SAİT FAİK: İNSANLARI OLDUKLARI GİBİ DEĞİL, OLMALARI GEREKTİĞİ GELDİĞİ GİBİ SEV!

İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz.

Birtakım İnsanlar

Önceleri Ali Rıza içmeyince daha güzel konuşur, bir işi, bir hadiseyi daha iyi kavrarken, bütün bunların yerini bir alıklık almış; ayık hiçbir gün bulamadığı tabii hale dönmek için çok içmek lazım gelmeye başlamıştı. Sabahleyin uyandığı zaman belinden bir ağrı kopuyor, -tıpkı bir rüzgâr gibi- bu ağrı artıyor, akşama doğru azıyordu. Bu fizik ağrıyla, o moral sersemliği geçiren, öğleyin başlanılan, gece saat on ikiye kadar ilaç alır gibi yarım saatte bir içilen, tek tek şarabın son bardağı -onu tam yatağına uzanırken içmek âdetiydi- olan yirminci bardaktı. Sonbaharla, Fahri’nin hastalığıyla beraber Melek, her gün İstanbul’a inmeye başladığından, dükkânın işleri çok kötü gidiyordu. Melek’in ekmek, kaşar peyniri, son kırmızısı uçmuş domates, bir salkım balbal üzümüyle geçirdiği öğleüstlerinin -eğer Fahri’nin hastalığı artmasaydı- bir zevki olabilirdi.

Fahri bir yağmurlu havada öldü. Melek vapurda milyonla hissin, azabın, sevginin, yumuşaklığın, hafifliğin, ağırlığın… kopuk kopuk binlerce hadisenin, Fahri’den, kendisinden, babasından duyulma en uzak lafların kafasına girip çıktıklarını duymuştu. Bir aralık başı dönmüş, ona bir âlemin içine yuvarlanıyormuş gibi gelmişti. Bu âlemin kendine mahsus aydınlığından o kadar çabuk uyanmıştı ki kalbinin demir bir elle sıkıldığını duydu. Ayakları yalnız bir et kemik külçesiydi. Sinirleri bütün kuvvetleriyle gerilmiş, sonra bırakılmışlar, fakat bir türlü eski hallerini alamamışlardı. Elini başına götürmek istedi. Vapurun içinde boylu boyunca koşmak arzusunu duydu. Düştü. Eve onu ağzı köpük içinde, burnu kanlı, bir gözü mosmor götürdüler. İşte bu sara nöbetinin sabahında bir ölü uyanışıyla halsiz, bir üç aylık ateşli hastalıktan kalkmış gibi dükkâna vardığı zaman öğle olmuştu… İçinde ölen adamla dostluğunun kırıldığını duyuyordu. Sanki bütün dostluk o sara nöbetinin içindeymiş, o nöbetle beraber geçmişti. Bu hisleri -şimdi hatırlıyor- hastanın başucunda da duymuştu. Melek hastanın başucuna götürüldüğü zaman, bu burnu uzamış, gözleri çukura kaçmış adamla alakasını anlayamamıştı. Hastanın boynuna, öyle lazım geldiği kendisine öğretilmiş gibi sarılmıştı. Bir yaşlı kadınla, içi merhametle dolu, yüzünü tarifsiz bir hüzün kaplamış bir adam karyolanın ayakucundaydılar. Bu iki insan yüzünün genişlediği, gözlerinin içine atılmış bir kaşık sevinç şekerinin eridiği görüldü. Ayaklarının ucuna basarak oradan çıkmışlardı. Hasta büyük gözlerini açmış, bakıyordu. Ama görüyor muydu, tanıyor muydu belli değil.
Hastanın dişlerini sarı bir küf kaplamıştı. Diş etleri beyaz, pembe lekeliydi. Kuru dudaklarının ortasında açıp kapadıkça uzayan beyaz bir iplik vardı. İçini iyi terbiye görmüş bir hastane hemşiresi hali yalamış; yumuşak fakat elektriği uçmuş saçlarını okşamıştı. Hasta zevkle, melalle gözlerini kapadığı zaman etrafına bakınmıştı. Küçük bir kütüphane, bir çiçek vazosu, bir levha, bir dolap gibi şeyin içindeki likör takımları, üstleri çiçekli, meşin sandalyeler… Bu refah havası!.. Melek’e bu eşyayı tanıdığı hissi gelmişti. Bütün bu eşyayı kaplayan hava, hastalık müstesna, içinde acayip bir tanıdıklık, bir merasim yapmışlardı.
Konsol: “Merhaba Melek!”; likör takımı: “Bu hasta da olmasa o zamanki gibiyiz, değil mi kardeşim?” demişti.

Sandalyeler gülümsemiş, karyolanın topuzu dilini çıkarmıştı. Melek o zaman, bu hasta çocuktan çok onun etrafını kaplayan havayı özlediğini anladı mı, bilinemez, bunu kendi kendine dahi itiraf etmemiş, edememiştir. Ölüye ancak acıyordu. Babası da ölse bugünkü kadar müteessir olurdu. Vapurda dün, intihar arzuları duyduğunu hatırlıyordu. Şimdi bu arzulara gülmüyordu ama yaşamaktan yine de bir memnunluk duyuyordu. “Canavar mıyım acaba?” diye düşündü.

Babasını dükkânda buldu. Yüzü sakin, gözkapakları yarı düşüktü. Bu sabah sabah payını almış ayyaş yüzüydü. Bir müddet konuşmadılar. Nihayet Ali Rıza başladı:
— Gördün mü? dedi. İşte geberip gitti. Hoş gebermeseydi de seni alacak değildi ya!.. Şimdi kim temizleyecek namusumuzu?
Melek cevap vermedi. O devam etti:
— Senin yüzünden rahatım kaçtı. Hammaldım, lağım amelesiydim, bol şarap içerdim. Çımacıya yamaklık ettiğim zaman bile gül gibi geçinmiştim. Hep senin yüzünden, hep!..
Kızının yine cevap vermediğini görünce evvela verdiği aynadan başlayarak ne var ne yoksa, eline geçirdiği bir keserle kırmaya başladı. Dükkânın dışına ahali dolmuş, o şimdiye kadar duymadığı güzel bir sarhoşluk havasıyla haykırıyor, kırıyordu.

Melek yalnız seyrediyor… Yüzünde acayip bir gülümseme var. Gadir görmeye namzet fakat kendini müdafaa edecek hiçbir delili bulunmadığım hissetmiş bir mahkûm teslimiyetiyle gülüyor zannedilirdi. Halbuki memnundu. Bir türlü karar veremediği şeyi şimdi yapacaktı. Her zaman bunu düşünmüştü. Fakat bu bir sabah vakti bulutların uçuştuğu, içinin ezildiği bir sabah vakti açtığı, camlarına buğular resimlenen, yazın altın enseli, saçı güneş, yağmur kokulu çocuklar tıraş ettiği bu dükkânı bırakmak ona çok güç gelecekti. Bir aralık, “Kır baba, kır! Yapıştır!” diye bağırmamak için kendini güç zapt etti.

Babası, yüz yıkanılan porseleni, kadınlar tarafının paravanasını, sağlam bir koltuğu bırakarak, başka ne varsa kırdığı, yorulup durduğu zaman pencereden bakanlar, kızın çöktüğü sandalyeden yavaşça kalktığını, babasının elinden dülger keserini kapınca, evvela kalın ceviz koltuğu, sonra paravanayı, en sonra da porselen yalağı hırsla, zevkle fakat ağlayarak kırdığını gördüler. Yine nasılsa babasının keserinden kurtulmuş bir kolonya şişesinin yerde köpürerek paramparça olduğu görüldü. Güzel bir koku, açık pencereden burunlarımıza geldi.
Melek şimdi serbestti. Babasını dükkânının ortasında şaşkın bırakarak ağlaya ağlaya iskeleye koştu. Biletini aldı…

Hikmet, bütün yazı, sonbaharı, Hayırsızlar’da geçirdikten sonra adeta uzaktaki meskûn adalarda sesin sedanın kesildiğini, göçlerin geçip gittiklerini, yerli ahalinin küçük, pis kahvelere melal içinde çekildiklerini buradan duyar oldu. Nasıl bazı yaz akşamları o uzak, meskûn adacıklardan sesin sedanın geldiğini tahayyül etmiş, bazen bir fısıltı halinde konuşmalar, gülüşmeler, denizin yüzünden kendisine doğru hakikaten gelmişlerse, şimdi de sessizlik öylece geliyordu. Gök bazen kararıyor, büyük damlalı fakat hâlâ ılık yağmurlar yağıyordu. Ada’da yalnızdı. Ta uzakta pis, sıcak denizin üstünde bir iki yelken gözüküyor; bazen de kılıca çıkmış birkaç sandalın bir anda gözüküp kaybolduklarım görüyordu.
Fahri’nin ölümünü, dükkânın eşyasının kırıldığı, dükkânın kapatıldığını burada duydu. Melek kaybolmuş, Beyoğlu’nda bir dükkânda görüldüğü söyleniyordu. Kalfa olarak girmişmiş… Manikürcülük de öğreniyormuş…

Bir gün meskûn yerlerde sesin sedanın müthiş surette kesildiğini hisseden Hikmet, sandalına atladı. Ada’nın yolunu tuttu.
Ada’ya vardığı zaman, ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Çoktan beri iyi bir yemek yememişti. Hele birkaç gün evvel ekmeği de bittiği için yalnız yarı çiğ bir iki balıktan başka ağzına bir şey koymamıştı.

Cebinde birkaç lirası vardı. Sütçü Pandeli’nin dükkânındaki fasulye tenceresinin kapağını kaldırıp da yemeğin kokusunu duyunca içinde bir baygınlık hissetti, gözleri karardı…
Karnını doyurduktan sonra aklına İstanbul’a inmek geldi. Vapurda, karşıki boş adanın bekçisi Hırant’a rastladı. Adanın sahibi öldüğü için başka birisine satıldığını öğrendi.
Hırant:
— Yeni sahipleri de beni bekçi gibi tutmak istiyor ama pek niyetim yok, dedi.
Hikmet’in kafasından şimşek gibi, bir arzu geçti: Ne iyi olurdu? Allahım! Orada çocukluğunun en güzel günlerini, sonra evvelki kış Ali Rıza’nın birdenbire aklına esmesiyle bir ilkbaharı geçirdiğini hatırladı. Hırant’a o baharda nerede olduğunu sordu.
Hırant:
— Biz haber aldık sizin oraya yerleştiğinizi… Bizim doktor bırakın otursunlar, dedi. Sen de zaten istiyordun, git Bursa’ya, romatizmalarına iyi gelir, demişti.
Hikmet, o anlatırken düşünüyordu: Balıkçıl kuşuyla akşamüstü konuşulabileceğini, yazın karşıda insanların gezindiğini, bir insana bile tesadüf etmek ümidi olmayan bir yerden görmek… Gene orada ışıkların yanar yanmaz, evlerin içini görür gibi olan haletiruhiyeyi…
— Hırantcığım, dedi, sen mademki bıktın. Beni şu heriflere bir prezanta etsene…
Hırant:
— İstersin? dedi. Kolaydır!
Adanın yeni sahiplerinin Galata’daki yazıhanesinde çok beklediler. Bir gözü şaşı, genç bir kahveci çırağı kahveler getirdi. Hırant’la çocuk konuştular:
Hırant:
— Ulan çıngıraklı, nasılsın?
Çırak:
— İyiyim ağabey!
Hırant:
— Büyümüşsün ulan!..
Çırak:
— Sahi mi?
Hırant:
— Sesin çıngırağım kaybetmiş!..
Hikmet çocuğun yüzüne bakarken öyle tatlı hulyalara dalmıştı ki, heriflerin karşısına çıktığını, kırk lirayla oraya bekçi olduğunu, vazifesinin sarnıçları çatlatmamak, zamanında zeytinleri devşirmek, yolları temiz tutmak, ağaçları budamak olduğunu duymadı bile. Cebine ilk aylığını da atmıştı. Hırant’ı kapının dışında öptü.
— Ara sıra uğra bana Hırant, dedi.
Hırant:
— Uğrarım, uğrarım. Hem zaten her şeyimi orada bırakmıştım. Yatağım, yorgamm, bir tavam, bir de tencerem var. Gidersen bul, sana emanettirler. İstersen sana onları satarım. Öbür ay gelirim, konuşuruz, dedi.
Hırant içinden şöyle diyordu:
— Görüşürüz bakalım… İki aya varmaz, karga bokunu yemeden uyandığın zaman nasıl bağırıyorsun: “Allahım! Bana bir insan gönder!” diye. Hani nerededir insan? Fırtına köpek gibi sesler çıkartır. Hele o pis martılar!.. O ne kötü sesli mahluklardır. Görüşürüz bekçi efendi, görüşürüz!
Dışından:
— Pek canın sıkılırsa benden bilmeyesin… Sen istedin, dedi.
Hikmet, Hırant’ın omzundan bir yük atmış gibi ferahladığını, küçük gözlerinin içinin o haşin, yırtıcı, yalnız manayı kaybettiklerini görmedi değil. Hırant beş senedir orada bekçiydi. Sessiz, sakin bir adamken ne geveze olmuştu. Halbuki Hırant erkek tabiatli bir adamdı: Pek gülmez, herkesle oturup konuşmazdı. Şimdi kim önüne çıksa tatlı tatlı konuşuyor, cıgaralar ikram ediyor, gülüyordu. Hanın kapıcısıyla, kapıcı yüz vermediği halde şakalar etti. Çırakla, boş fincanları almaya geldiği zaman gene uzun uzun konuştu. Bunları hep, Hikmet fark etti.
Hırant ayrılmadan evvel gene söylendi:
— İnsanları sevmezken sever olduk, Hikmet Efendi biraderim, sever olduk! Bir boş adada yalnız kalmanın da bir hikmeti vardır. Sağlıcakla, dedi.
Hikmet, Hırant’tan ayrılır ayrılmaz Beyoğlu’na koştu. Melek’i bir pasajın içindeki dükkânda buldu. Melek onu, çok soğuk karşıladı.
“Gel seni bir tıraş edeyim, Hikmet Ağabey” bile demedi. Yalnız bir:
“Nasılsın?” dedi. “İş buldun mu?” diye sordu. Kaşık Adası’na bekçi olduğunu işitince sevinmiş göründü.
— İyi iyi, dedi. Biraz da para biriktirmiş olursun.
Melek, “Babama bulunduğum yeri söyleme” diye
tembih etti. Hikmet daha girerken, bir adamın kendisine dik dik baktığını görmüştü. Melek o aralık sapsarı kesilmişti. Adama:
— Sana bahsetmiştim ya! dedi, Hikmet Ağabeyim.
Adam:
— Ha… Şu şeydeki?.. Hayırsızlar’daki?.. dedi.
Melek:
— Evet, dedi. O işte!..
Adam, Hikmet’e elini uzattı:
— Ben şoför Ali’yim, dedi, Melek’in nişanlısı.
Hikmet oradan çıkınca doğru vapura koştu. Bu akşam İstanbul’da kalmak, beş on papel yemek istiyordu. Sonra caydı. Yalnız kalmak, yeni işinin başında bulunmak ona hoş bir fikir gibi geldi. Birçok şeyler satın aldı. Bir küçük çuval bulup aldıklarını içine doldurdu. Olur ki beş on gün bir yere inmem, köye bile, diye düşünüyordu.
Köye varınca sandalını aradı, bulamadı. Balıkçılar alıp götürmüştü. Kahveye girmeye mecbur oldu. Rıza’ya orada rastladı.
Rıza tepeden inme:
— Bana para versene Hikmet, dedi.
Hikmet, Rıza’ya bir on lira verdi. Bir on liralık öteberi almıştı. Fırından beş tane ekmek alıp onları da çuvalına doldurdu. Dönüşte Rıza’ya gene rastladı. Fitil gibi sarhoştu. Hikmet bir laf söylemeden Rıza başladı:
— Melek’in adresini sen bilmemiş olsan, cebinde para bulunmaz. Sen bu parayı kızımdan aldın. Bana göndermiştir -Hikmet’in cüzdanını açarken gördüğü paraları hatırlamış olsa gerekti ki- O yirmiyi de ver, diye tutturmuştu.
Hikmet:
— Karşı adaya bekçi oldum baba, dedi; ilk aylığımı verdiler. Melek’i görmedim. İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş.
Ali Rıza ağlamaya başladı. Hikmet, Melek’in erkek kardeşini sordu.
Ali Rıza:
— Bırak uğursuzu! dedi. Kim bilir, Galata’nın hangi kahvesinde…
Sonra Hikmet:
— Gel, dedi, bodruma kadar gidelim.
Bodrum eski manzarasından daha fenaydı. Şimdi keskin bir eski çamaşır, sidik kokusu içindeydi. Zaten bu ikinci koku, Rıza’nın üstünden başından, zaman zaman insanın burnuna geliyordu. Bir yorganla pis bir şilte iplerle bağlanmış köşede duruyordu.
— Niye bunları serip yatmıyorsun baba?
Ali Rıza:
— Yook, dedi, yarın mahkemem var. Belki kodese tıkarlar, hazır olsun, dedim. Şimdiden hazırladım. Bu gece hasırın üstünde zıbaracağım!
— Ne mahkemesi bu?
— Sarhoşluk. Cam kırmışız. Yol parasını da vermemişiz. Bu sefer sağlam!..
— Yol parasını bari şu verdiğim parayla öde baba.
— Deli misin? Sonra ne yapacağız? Vermem vallahi billahi vermem! Bin liram olsa gene vermem. Ben ne kadar yol eskitiyorum be!
— Öyleyse yatarsın baba.
— Sanki şimdiye kadar yatmadıktı? Bedava ekmek. Oradakilerin hepsi görmüş geçirmiş insanlar. Kahve gibidir orası be! Geçenlerde, hani o pantolonum yırtıktı da aruhaya meselesinden girdimdi ya!.. “Rıza baba, Rıza baba!” diye bayılıyorlardı. Aralarında bana para bile topladılar. Çıkarken pantolon da verdiler. Oradayken “âdem baba”ydık!
Hikmet hiçbir şey söylemedi. Rıza’nın sunduğu bir bardak şarabı yuvarladı. Rıhtıma indi. Sandalı getirmişlerdi. Bir kilodan fazla uskumruyu sandalın döşemelerine -kira bedeli gibi- bırakmışlardı. Sandala atladı. Kaşık Adası’na vardı. Küçük bir ateş yaktı. Balıkları temizledi. Biraz sonra güzel, taze bir balık kokusu ortalığa yayıldı.
Hikmet’in içinden sevimli hisler geçiyor, ağzının içi sulanıyordu. “Keşke bir şişe rakı alsaydım, ilk akşamın şerefine biraz içerdim; içerdim de uyurdum. Bu gece bize gene uyku yok… Acaba bu yaktığım ateş öteki adadan gözüküyor mu? Bu güzel balık kokusu oraya gidiyor mu?” diye düşündü. Çuvalından bir ekmek çıkardı. Bir koca dilim kaşar peyniri kesti. Hava çok serinlemişti. Yemeğini yerken pek üşüdü. Hırant’ın söylediği eşyayı, yatağı, yorganı yerli yerinde buldu. Uyuyamayacağım, dediği halde çabucak uyudu. Şimdiye kadar sabredip aklına getirip getirip kovduğu Melek ismini yatakta birkaç defa mırıldandı.
Pasaj içindeki berber dükkânını, o löp löp yanaklı berber ustasını, kendisine dik dik bakan adamı, Melek’in sarı çehresini bir dakika içinde gördü. Uyumadan evvel Fahri’yi de düşündü, üzüldü.

Bir uzun, korkunç, kimsesiz ay geçirdi. Aynaya baktığı zaman yüzünü sapsarı, gözlerinin altını simsiyah şişmiş buluyordu. İçinde bir yorgunluk hissediyordu. Odun yarıyor, yer belliyor, sarnıç temizliyor, domuz ahırlarını insan oturabilir bir hale getirmeye çalışıyordu. Akşama yorgun, bir ateş yaktığı zaman, bu fizik yorgunluktan ziyade daha iç taraflarda adeta akciğerinde, karaciğerinde, midesinde, kafasında bir yorgunluk duyuyordu. Yalnız başına kimler, ne insanlar icat etmiş, onlarla neler konuşmuştu…

Hırant’ın tamamen aksine, köye ekmek, kömür, tuz, peynir, yumurta almaya indiği zamanlar kimseyle konuşmuyor, yalnız dinliyor, gülüyordu. Şimdi insanları daha iyi anlıyordu. Onları oldukları gibi değil, olmaları lazım geldiği gibi sevdiğini anlamıştı…
Gün boz, çürük, aydınlıksız başlıyor, pis, yağmurlu bitiyordu. Bazı akşamlar oldukça güzeldi. Ufkun öbür ucunda bir aydınlığın, bir yangının ortasında batan güneşin şehirlerini görüyordu. Develere benzeyen bulutlar, minarelere, kiliselere benzeyen sislerin güneşin battığı yerde reçeller gibi kaynadığını yavan ekmek yediği günlerde görür, nasıl içlenir; köpeğinin kafasını sıkar, sıkardı…

Deli olmasına bir adım kalmıştı. O adımı atmamak için, aylığını almaya İstanbul’a indi. Mülk sahibi fena adam değildi. Ona, eski bir paltosunu hediye etti. Aylığını da verdi.
O, doğru Ziba’da, Filim Bahri’nin kahvesinde soluğu aldı. Filim Bahri onun eski bir arkadaşıydı. Güzel bir sofra kurdular. Marika isminde bir Rum kızını gecelik tutmuştu. Bu sakin, iyi bir kızdı. Çirkindi ama temizdi. Çirkeflik etmezdi. Filim Bahri, Hikmet, Hacer, Marika güzel bir gece geçirdiler. Masraf on lirayı aşmamıştı. Filim Bahri, Marika için Hikmet’e:
— İyi motordur. Hem aç gözlü değil; ne de çirkef… Façosuna da sen aldırmayıver anam! demiş. Marika’ya da:
— Garip oğlanın biridir. Tıngırına da sen boşver Marika! diye Hikmet’i övmüş, iki papelle işi geceliğe bitirmişti. Sekiz papeli de hep beraber yediler.
Hikmet, sabahleyin Marika’nın koynundan fırlarken:
— Ay başlarında gelebilirim Marikam, dedi, her ay başı buluşuruz. İstersen seni adaya da götürürüm. Bir gece de orada kalırız.
Marika:
— Vre delisin?., diye haykırmakla iktifa etmişti.
Ziba’dan Beyoğlu’na çıkan yokuşu türkü söyleyerek tırmanan Hikmet, bugünü de burada geçirmeyi, Melek’e uğrayıp tıraş olmayı düşündü; vazgeçti.
— Tıraşı Ada’da Dimitro’ya olurum, dedi.
O, Dimitro’nun dükkânında tıraş olduğu zamanlar, Melek’i bizzat gördüğünden daha fazla onunla hemhal olurdu.
Vapura bindi. İşte Mustafa’ya vapurda rastladı. Mustafa, Büyükada’ya, eskiden tanıdığı Çımacı İzzet’in yanına gidiyordu.
Hikmet’le tatlı tatlı konuşmaya daldılar. Hikmet, ona canı gibi sarıldı. Halbuki bütün dostlukları yaza inhisar eder, bir şey konuşmazlardı.
Mustafa’nın macerasını o da bilirdi. Evvelki yazın ortasında onu polisler alıp götürmüşlerdi. Hapishaneden dün çıkmıştı.
— Mustafa oğlum, dedi Hikmet, gel bende kal. Geçinip gideriz. İstersen balıkçılık da yaparsın: Benim sandalım var.
Mustafa düşünceye daldı. Kışı nerede geçirecekti? İzzet’le beraber oturamazdı. Oğlanın kendisi muhtaçtı.
— Sana bâr olmayayım Hikmet? dedi.
Hikmet:
— Ben seni bir insan olsun, anlatacak, seslenecek birisi olsun diye istiyorum. Canım! Bırak numaraları, gel! Niye bana bâr olacakmışsın? Kendi ekmeğini kendin çıkarırsın. Onun için üzülme!.. Beraber balığa çıkarız. Sen götürür satarsın. Ver şu elini bakalım… Tamam mı? Bir toka edelim mi?
Tokalaştılar… Hikmet’in sandalı Kaşık Adası’na yanaştığı zaman Hektor, evvela sevinç sesleriyle, sonra hırlayarak yanlarına koştu.
— Hektor, kız! dedi Hikmet, bu dost ulan! Ver elini Mustafa ağabeyine!
Mustafa bu şakayı sevmiş göründü, güldü; Hikmet’e:
— Şakacısın be! dedi.
Mustafa bundan tam iki sene evvel Hasan Kaptan’ın kayığına girmişti. O günden mahpusa girdiği 17 Eylül 93… şu kadar tarihine kadar dokuz buçuk ay geçmişti. Bunun dokuzunu o meşhur vak’anın geçtiği geceye kadar olan zamana ekler, hapishanedeki on beş ayı da hesap edersek, işte aşağı yukarı iki sene evvel Mustafa, Hasan’ın kayığına yerleşmişti. Söylediğimiz gibi dokuz buçuk ay sonra Hasan, ona şöyle bağırırdı:
— Ulan Mustafa! İnsanoğlu ana rahmine bulanık su gibi düşer de dokuz ay on gün sonra capcanlı fırlar. Sen adam olmazsın. Daha iskele ile sancağı öğrenemedin, be ayımsı!.. Getir ordan bana elleme çuvalını.
Zaman zaman Hasan Kaptan’la konuştuğu yedi sekiz cümlesi vardır ki onlardan bir tanesiyle, yaşı öğrenilebilir.
— Kaç yaşındasın Mustafa?
— Varım yirmi sekiz, yirmi dokuz.
— Askerlik ettin mi?
— Ettim ağam.
Öteki suallerle cevaplar da bu şekil şeylerdir: Anan baban var mı? Evli misin, bekâr mısın? Asıl zanaatın nedir ki?.. gibi.
Bunlardan öte Hasan Kaptan’ın da Mustafa’dan yana bildiği bu kadardır. Mustafa güler, konuşmaz. Mustafa homurdanır, konuşmaz. Mustafa tekme, tokat yer, gözü yaşarır, konuşmaz. Dinlemesine gelince: Dünya yüzüne lakırdıyı bu kadar candan dinleyecek adam gelmemiştir.

Kömür kayığı malını İzmit Körfezi’nin bir iskelesinden yükler, kara korsan yelkenini açar, İstanbul kıyılarından bir tanesine demirini atardı. Günlerce boşalmasını beklerdi. Küçük bir iskeleye bir kalas uzatılır. İskelenin önüne iki çuval elleme konur. Bir el kantarı ile bir omuz direği orada, serenin direğine dayanmış beklerler…
Hasan’ın kömür kayığının gündüzki manzarasını, deniz üstünde kayık şeklinde yapılmış bir mahalle kömürcü dükkânından ayırt etmeye lüzum yoktur. Mustafa, tartılan çuvalı yüklenebilirse en âlâ! Yüklenemezse Hasan kendisi sırtlar.
— Sözde uşak tuttuk. Herifin burnunu sıksan canı çıkacak. Ne talih bu be, bizdeki! Hep de böyle nasip oluyor. Hey Allahım!.. diye söylenir.
Kendisini bu sırada bile can kulağıyla dinleyen Mustafa’ya:
— Be Hasan’ın merkebi! Be gözü kör olasıca! Bari şu ateşi yak, patatesleri soy, kıç altındaki tencereyi çıkar da içine yağ koy, bir baş soğan doğra da onu bari ben yapmayayım, diye çuvalın altından kara gözleri sürmeli, gülünç bir şekilde haykırırdı. Yolun dönemecinde, tam kayığın görünmemeye başlayacağı yerden tekrar bağırırdı:
— Ulan aptal, su koymayı unutma ha tencereye!..
Bir müddet olduğu yerde, adım atmadan, bir şey söyleyecekmiş de unutmuş gibi durur, düşünür, sonra:
— Mustafaa… diye haykırırdı. Ulan, sakın geçen seferki gibi deniz suyu koyayım deme!..
Akşamla beraber kayığın manzarası birdenbire değişirdi. Her zaman açık duran küçük yelken -flok- birdenbire kıpkırmızı kesilir, rüzgârla pat pat vurur, yukarıda serenin ucunda güneş sallanır, bir müddet sonra mor, lacivert, leylaki birtakım gazlı renkler, kömür çuvallarından çıkıyormuş gibi kayıkla etrafını doldururdu. Arasına tahta kaşık sıkıştırılmış patates tenceresi fıkır fıkır kaynamaktadır. Yakındaki sandallarda çevalelerindeki balıkları düzeltmekle meşgul barbunyacılar, burunlarını melteme kaldırıp Hasan’ın patates tenceresinin mis gibi kokusunu alırlar, acıkırlardı. İşte tam bu sırada da Mustafa ağzım açar, şarkı söylerdi. Hasan Kaptan tencereyi indirir, kapağı kaldırır, dertli dertli başını sallar, artık bir şey konuşmazdı. Mustafa’nın sesi yanık, içli, acayip bir sesti. Galiba bu yalnız bir ses güzelliği değildi. Bu seste bir hastalık, gizli birtakım şeyler vardı.
Ortalık büsbütün kararıncaya, Hasan’ın gemisi deniz içinde yok oluncaya, yalnız ara sıra karanlığın içinde aranan bir projektör ışığıyla bulunup gene kayboluncaya kadar Mustafa okurdu.

Hasan Kaptan yumuşar, yumuşar:
— Hadi Mustafa oğlum, derdi, gel gel de zilliği kıralım!
İstanbul külhanbeylerine has bu “zilliği kıralım!” argosundan pek hoşlanan Hasan Kaptan, gündüzün yaptıklarına pişman olmuş bir halde ekmeği koparır, bismillahını çeker, kaşığın birini Mustafa’ya uzatır, öteki kendi elinde hayal meyal gözüken tencereye girişirlerdi.
Ayda iki sefer ederlerdi. Mustafa her seferde üç buçuk lira alırdı. Her sefer dönüşü Hasan Kaptan, üç buçuğu çıkarır, Mustafa’nın avcunun ortasına sayardı. O, içinden yarım lirasını alır, ötesini:
— Kalsın sende ağa, diye kaptana bırakırdı.
Bu her ay böyle olagelirdi: Her ay Hasan Kaptan, Mustafa’nın üç lirayı kendisine emanet bırakacağını bile bile, onun avcuna parayı tekmil sayıyordu Mustafa da yarım lirasını alıp öte tarafını Hasan’a teslim ediyordu. Mustafa bu yarım lirayla gidip sakalını, şayet bir ay sonu, iki sefer dönüşüyse, saçını kestiriyor, bir gazoz içiyor, bir paket de tütün alıyordu. Mal yükleyip tekrar her zamanki iskelelerine döndükleri zaman rıhtım boyundaki hammal kahvesine, kendisi gibi dut yemiş bülbüllerden olan Çımacı İzzet’le oturup İzzet’e bir de kahve ısmarlıyordu.
Çımacı İzzet’le Mustafa’nın dostluğu kadar insanı hüzne gark eden bir şey varsa, o da Mustafa’nın akşamları söylediği türküdür.
Çımacı İzzet’le iki ellerini birbirine uzatarak bayramlaşır gibi toka ederler. Sonra bir iskemleye çökerlerdi. Bir saat mi otururlardı, iki saat mi, üç saat mi?.. Önce bir gülüşürler… Bu gülüşmekle de kalınırdı. Bu sırada İzzet:
— Döndünüz mü Mustafa? der gibidir.
— Döndük gayrik!
— Yolculuk ne zaman?
— Eh!.. On güne varmaz.
Bu gülüşmenin manası, sesi budur.
Ondan sonra ses seda çıkmazdı. İzzet tabakasını uzatırdı. Öteki dilini dişine dokundurarak, “Hayır istemem” manasına bir ses çıkartırdı. Cıgarayı sarayım da dur, ondan sonra anlatacağım, der gibi bir halle cıgarayı sarar, hele cıgarayı yakayım da ondan sonra der gibi cıgarayı yakar, cıgarasını arkaya yaslanıp içerken görenler: “Eh!.. Artık başlayacaklar. Tatlı tatlı konuşacaklar” derdi. Ayrılırlarken onları görenler tatlı tatlı konuşmuş, Mustafa, kömür aldıkları iskeleden havadisler getirmiş, Çımacı İzzet, Mustafa’ya onlar yokken burada, nahiyede olup bitenleri birer birer anlatmış sanırlardı. Yemekten sonra Hasan Kaptan, kasketini kaptığı gibi kahveye yollanırdı. Döndüğü zaman Mustafa’yı başaltının yalnız kafası ile göğsünü örten tahtası altına sokulmuş, ayakları burnu hizasında uyumuş bulurdu.
Yemekten evvel, yemek esnasında içini dolduran yumuşaklık, kahvenin kapısına kadar devam ettiği için Mustafa’nın tarafına doğru havaya bir tekme savururdu:
— İt gibi uyur, sabahleyin de benden sonra kalkar.
Pantolonunu, ceketini fırlatır, kıç altındaki adeta kamaramsı yere sokulur, düşünürdü.
Seferi üç buçuk liraya bundan âlâsını bulmak meseleydi. Bu zamanda herkesin burnu Kaf Dağı’ndaydı. Geçen seneki gemici işten çakıyordu. Kuvvetliydi de… Halbuki, ama gel Hasan’a sor bir kere… Her sefer başı on lirayı verdiği zaman o kısa burnunu kıvırıyor, Hasan’ın içi gidiyordu. Buna gelince: Hem üç buçuğa çalışıyor. Çalışıp da ne halt karıştırıyor ya, neyse!.. Yemeği pişirse, demiri çekse, yelkeni açsa, kırk kiloya kadar çuval taşısa bir kâr canım!.. diye düşünür, hem eninde sonunda… der yine düşünürdü: Ulan Mustafa’nın sesi ne özlü ses be! Allah! Allah! Bir yerden duymuştu: Veremlilerin ıslığı ile sesi çok tatlı olurmuş diye. Tevekkeli değil derdi, var bu çocukta ince hastalık!..
Sabahın karanlığında Hasan Kaptan uyanırdı. Mustafa, uyanmış olurdu ama kalkmazdı. Yalnız ustanın kalktığım, dinine, imanına sövdüğünü işitirdi. Sonra kaptanın, onun ta tepesine dikilip:
— Ulan! Şu sesin olmasa, seni bir gün bile tutmam, ama… Dediğini işittiği zaman, bu herife karşı duyduğu kinin birdenbire uçtuğunu hissederdi. O zaman babasını hatırlardı. O babasını da böyle laflar söylediği için her zaman hüzünle, sevgiyle hatırlardı.
Bir sefer sonlarıydı. O gün öğleyin epey iş görmüş, yorulmuştu.
Akşama doğru Mustafa, kayığın küçük sandalını alarak balık tutmaya gitmişti. Bir kırlangıç, bir hanos, bir iki de güneş balığı yakalamış, balıkları güzelce ayıklamış, haşlama yapıyordu. Hasan Kaptan, kahvedeki cimdallısından bir ara dönmüş, tencerenin kapağını kaldırıp doya doya koklamış:
— Yaşa ulan!.. demişti.
Gün adamakıllı kararınca yemek hazırdı. Hasan Kaptan o akşam biraz geç dönmüş, kafası yarı bulutluydu. Yemek yerken keyifli keyifli söylendi:
— Yaşa hafız yaşa!
Bu “yaşa hafız yaşa!” cümlesi biraz sonra Mustafa’nın hiç sormadan, gazele başlaması için bir girizgâhtı. Yemeği çabuk yediler. Kaptan rakı içtiği zaman şarkı dinlemesini pek severdi. Mustafa, serenin dibine çömeldi.
Tam okumaya başlamış, tam Hasan Kaptan ahlarına girişmişti ki bir gölge kayığın önünde belirdi. Mehtaplı bir geceydi. Mustafa geleni tanımıyordu. Hasan Kaptan tanımış, birdenbire ayağa kalkmıştı.
— Vay efendim, buyursunlar, dedi.
Gelen adam her seferde Hasan’dan alışveriş eden, iki seferde bir gidecekleri köyden bir şeyler ısmarlayan, pazarlıksız ödeyen bir yağlı kuyruktu. Mustafa şarkısını kesmemişti. Bilhassa kesmemişti: Belki adamın da hoşuna gider diye… Onlar konuşuyorlardı. Hasan Kaptan birdenbire:
— Kes ulan şu bet sesini… Şurada iki çift lakırdı edeceğiz, vay dinini be!.. diye haykırdı.
Mustafa da, yeni gelen adam da Hasan’ın bu cümlesinin hitamında, müthiş bir karanlığa saplanmış, bir dakika süren korkunç bir sessizlik duydular. Sonra gene deniz hışırdamaya, meltem esmeye, uzaktan gramofon sesleri gelmeye başladı. Bu müthiş sessizliği, Hasan Kaptan da duydu: Çünkü Mustafa’nın susması ani, hazin, garipti. Direğin dibindeki gölgesinde sallantı bile yoktu. Hasan Kaptan’ın içinden, herif öldü galiba gibi bir his geçmedi ama geçmiş olsaydı bu kadar şaşıracak, böyle bir dakika susacaktı.
Bu sükûtun sonunda Hasan Kaptan, yaptığı hareketten belli belirsiz bir pişmanlık duymuş gibi:
— Buyurun beyim; gelin yolda konuşuruz. Ben zaten kahveye kadar gidiyordum, dedi.
Hasan Kaptan, kahveden dönüşünde Mustafa’yı yatmamış, iskelenin önünde dimdik buldu.
— Ne o Mustafa, dedi, daha uyumadın mı?
Mustafa, karanlıkta başını yukarıya kaldırdı. Hasan Kaptan, bu hareketi görmedi, kayığa doğru yürüdü. Saat on bir buçuk olmalıydı. Nahiyenin ışıkları birer birer sönmüştü. Yalnız evlerde bir iki ışık, bazı sokak aralarında havaya vuran bir iki aydınlık vardı. Hasan Kaptan ceketi attı. Pantolonunu çıkardı. Sonra ceplerinde bir şeyler aradı. Küpeşteye ellerini dayayarak denize baktı. Baş güverteye doğru don gömlek yürüdü. Keyifli zamanlarındaki âdeti veçhile bir cıgara sarmaya hazırlandı. Yere çömelmişti. Neden sonra Mustafa’yı kapının dışında dimdik fark etti.
— Ne o? Bu akşam uyumaya niyetin yok galiba? Al tabakayı bir tane de sen sar.
— Yok ağa, mersi!..
Hasan Kaptan içerlemişti. Dişlerinin arasından “pabucumun tersi!” dedi, ilave etti:
— Canın isterse…
Hasan Kaptan cigarasını ateşlemişti. Şimdi kibriti söndürmeden, cıgarası ağzında, yüzü kibrite eğik vaziyette cıgarasını yaktığı halde bir müddet böylece durdu. Sonra:
— Girsene yahu kayığa, dedi.
Mustafa başını tekrar yukarıya, “yok ağa girmem!” manasına kaldırdı. Hasan Kaptan şüphelenmişti.
— Ne oldu, ne var?
Mustafa omuzlarını kaldırıp başını sağa doğru eğdi. Artık konuştu:
— Bir diyeceğim var da…
— Sabaha söylersin canım! Acelen ne?
— Yok ağa şimdi söyleyeceğim.
— Söyle bakalım; neymiş o?
— Ağam ben gideceğim artık! Şu benim paramı verirsen…
Hasan Kaptan ayağa kalktı:
— Gidecek misin? Nereye gidiyorsun? Mal daha yarı bile değil. Bir yere bırakmam. Burasını otel mi zannettin, kıraathane mi? Buraya girip çıkmak herkesin keyfine göre değil -Yumuşamak lüzumunu hissetti- Hem ne oluyor canım? Neden gidecekmişsin?
— Yoruluyorum ağam. Hastayım ben.
Hasan Kaptan şüpheli bir sesle:
— Pekâlâ pekâlâ, dedi, yarın olsun da hayrı beri gelsin. Şimdi sen gir.
— Yok ağa! Şimdi ver paramı, gidip bir ağaç altında yatarım.
— Bana bak oğlum, Mustafa! Bu kayık boşalmadan bir yere bırakmam. İstersen işte yol!.. Kalkar gidersin. Benden metelik alamazsın. Sen bilirsin oğlum?
Hasan Kaptan’ın son sözüne Mustafa boynunu büktü. “Sen bilirsin ağa” bile diyemedi. Yürümeye koyuldu. Biraz ilerdeki nahiyenin umumi helalarına doğru ağır ağır gidiyordu. Hasan Kaptan içinde, bu adama karşı öteden beri, ne zamandan beri bir kin olduğunu yeni fark etmiş gibiydi. Arkasından söylendi:
— Ah alçak herif, ah! Biliyordum senin ne mal olduğunu ya! Ulan! Ben de sana bir oyun oynayayım da… dedi, arkasından haykırdı:
— Mustafa, gel hele!
Mustafa koşarak geri döndü. Hasan Kaptan elbiselerinin bulunduğu kıç tarafa doğru ilerlemiş, bir mum yakmış, cüzdanından paraları çıkarmış, sayıyordu.
— Al bakalım hakkını, dedi, üç lira da fazla. Şimdi defol!
Mustafa paraları aldı. Bu sefer:
— Hakkını helâl et, ağam! dedi.
Hasan Kaptan hırslı.
— Haram olsun, diye mırıldandı.
Mustafa hızlı hızlı uzaklaştı. Hasan Kaptan bir cıgara daha yaktı, uzakta ışığı hâlâ yanmakta olan bir yere sabit bir nazarla baktı. Bir şeyler mırıldandı. Alelacele giyindi. O ışığa doğru yürüdü. Burası nahiyenin polis merkeziydi. Bir masa başında bir muavinle, ayakta bir polis duruyordu. Hasan Kaptan içeriye, elinde tuttuğu büyücek bir para cüzdanını sallayarak girdi.
— Muavin bey, dedi, bizim kayıktaki gemici cüzdanı boşaltmış, kaçmış… Meydanlarda kimse yok.
Muavin:
— Ne kadar paran vardı?
— Vallahi!.. Otuz lira, eksik değil fazla… Ne olacak biz fakir insanlarız muavin bey!
— Merak etme Hasan Kaptan, nereye gidecek? Sabaha kalmaz yakalarız.
Deminki ayakta duran polis, bütün gece, ağaç altlarında Mustafa’yı aradı, bulamadı. Sabaha ilk vapura, bekçiyle beraber iskeleye koştular. Mustafa’yı orada, iskele tamirinden kalma bir kütüğün üstünde başı iki eli arasında düşünür buldular. Üstünde otuz lira otuz sekiz kuruş para çıktı. Paranın kaptana iade edildiğini, Mustafa’nın mahkemeye sevk edilmek üzere tevkifhaneye gönderildiğini gazeteler yazdı.
İşte Mustafa’nın hikâyesi budur. Bu hikâyeyi o iki satır içinde anlatır, cebinden bir gazete çıkararak isminin bulunduğu yeri gösterirdi.

18 Temmuz 1940
Sait Faik Abasıyanık
Medar-ı Maişet Motoru

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz