fantazm ya da geri tepmeden imtina edilmiş bu hatasız Foucault söylevi aynı zamanda akıcı bir nesnellik, düz ve çizgisel olmayan bir anlatımın yanı sıra belli bir yörüngeye de sahiptir. Bu söylevde anlam asla yazılı metnin ötesine geçmeye çalışmamaktadır. Bu söylevin herhangi bir afallamaya yol açmayan anlamı, metnin kendisine de üç numara bol gelmemektedir yani bu söylevin amacı güzel bir söylev olabilmek değildir. Foucault’nun söylevi özetle kendilerini betimlemeye çalıştığı iktidarların bir ikizi (aynadaki yansıması) gibidir. Zaten bu söylevin gücü ve ayartıcılığı da buradan kaynaklanmaktadır yoksa sunmuş olduğu, bir leit-motif’den başka bir şey olamayacak “hakikat payı” denilen şeyden değil.
Hakikat payı: hakikatle ilgili deneylerdir ama o kadar da önemli bir şey değildir. Çünkü Foucault’nun söylevi bir başkasının söylevinden daha gerçekçi değildir –hayır bu söylevin büyüleyici olan yanı nesnesini çok büyük bir kurnazlıkla gözler önüne serebilen biz çözümleme olmayı becermiş olmasıdır. Bu çözümleme, nesnesini hem somut hem de taktik açıdan, kesin bir şekilde betimleyebilmektedir. Bu betimleme alanının içinde yer alan ayartma çözümlemenin gücünü arttırırken, dil de bu işlem sayesinde yeni iktidar biçimlerinin oluşmasına neden olmaktadır. Tıpkı Lévi-Strauss tarafından simgesel etkinliğine kadar belirlenmiş olan mit gibi. Öyleyse bu söylev hakikat üzerine çekilmiş bir söylev değil, sözcüğün gerçek anlamında mitik (efsaneye benzeyen) bir söylevdir ve yaratmış olduğu o hakikat etkisine şahsen içten içe, hiçbir kuruntuya kapılmadan inanmış olduğumu söyleyebilirim. Zaten Foucault’nun izini sürenler, farkına bile varmadan bu mitik düzenlemeyi ıskalamakta ve kendilerini bir anda hakikat, sadece ve sadece hakikatin karşısında bulmaktadırlar.
İktidar üzerine yazılmış bu çözümleyici vakayinamenin (chronique) kusursuzluğu insanı tedirgin etmektedir. Ancak satır aralarında bulunan bir şeyler, bu gerçek olamayacak kadar güzel ve uyumlu anlatımın tersine, eğer iktidar, cinsellik, beden ve disiplin konularında bu kadar kesin bir şekilde konuşabilmek mümkün olabiliyorsa ve bu iş onların geçirmiş olduğu biçim ve yapı değişikliklerinin (métamorphoses) en ince ayrıntılarına kadar sürdürülebiliyorsa; o zaman bir anlamda “tüm bu anlatılanların bundan böyle miadını doldurmuş” şeyler oldukları ve Foucault’nun böyle bir hayranlık uyandırıcı manzara sunabilmesini sağlayan şeyin ise, bugün artık tersine çevrilebilmesi kesinlikle olanaksız bir dönemin ilk başlangıç yıllarını (bu belki de üzerinde çalışan son dinazorun Foucault olacağı “klasik çağ”dır) kendine çalışma sahası olarak seçmiş olmasıdır. Kullandığı terimlerin anlamlarını yitirmeden önce, bu çözümlemenin en hararetli bölümleri aracılığıyla, sunabilecekleri en uyumlu manzarayı sunmuş oldukları söylenebilir. Apollinaire: “Zaman dediğim zaman, zaman geçmiş oluyor” diyordu. Foucault da iktidarın neye benzediğini bu kadar güzel bir şekilde anlatabiliyorsa (üstelik bunun için gerçek, nesnel, çoğulcu bir bakış
açısına ait terimlerden yararlanmıştır. Ancak bu arada unutulmaması gereken bir şey varsa o da bu terimleri nesnel bir şekilde sorgulama işini savsaklamış olduğu gerçeğidir – görülemeyecek kadar küçük boyutlara indirgenip, unufak edilerek darmadağın edilmiş ancak sahip olduğu gerçeklik ilkesi, her nedense, sorgulanmayan bir iktidar), bunun nedeni iktidarın ölmüş olmasıdır. İktidarı herkesle paylaşmaya kalkışmakla iktidar tamir edilip, onarılmış sayılmaz. Çünkü iktidar, bizim henüz nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir şekilde ortadan kaybolmuş durumdadır.
İktidar ne bileyim ben bir tersine çevrilme, hükmünü yitirtme ya da simülasyon yoluyla hipergerçekleştirilerek yok edilmiş olabilir. Ancak doğru olan bir şey varsa o da başını bir türlü soy ağacı denilen şeyin üzerinden kaldıramayan Foucault’nun, iktidar düzeyinde gözden kaçırmış olduğu bir şeylerin bulunduğu gerçeğidir.
Foucault açısından politikanın sonu yoktur yalnızca biçimsel ve yapısal dönüşümler vardır. Despotluktan, disiplin toplumuna oradan da mikrohücreleşmeye aynen fizik ya da biyoloji alanlarındakine benzer bir şekilde geçilmiştir. Bu, egemenliği altında bulunduğumuz iktidar düşüncesi konusunda muazzam olarak nitelendirilebilecek bir gelişmedir –oysa iktidar aksiyom’u konusunda değişmiş olan bir şey yoktur. İktidar henüz kendi sırrını ifşa etmemiştir, bir başka deyişle gerçek bir işleve sahip minimum tanımının ötesine geçmeyi reddetmektedir. Öyleyse bu durumda yine çok güçlü bir gerçeklik ilkesiyle, çok güçlü bir hakikat ilkesinin yanı sıra politikayla, söylev arasındaki uyum olasılığına (iktidar artık yasal ve yasaklayıcı bir despotluk düzeni değildir, o hala gerçeğe ait nesnel düzenin bir parçasıdır) doğru bir yön değişikliğinden söz edilebilir. Foucault bize ardarda sıralanmış bu yön değişikliğini bildiren sarmalları betimlerken, bu arada, birinci sarmalın da kendisine, iktidarın asıl terim olması ve iktidarın yok edilmesi türünden bir sorunun da asla sorulmaması koşuluyla, iktidarın en ince ayrıntılarına kadar nasıl ilerleyebileceğini gösterdiği görülmektedir.
Peki ya Foucault’nun şu çok güzel bir şekilde dile getirmiş olduğu cinsellik (sonuç olarak bu da cinsellik üzerine çözümleyici bir söylevden başka bir şey olamamaktadır, bir başka deyişle söylemek istediklerini söyleyebilmek için öyle çok derinlere yani cinsellik üzerine duygusal sözlere başvurmayan ya da bilinçaltının altı’na inmeye çalışmayan söylevlerin, o metin düzeyindeki, berraklığına sahip olan bir söylev) konusuna ne demeli? Peki ya bizim kültürümüze ait (o da) önemli bir ürün olan cinsellik konusunda bize böylesine güzel bir tablo çizebilmiş olmasının nedeni, diğeri gibi, onun da ortadan kaybolan bir şey oluşuysa ne olacak? Cinsellik de insan ya da toplumsal gibi gelip geçici olabilir. Peki ya cinsellik söylevinin ufuklarında görülen: cinselliğin gerçekliği adlı oyun, yerini başka simülakrlara bırakarak, kendisiyle birlikte arzu, beden ve bilinçaltına ait çok önemli gönderenlerin de silinip yok olmasına neden olursa ne olacak? –Bu anlatılanların hepsi günümüzde öyle güçlü bir konumdadırlar ki Foucault’nun varsayımı bile uzun vadede az çok cinselliğin ölmesiyle noktalanmaktadır. Cinsellikle, arzunun bin yılı (millenium) olarak nitelendirilebilecek bir bin yılın açılış konuşmasını yapmışa benzeyen psikanaliz, belki de bu bin yılın sona ermesinden önce herkesin gözleri önünde cereyan edecek bir bitiş töreni düzenleyecektir. Belli bir açıdan bakıldığında marksizmin sınıf mücadelesini: sınıflara ait töze el koyarak, onları birtakım kuramsal girişimlerin içine gömmesi gibi psikanalizin de bilinçaltıyla, arzuya bir son vermiş olduğu söylenebilir. Bundan böyle arzu’ya özgü bir üstdille (métalangage), aşılıp geçilmiş bir cinsellik söylevine başvuracağız. Çünkü cinselliğe ait göstergeler bu özgün üstdille, bu söylev içinde yinelenirlerken, gerçekte bir belirsizlikle, yoğun bir psişik enerji eksikliğini gizlemektedirler. Cinselliğin gündemini atıl bir cinsel ortam belirlemektedir.
Politikayla, cinsellik arasında pek bir fark yok: “1968 yılında her şeyin politik olduğunu anlayabilmemiz için ne kadar çok grev, barikat, söylev ve kaldırım taşı görmemiz gerektiğini bir hatırlayın. Her yanı bir çığ gibi saran, yasaklanan ve yinelenen pornografinin her şeyin cinsellikle ilişkili olduğunu sezinletmeye başladığı görülmektedir” (Art Press, Pornografi Özel Sayısı). Katmerli saçmalık. Her şey hem politikayla hem de cinsellikle ilişkiliymiş –politikanın çökmekte olduğu, “özgürleştirilmiş” cinselliğin hipergerçekliği içinde yer alan önemli bir gönderen sistemi olarak, aynı cinselliğin, için için eriyerek, ortadan kaybolduğu bir sırada birbirine koşut iki saçma gündem. Foucault’nun dediği gibi, cinsellik ve cinsiyet konusunda burjuvazi kendini önceleri görkemli bir bedenle, itibarlı bir hakikate adamış olsa bile daha sonra bunları toplumun geri kalan kesimlerine sıradan bir hakikat ve alın yazısı olarak kaktırmıştır.
Bu simülakr burjuvazinin teni üzerinden, muhtemelen cildini de eriterek, akıp gitmiştir. Bu yeni sarmal ya da cinsellik simülasyonu, bu, birincisinin yerini almış olan yeni cinsel gerçeklik, bu, yitirilmiş gönderenler sistemi* (*Muhtemelen pornonun varlık nedeni tam tersine o grotesk hipergerçekliği sayesinde, bir anlamda, gerçek cinselliğin hala yaşadığını kanıtlayabilmek amacıyla bu yitirilmiş referans sistemlerinin yeniden harekete geçmesini sağlamaktır.) -bu yitirilmiş gönderenler sistemi gerçekte belli bir biçime sokulmuş olan bilinçaltı adlı mitin uyumlu görüntüsünden başka bir şey değildir- ne kadar da büyüleyicidir. Oysa Foucault’nun bu kadar güzel bir görüntü sunmasının nedeni klasik cinsellik formülünün dışına çıkmayı başaramamış olmasıdır. Cinsellik onun sayesinde bir söylev görünümüne kavuşmuş görünse bile gerçekte bu görünümün kendi içinde tutarlı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü iktidar gibi bu görünümün (biçimin) ışınları da kendine özgü olumlu bir kırılmaya uğramış gibidir. Söylev bir söyleve benzemekle birlikte kapsama alanı içinde bulunan oyunlar, stratejiler ve tezgâhlar gerçektir: histerik kadın, histerik olgun insan, mastürbasyon yapan çocuk, ödip kompleksi üreten aile gibi. Hem tarihi, hem gerçek hem de güdümlenmiş olmakla birlikte içlerine asla hile katılmamış olan bu düzenekler –psişik enerji ve libidinal açıdan arzulatıcı makinalardan (Deleuze-Guattari –çn) daha hilekâr sayılamazlar. Bu düzeneklerin hepsinin sürüp gitmekte oldukları iddiası doğrudur. Bir zamanlar bütün bunlar bir gerçekliğe sahiptiler ancak simüle edici bu organizmalar bu “özgün” organizmaların her birinin yinelenebilmesi için çaba sarf ederlerken, asıl büyük simülasyon tezgâhı bütün bu tertibatların bir sonraki sarmalda yeniden ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Oysa Foucault’da bu konuyla ilgili tek bir satır bile yoktur. Çünkü bakış açısı klasik iktidar ve cinsellik semiyürji’sinin (sémiurgie) dışına çıkamamaktadır. Foucault bütün bu organizmaları (makinaları) eline geçirmiş olan simülakrın saçma semiyürji’sinden bihaber görünmektedir. Diğerlerini silip süpüren bu yeni sarmal belki de yeni bir arzu ve iktidar biçiminden başka bir şey değildir. Ancak bu düşüncenin sahip olduğu gerçeklik payı insana pek inandırıcı gelmemektedir çünkü kullandığı bu terminoloji yüzünden her türlü söylevin daha baştan itibaren çökmesine neden olmaktadır.
Barthes, Japonya konusunda: “Orada cinsel ilişkinin dışında kalan bir alanda cinselliğe rastlayabilmeniz mümkün değildir. Oysa Amerika Birleşik Devletlerinde cinsellikle, cinsel ilişkinin dışında her yerde karşılaşabilirsiniz” demekteydi. Peki ya cinsel ilişkinin artık cinsel ilişkiyle bir ilişkisi kalmamışsa ne olacak? Hiç kuşkusuz cinsel özgürlük ve pornoyla birlikte cinsellikle ilgili açıklamaların da vb. ölümüne tanık olmaktayız. Oysa Foucault’nun bu konuyla ilgili yapmış olduğu en güzel açıklamalar, her nedense bütün bunların anlamlarını yitirmiş olduğu bir döneme rastlayacaktır.
Gözaltında tutma ve cezalandırma konusundaki disiplin, panoptik ve saydamlık kuramı için de aynı şey söylenebilir. Büyük bir ustaya yakışan ancak miadı dolmuş bir kuram. Nesnelleştirilmiş bir düşünce üzerine oturtulan bu denetim kuramı, mikro boyutlardaki düzenlemesine kadar belirlenmiş olsa bile miadını doldurmuştur. Bir simülasyon düzeni içinde yer alan saydamlık stratejisine ne kadar yabancıysak, Foucault’nun cezalandırmayla ilgili olarak betimlemiş olduğu dolaysız ve simgesel işlem de aynı saydamlık stratejisine, o kadar yabancıdır. Burada da eksik bir halkanın varlığından söz edilebilir. Foucault’nun garip bir şekilde karşısında çakılıp kaldığı ve asla kendisini aşıp geçme denemesinde bulunmadığı bu halka güncel bir sistem devrimiyle ilgili başlangıç noktasını oluşturan halkadır. Kitabın ana tezi konusunda söylenebilecek çok şey vardır. Örneğin cinsel ilişki asla baskı altına alınmamıştır, tam tersine cinsel ilişkiden konuşmak, yüksek sesle söz etmek yasaklanmış; cinsel ilişkiyi itiraf etme, dışavurma ve üretme zorunluluğu getirilmiştir. Baskı altına almaysa bütün bir kültürün cinselliğin tahakkümü altına alınmış olduğunu gizleyebilmek amacıyla oluşturulmuş bir tuzak, bir bahanedir.
Foucault’yla aynı fikri paylaştığınız zaman (bu tahakküm altına almanın, o eski, arzuları baskı altında tutma eylemiyle bir ilişkisinin bulunmadığına dikkat edelim. Çünkü bu baskı altına alma ya da onu “çağrıştıran” sözcükler arasında başka başka sözcükler olmaktan başka ne fark vardır ki?) kitabın özünü oluşturan fikirden geriye hiçbir şey kalmamaktadır. Çünkü bu yasakla, yasal bir düzen üzerine oturtulmuş iktidarın aşkın, olumsuz tepki anlayışı, bu kitapta, yerini olumlu, etkili ve içkin bir iktidar anlayışına bırakmaktadır ve bu gerçekten de hayati öneme sahip bir olaydır.
Deleuze ya da Lyotard’ın sunmuş oldukları arzunun yeni versiyonuyla, iktidarın bu yeni versiyonu arasındaki benzerlik oldukça çarpıcıdır. Arzunun bu yeni versiyonunda söz konusu olan şey arzudan yoksunluk ya da arzuya getirilen yasaklar değildir. Önemli olan duygusal yoğunlukla, duygusal iniş çıkışların olumlu bir şekilde yaygınlaşmasını sağlayan düzenlemedir. Bu çakışma bir kaza eseri gerçekleşmemiştir. Bunun nedeni iktidarın Foucault’da arzu anlamına geliyor olmasıdır.
Jean Baudrillard
Foucault’yu Unutmak