TOLSTOY: SEVMEDEN SEVİLMEK BİR FELAKETTİR!..

İnsan, ruhunun derinliklerinden taşan bir coşkuyu yaşadığı anlarda, her zamankinden daha bencil olur. Böyle zamanlarda dünyada kendisinden daha dikkat çekici, daha güzel hiçbir şey yokmuş gibi hisseder.

BİZ NE İSTİYORSAK O DEĞİL, OLACAK OLAN HER NE İSE O OLUR HER ZAMAN! 

Moskova’da bütün sesler susmuştu. Kış ayazının hâkim olduğu sokakta arada bir uzaktan gelen tekerlek gıcırtısı duyuluyordu. Evlerin ışıkları sönmüştü, sokak fenerleri bile artık yanmıyordu. Kiliselerden, sabahın habercisi olan çan sesleri, uyuyan kentin üzerinde dalgalanıyordu. Sokaklarda kimse yoktu. Ara sıra gece çalışan ve müşteri bekleyen arabacılardan biri uyukluyor, yerdeki karla kumları birbirine katarak incecik şeritler halinde izler bırakıp bir köşeden öbürüne geçiyordu. Kilisede ise altın renkli küllüklere gelişi güzel dikilmiş mumlar yanıyor, alttaki metalin üzerinde yansımalar yaparak çevreye kırmızı bir ışık yayıyordu. Çalışan insanlar, uzun bir kış gecesinin sabahında, işlerine gitmek üzere yola düşmüşlerdi.

Oysa beyler için gece daha sona ermemişti. O saate kadar kapanmış olması gereken Şövalye Gazinosu’nun kapalı kepenklerinin arkasından, o saate kadar açık olması yasak olduğu halde, hâlâ ışık sızıyordu. Kapının önünde neredeyse birbirine çarpacak kadar yakın sıralanmış bir kupa arabası ve bir kızak, art arda duruyordu. Troyka da postayı almak için oradaydı. Paltosuna sıkıca sarınmış, soğuktan adeta büzülmüş olan kapıcı sanki binanın diğer köşesine saklanmış gibiydi.

Garson holde oturuyordu ve yorgunluktan yüzü çökmüştü: “Böyle sabaha kadar boş boş ne konuşurlar bilmem ki?” diye düşünüyordu. “Bunlar da hep benim nöbetçi olduğum geceye denk gelir!”

Üç genç adam, yandaki küçük aydınlık odada yemeklerini yiyor ve sohbet ediyordu. Sesleri odanın dışına taşıyordu. Oturdukları masada akşam yemeği kalıntıları ve boşalmış şarap şişeleri bulunuyordu.

İçlerinden biri kısa boylu, zayıf ve çirkin ama temiz yüzlü bir gençti; oturduğu yerden, yola çıkmak üzere olan arkadaşına yorgun ama sevgi dolu gözlerle bakıyordu. Diğeri uzun boyluydu: Boşalmış şarap şişeleriyle dolu masanın yanında uzanmış, saatinin kurgusu ile oynuyordu. Üzerinde yeni kısa bir kürk olan üçüncüsü, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanıyor, tertemiz tırnaklı, kalın, güçlü parmaklarını şıklatıyor, bir taraftan da nedense kendi kendine gülümsüyordu; gözlerinde ve yüzünde bir ışık vardı. Heyecanla elini kolunu sallayarak bir şeyler söylüyordu. Ancak halinden, bir türlü o anda duyduklarını dile getirecek sözcükleri bulamadığı anlaşılıyordu. Aklına gelenleri de çok yetersiz buluyor, sürekli gülümsüyordu.

Yola çıkmaya hazırlanan genç adam: “Şimdi artık istediğim gibi konuşabilirim…” diyordu. “Amacım kendimi temize çıkarmak değil ama, hiç değilse kendini benim yerime koyarak beni anlamaya çalışmanı istiyorum… Bu işe, bazı değersiz insanların baktıkları gibi bakmanı istemiyorum.” Kendisine sevgiyle bakan arkadaşına döndü: “Örneğin sana göre ben, o kadına karşı suçluyum, değil mi?”

Kısa boylu, çirkin genç adam: “Evet, böyle düşünüyorum,” dedi. Bunu söylerken sanki gözlerindeki o yorgun ve sevgi dolu ifade daha da derinleşmişti.

Gitmeye hazırlanan genç adam: “Bunu söylemenin nedenini çok iyi biliyorum,” diye cevap verdi. “Sence sevilmek de, sevmek kadar büyük bir mutluluktur, insan bu mutluluğa bir defa erişti mi, artık ömrünün sonuna kadar onunla yetinmeli.”

Kısa boylu çirkin genç gözlerini kırpıştırarak: “Evet… Bu insana fazlasıyla yeter, kardeşim… İnsan bundan başka ne isteyebilir ki?” dedi.

Yola çıkmaya hazırlanan genç: “İyi ama, neden insan kendisi sevmemeli?” diye sordu. Düşünceli bir şekilde, ona, arkadaşına acıyormuş gibi bir tavırla baktı. “İnsan neden sevmesin? Eğer insan sevmezse… Hayır, sevmeden sevilmek bir felakettir. Üstelik bir de suçluluk duygusu varsa. Karşısındakine bir şey vermediğini, veremeyeceğini hissediyorsa… Aman Tanrım, bu öyle bir iş ki!” Bunu elini sallayarak söylemişti. “Her şey çok mantıklı olsa bari… Hayır, her şey tam tersine! Biz ne istiyorsak o değil, olacak olan her ne ise o olur her zaman!”

“Bak, şu anda o duyguları başkasından çalmışım gibi bir izlenime kapılıyorum… Bunu sen de biliyorsun! İnkâr etme… Böyle düşünmen gerektiğine inanmalısın. Bugüne kadar yaptığım bütün budalaca ya da alçakça işler içinde (ki hayatım boyunca böyle pek çok şey yaptım) bu iş, bende hiç suçluluk duygusu uyandırmadı, daha doğrusu bu pişman olmadığım davranışlarımdan biridir. Bu ilişkinin başından sonuna kadar, ne kendime, ne de ona hiç yalan söylemedim. Sonunda âşık olduğumu düşünmüştüm. Bir süre sonra bunun bir yanılgı olduğunu, farkında olmadan kendimi aldattığımı, bir insanın bir başkasını bu şekilde sevemeyeceğini anladım. Ve artık bu işi sürdüremeyeceğime karar verdim. O ise devam etti. Elimden bir şey gelmiyordu, şimdi suç bende mi? Ne yapsaydım yani?”

Arkadaşı uykusunun açılması için bir puro yaktı:

— Elbette şu anda her şey bitti ve yapabileceğin bir şey yok! Ancak sana söylemek istediğim bir şey daha var: Sen sevda nedir, aşk nedir hiç bilmiyorsun… Çünkü sen henüz âşık olmadın.

Kısa kürk paltolu genç başını ellerinin arasına aldı ve arkadaşlarına bir şey söylemek istedi. Fakat düşüncelerini söylemeyi bir türlü beceremedi. Çünkü bunları anlatmak için uygun kelimeleri bulamıyordu:

— Evet, âşık olmadım… Söylediklerin doğru… Ben hiç sevmedim… Ama artık bu duyguyu tatmak istiyorum. Bu, içimde öyle büyük bir arzu ki! Hayatta bundan daha güçlü bir duygu olabileceğini sanmıyorum. Gerçekten böyle bir aşk olabilir mi? Çoğu zaman her macerada eksik kalan bir şeyler vardır. Başka ne söyleyebilirim? Hayatımı altüst ettim! Şimdi ise her şeyin sonu geldi. Bu konuda haklısın! Benim için yepyeni bir hayatın başladığını hissediyorum!

Divana uzanmış, saatin kurgusuyla oynamakta olan genç: “Sen, başlayacak olan bu yeni hayatını da gene karmakarışık bir hale getirirsin…” dedi.

Yola çıkacak olan genç bu sözleri duymadı.

— Gideceğim için bir yandan üzülüyorum bir yandan seviniyorum, dedi. Neden üzüldüğümü ben de bilmiyorum.

Sonra sadece kendisini anlatmaya başladı; söylediklerinin başkalarının ilgisini çekmediğini fark etmiyordu. İnsan, ruhunun derinliklerinden taşan bir coşkuyu yaşadığı anlarda, her zamankinden daha bencil olur. Böyle zamanlarda dünyada kendisinden daha dikkat çekici, daha güzel hiçbir şey yokmuş gibi hisseder.

İçeri genç bir hizmet eri girdi. Üstünde kürk vardı ve başına da bir atkı sarmıştı.

— Dimitriy Andreyeviç, arabacı sizi daha fazla beklemek istemiyor, dedi. Şu anda saat dört ve atlar saat on ikiden beri dinlenmedi.

Dimitriy Andreyeviç, Vanyuşa’sına baktı. Başını atkı ile sarmış, ayaklarında keçe çizmeler olan ve gözlerinden uyku akan genç adamın sesinde söz konusu yeni hayatın, kendisini bekleyen o başka bir hayatın sesini duyar gibi olmuştu; bu sürekli bir şeylerin yokluğunu hissettiği ve hep çalışması gereken, çok hareketli bir hayat olacaktı.

Parmaklarıyla kürkünün kancalarının hepsinin iliklenip iliklenmediğini kontrol ederek: “Gerçekten de geç oldu! Hadi hoşçakal!” dedi.

Sonra arabacıya bir votka parası daha vermesini söyleyenlere aldırmadan kalpağını giydi, odanın ortasında durdu. Arkadaşlarıyla önce iki kez öpüştü, sonra birbirleriyle üçüncü kez tekrar öpüştüler. Kürklü kısa palto giymiş olan genç adam, masanın üzerindeki kadehteki içkiyi alarak bir dikişte bitirdi ve kısa boylu çirkin gencin elini tuttu. Yüzü kızarmıştı.

— Sonucu ne olursa olsun, söyleyeceğim! Seninle açık konuşmalıyım, bunu yapmak zorundayım, çünkü seni severim. Onu seviyorsun, değil mi? Bunu hep düşünmüşümdür… Seviyorsun, değil mi?

Arkadaşı gülümseyerek ve daha yumuşak bir tavırla: “Evet bu doğru,” dedi.

— Belki de…

Garson son konuşulanları duymuştu ve bu adamların neden böyle hep aynı şeyleri söylediklerini düşünüyordu. Uykulu bir sesle: “Efendim, emir verildi, artık mumları söndürmek zorundayız,” dedi. “Hesabı kimin adına yazmamı emredersiniz? Sizin adınıza mı efendim?”

Aslında hesabı kimin ödeyeceğini gayet iyi biliyordu, bu nedenle hemen uzun boylu gence doğru dönmüştü.

Uzun boylu genç: “Evet benim adıma,” dedi. “Ne kadar?”

— Yirmi altı ruble…

Sonra uzun boylu genç bir an için durdu, hiçbir şey söylemeden, hesap pusulasını cebine koydu. Diğer iki arkadaşı ise, bambaşka duygular içindeydiler. Yumuşak bakışlı, kısa boylu çirkin genç: “Hoşçakal, iyi yolculuklar diliyorum! Sen çok iyi bir insansın!” diyordu.

İkisinin de gözleri dolmuştu. Birlikte dış kapıya doğru yürüdüler. Gidecek olan genç adam, utangaç bir tavırla aniden uzun boylu arkadaşına döndü:

— Ah, Özür dilerim… dedi, Şövalye’deki hesabı halleder misin lütfen? Sonra bana mektupla bildirirsin!

Eldivenini giymekte olan uzun boylu genç: “Elbette, elbette yazarım,” dedi.

Sonra hep beraber dışarı çıktılar ve birdenbire: “Senin yerinde olmayı öyle çok isterdim ki!” dedi.

Yola çıkacak olan genç kızağa bindi, kürküne sıkı sıkı sarıldı:

— Hadi, sen de gel istersen, diyerek, kendisine özendiğini söyleyen gence yer vermek istiyormuş gibi, kızakta oturduğu yerden kayarak yana çekildi. Ama bunu söylerken sesi titriyordu.

Onu uğurlayan genç: “Hoşçakal, Mitya… Tanrı yardımcın olsun!” dedi.

O anda istediği tek şey, yanında kalan gencin bir an önce oradan gitmesiydi. Çünkü düşüncelerini, söylemek istediği şeyleri bir türlü dile getiremiyordu.

Bir süre sessizlik hâkim oldu. Sonra biri tekrar: “Hoşçakal!” dedi. Bir diğeri de “Hadi hoşçakal, yolun açık olsun…” diye seslendi.

Arabacı hayvanı kırbaçladı…

Genç adamı uğurlayan arkadaşlarından biri: “Elizar! Arabayı getir!” diye seslendi.

Arabacılar ve faytonu süren adam yerlerinden kımıldadılar, dudaklarını şapırdatarak dizginleri çektiler. Soğuktan donmuş gibi görünen fayton, karın üzerinde gıcırdayarak hareket etti.

Yolcuları uğurlamaya gelenlerden biri: “Olenin çok iyi bir çocuktur,” dedi. “Ancak yedeksubay olarak Kafkasya’ya gitmenin ne anlamı var? Doğrusu ben asla oraya gitmezdim! Yarın öğle yemeğinde kulüpte olacaksın, değil mi?

— Evet…

Arkadaşlarını yolcu eden genç adamlardan her biri başka bir yola saptı. Kızakla yola çıkmış olan genç ise, sanki sırtındaki kürk palto fazla geliyormuş gibi sıcaktan bunalıyordu. Kızağın içinde yere oturmuş, paltosunun önünü de açmıştı. Genç adamın eşyalarıyla yüklü büyük troyka, karanlık bir sokaktan geçip, karanlıkta zor seçilen evlerin önünden başka bir sokağa saptı.

Olenin bu sokaklardan, sadece çok uzaklara giden insanların geçtiğini düşünüyordu. Bütün çevre öyle karanlık, öyle sessiz ve sıkıntılıydı ki…

Ruhuysa anılarla, sevgilerle ve pişmanlıklarla doluydu; gözlerine dolan yaşlardan hüzünle karışık bir zevk alıyordu…

Lev Nikolayeviç Tolstoy
Kazaklar (Birinci Bölüm)
Çeviren: Nur Nirven

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz