“Demek her şeyin başladığı yer burası!” Kazaklar – Lev Tolstoy:

Olenin, Rusya’nın merkezinden uzaklaştıkça, anılarının da kendisini bıraktığını hissediyor, Kafkasya’ya yaklaştıkça duyduğu rahatlık daha da artıyordu.
Ara da bir, “Oraya gittikten sonra, bir daha geri dönmesem… Yeniden insanların arasına karışmasam…” diye düşünüyordu. “Ama burada gördüklerim insan değil ki! Bunlardan hiçbiri beni tanımıyor, hiçbir zaman Moskova’ya gidip, geçmişimi öğrenemezler… Orada bulunanların da burada, bu insanların arasında yaşadıklarımı öğrenmeleri mümkün değil.”

Yolculuk boyunca karşılaştığı bu kaba yaratıkların arasından geçerken Moskova’daki dostlarıyla bu insanları asla aynı seviyede tutmadığını anladı. Hatta insandan bile saymadığı bu kişilerin arasındayken o zamana kadar hiç bilmediği bir özgürlük duygusu yaşıyordu. İnsanlar kabalaştıkça ve içinde uygarlık belirtileri azaldıkça, Olenin kendisini daha özgür, daha rahat hissediyordu.

Genç adamı, içinden geçmek zorunda olduğu Stavropol kenti hayal kırıklığına uğrattı. Binalardaki ilanlar, Fransızca yazılmış tabelalar, faytonlardaki kibar hanımlar, kentin meydanında duran kupa arabaları, pelerinli paltosu ve başında şapkasıyla bir beyefendinin bulvardan geçerken başını çevirip kızaktakilere dikkatle bakması ona üzüntü vermişti.

“Belki de bunların arasında, benim arkadaşlarımı tanıyan birileri vardır,” diye düşündü. Ve sonra aklına yine kulüp, terzi, iskambil oyunları, ışıklı salonlar geldi…

Stavropol’dan sonra her şey yolunda gitmeye başladı: Çevrede vahşi, kaba, savaşı çağrıştıran sert, ama buna rağmen olağanüstü bir güzellik vardı.

Olenin’in neşesi gittikçe artıyordu; karşılaştığı arabaların sürücüleri hep Kazak’tı, hepsi de ona oldukça basit görünüyordu. Bunlarla, kimin hangi rütbeye sahip, hangi sınıfa ait olduğunu düşünmek zorunda kalmadan rahatça şakalaşabilir, sohbete dalabilirdi. Bunların hepsi insan soyundandı, o sırada bütün insanlık Olenin’in içinde bilincinin derinliklerinden gelen bir sevgi uyandırıyordu; herkes ona karşı oldukça iyi davranıyordu.

Don Birlikleri’nin bulunduğu bölgeye geldikleri sırada, kızaktan inip basit bir arabaya binmişlerdi. Stavropol’u geçtikten sonra ise havanın sıcaklığı artmaya başlamıştı. Bu nedenle Olenin sırtındaki kürklü paltoyu çıkarma gereksinimi duymuştu.

Birden beklenmeyen bir bahar gelmişti, Olenin’e oldukça neşeli görünen bir bahar… Artık Kazak köylerinden kimsenin geceleri dışarı çıkmasına izin verilmiyor ve gece yapılacak yolculukların tehlikeli olduğu söyleniyordu.

Vanyuşa korkmaya başlamıştı, her zaman dolu olan tüfeği elinde arabanın önünde duruyor, her an ateş etmeye hazır bekliyordu. Olenin’in neşesi daha da artmıştı. Mola yerlerinden birinde, ana yolda işlenmiş korkunç bir cinayeti anlatmışlardı. Yolculukları boyunca sık sık silahlı adamlarla karşılaşmaya başlamışlardı.

Olenin kendi kendine: “Demek her şeyin başladığı yer burası!” diye söylendi. Devamlı sözü edilen o karlı tepeleri görmek için sabırsızlanıyordu.

Sonra Nogaylı bir arabacı akşama doğru kırbacıyla, bulutların altındaki dağları gösterdi. Olenin heyecanla arabacının gösterdiği yere baktı. Hava kapalıydı, bulutlar dağları yarı yarıya örtmüştü. Olenin kurşuni beyaz, kıvrım kıvrım bazı şekiller fark etmişti. Ancak bütün çabasına rağmen, bu gördüğü beyazlıklarda kendisine o kadar çok anlatılan, pek çok kitaptan tanıdığı bu dağlarda hiçbir olağanüstü güzellik bulamadı.

O zaman, bulutlarla dağların tepelerinin görüntüsü arasında hiçbir fark olmadığını, sürekli anlatılan o karlı dağların güzelliğinin de tıpkı Bach’ın müziği gibi, bir kadına karşı duyulan büyük aşk gibi bir yalan olduğunu düşündü; o, ne Bach’ın müziğine ne de aşka inanmıyordu. Bu nedenle “Dağları bir an önce görmek isteğinden…” vazgeçti.

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, kuşetinin üzerinde bir serinlik hissederek uyandı. İlgisiz bir halde sağa sola bakınırken, şaşırdı kaldı. Hava oldukça aydınlıktı, Olenin birden yaklaşık yirmi adım kadar ötede (daha doğrusu ilk anda ona öyle gelmişti) bembeyaz, oldukça yumuşak hatları olan kocaman kitleler gördü. En tepede incecik bir çizgi, belirgin bir halde dağları daha da yükseklerdeki gökten ayırıyordu. Olenin, kendisiyle dağların ve gökyüzü arasındaki uzaklığın ne kadar çok olduğunun farkına vardı; dağların ne kadar çok yüksek olduğunu anladı. Bu göz alabildiğine yükselen güzelliğin sonsuz derinliğini hissettiğinde birden bunun bir rüya, bir hayal olmasından korktu. Uyanmak için bir silkindi, dağların yeri yine değişmedi, o dağlar yine karşısındaydı…

— Bu ne, bu nedir? diye arabacıya sordu.

Nogaylı arabacı ilgisiz bir tavırla “Dağlar!” dedi. “Başka ne olabilir!”

Vanyuşa: “Ben de uzun süredir onlara bakıyordum,” dedi. “Bu olağanüstü bir güzellik! Evdekilere anlatmaya kalksam, inanmazlar.”

Troyka dümdüz yolda hızla kayarak ilerlerken, dağlarda, ufukta yeni doğan güneşin ışıkları altında pembeleşmiş tepeleriyle büyük bir hızla kayıyormuş gibi görünüyordu.

Dağlar, Olenin’i önce çok şaşırtmış, sonra da içinde bir sevinç dalgasına yol açmıştı. Daha önce gördüğü kara tepeli dağlara hiç benzemeyen, doğrudan doğruya, steplerden yukarı doğru fışkırmış gibi görünen, birbirlerine zincirleme bağlı, uzaklara doğru koşuyormuş hissi veren karlı tepelere baktıkça yavaş yavaş bu güzelliği içine sindirmeye, dağın ne demek olduğunun anlamını tam olarak kavramaya başladı. O andan itibaren, gördüğü, düşündüğü, hissettiği her şey onda yepyeni, tıpkı o dağlar gibi derin ve yüce bir anlam kazandı. Moskova’ya ilişkin bütün anılar, duyduğu utanç, pişmanlık ile birlikte Kafkasya’ya ait bütün hayaller de yok olup gitti, bir daha da hiç aklına gelmedi.

İçinden bir ses sanki zafer kazanmış gibi bir tavırla ona: “İşte, her şey şimdi başlıyor,” demişti.

Yol boyunca, uzaklarda bir çizgi halinde görünen Terek Irmağı, Kazak köyleri ve halk artık ona bir şaka değil, gerçekten varolan şeyler gibi görünüyordu… Bir kendisine, bir Vanyuşa’ya bakıyor, yine dağları anımsıyordu.

İki atlı Kazak işte yan yana gidiyordu. Tüfekleri sırtlarındaki kılıfların içinde durmadan sallanıyor, atların kurşuni, doru ayakları birbirine karışıyordu; onların arkasında da yine dağlar görünüyordu…

Terek ırmağının diğer kıyısındaki bir avul’da[1] bacalardan yükselen dumanlar görünüyordu. Onların arkasında da yine dağlar devam ediyordu… Güneş yükseliyor, kamışların arasında titreyerek akan Terek sularında parıltılı yansımalar oluşturuyordu, onun da gerisinde yine dağlar vardı…

Bir Kazak kasabasından gelmekte olan bir araba göründü… Yolda kadınlar, güzel genç kadınlar yürüyordu; onların da gerisinde yine dağlar görünüyordu…

Olenin: “Bozkırda Abrekler, yol kesip haraç alıyorlardır,” diye aklından geçirdi. “Buna rağmen, yoluma yine devam ediyorum, onlardan korkmuyorum. Tüfeğim, gücüm, gençliğim var… Ah! Yine o dağlar…”

Lev Tolstoy
Kaynak: Kazaklar 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir