ALBERT CAMUS: YÜZ YIL SONRA, YANİ YARIN, YENİDEN BAŞLAMAK GEREKECEK!

48

Hiç kuşkusuz, taşı yok etmek olanaksız. Yalnızca yeri değiştirilmektedir. Ne olursa olsun, kendisini kullanan insanlardan daha fazla sürecek. Şimdilik, eylem istemlerine destek olmakta. Bu bile yararsız kuşkusuz. Ama insanların işi de budur, nesnelerin yerini değiştirmektir: Ya bunu yapmayı seçmeli ya hiçbir şeyi. Belli ki Oranlılar seçmişler. Bu ilgisiz koy karşısında, daha yıllar süresince, kıyı boyunca taş yığıp duracaklar. Yüz yıl sonra, yani yarın, yeniden başlamak gerekecek. Ama bugün bu kaya yığınları aralarında dolaşan toz ve ter, maskeli insanlardan yana tanıklık ediyor. Oran’ın gerçek anıtları hâlâ taşları.

Anıtlar

Ekonomiye olduğu kadar doğaötesine de bağlı olan birçok nedenlerle, Oran biçeminin, böyle bir biçem varsa, Maison du Colon denilen yapıda güçlü ve açık olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Oran hiç de anıttan yoksun değildir. Kentin imparatorluk mareşalleri, bakanları, yerel koruyucuları vardır. Küçük, tozlu alanlarda karşılaşırsınız bunlarla, güneş gibi yağmura da boyun eğerler, onlar da taşa ve sıkıntıya dönmüşlerdir. Gene de dış katkıları simgelerler. Bu mutlu yabanıllıkta, uygarlığın üzücü izleridir bunlar.

Oran, tersine, sunaklarını ve gemi başı sütunlarını kendi başına yükseltmiştir. Oranlılar, tecimci kentin tam odağında, bu ülkeyi yaşatan sayısız tarım örgütleri için ortak bir yapı kurmaları gerekince, burada, kumun ve kirecin içinde, erdemlerinin inandırıcı bir imgesini: Maison du Colon’u kurmayı düşünmüşler. Yapıya bakarak karar vermek gerekirse, bu erdemlerin sayısı üçtür: beğenide gözüpeklik, şiddet tutkusu, bir de tarihsel bireşim duygusu. Tersine çevrilmiş bir kocaman kupayı canlandıran pastanın incelik gerektiren yapımında, Mısır, Bizans ve Münih el ele vermiş. Çatı en güçlü etkiyi yaratan çok renkli taşlarla çevrelenmiş. Bu mozaiklerin canlılığı öylesine inandırıcıdır ki, başlangıçta hiçbir şey görmez insan, biçimsiz bir göz kamaşmasından başka hiçbir şey algılayamaz. Ama, daha yakından, keskin bir dikkatle bakılınca, bir anlamları bulunduğu görülür: Kelebek düğümlü ve ak mantar miğferli, hoş bir sütunun önünde, eskil biçimde giyinmiş bir köle alayı saygıyla eğilir. Son olarak, yapı ve bezekleri bir dört yol ağzının ortasına, pislikleri kentin başlıca çekiciliklerinden birini oluşturan küçük, eski tramvayların geliş gidiş alanına yerleştirilmiştir.

Öte yandan, Oran, Armes Alanı’ndaki iki aslanına da çok bağlıdır. 1888’den beri, belediye merdiveninin iki yanında kurulup otururlar. Yapımcılarının adı Kabil’miş. Görkemli ve kısa gövdelidirler. Geceleri birbiri ardından oturtmalıklarından inip karanlık alanın çevresinde sessizce döndükleri, gerektikçe de büyük, tozlu incir ağacının dibine uzun uzun işedikleri anlatılır. Söylemek bile fazla, bunlar Oranlıların hoşgörüyle karşıladığı söylentilerdir. Ama inanılmaz şeylerdir.

Birtakım araştırmalara giriştim ya, Kabil’e fazla bir ilgi duyamadım. Yalnızca becerikli bir hayvan heykelcisi olarak ünlenmiş olduğunu öğrendim. Gene de sık sık düşünürüm onu. Oran’da kapıldığımız bir düşünce eğimidir bu. İşte cafcalı bir ad taşıyan bir sanatçı, önemsiz bir sanatçı. İddialı bir belediyenin önüne yerleştirdiği yumuşak huylu hayvanlarıyla kaç yüz bin insan içli dışlı olmuş. Bu da başarılı olmanın bir yolu. Hiç kuşkusuz, aynı türden binlerce yapıt gibi, bu iki aslan da yetenekten çok başka bir şeye tanıklık ediyor. İnsanlar, Gece Nöbeti, Aziz Francesco Vecd Halinde, Davud ya da L’Exaltation de la Fleur’ü (Çiçeğin Yüceltilmesi) de yaptılar. Kabil’se, deniz ötesi bir tecim kentinin alanına iki güleç hayvan dikmiş. Ama Davud bir gün Floransa’yla birlikte yıkılacak, aslanlarsa belki de yıkımdan kurtulacak. Bir kez daha, başka şeye tanıklık ediyorlar.

Bu düşünce kesinleştirilebilir mi? Bu yapıtın özelliği önemsizliği ve sağlamlığı. Tinin hiç etkisi yok, özdeğin etkisiyse çok. Bayağılık, bronz da işin içinde olmak üzere, her yoldan sürmek ister. Ölümsüzlük hakkı yadsınır, ama o her gün alır bu hakkı. Durasızlık dediğimiz şey de bu değil midir? Ne olursa olsun, bu direşkenliğin de coşum veren bir yanı vardır, dersini de verir, Oran’ın anıtlarının ve Oran’ın kendisinin dersini. Günde bir saat, başka seferler arasında bir sefer, dikkatinizi önemli olmayana yöneltmeye zorlar sizi. Tin bu dönüşlerde yarar bulur. Biraz da sağlığıdır bu onun; sonra, onun da kesinlikle alçakgönüllülük anlarına gereksinimi bulunduğuna göre, öyle sanıyorum ki, bu alıklaşma olanağı ötekilerden daha iyi. Kalımsız olan her şey sürmek ister. Öyleyse her şey sürmek ister diyelim. İnsan yapıtlarının başka hiçbir anlamı yoktur ve bu açıdan, Kabil’in aslanlarının şansı Angkor yıkıntılarının şansına eşittir. Bu da insanı alçakgönüllülüğe yöneltir.

Oran’ın başka anıtları da vardır. Ne de olsa onlara bu adı vermek gerekir; öyle ya, onlar da kentlerinden yana tanıklık eder, belki daha da anlamlı bir biçimde. Bu anıtlar bugün onlarca kilometre üzerinde kıyıyı kaplayan büyük çalışmalar. İlke olarak, körfezlerin en ışıklısını dev bir limana dönüştürmek söz konusu. Gerçekte, insan için bu da taşla boy ölçüşmenin bir yolu.

Kimi Felemenkli ustaların tablolarında, hayran kalınacak ölçüde zengin bir izleğin ısrarla yeniden belirdiği görülür: Babil Kulesi’nin yapımı. Ölçüsüz görünümlerdir bunlar, göğe tırmanan kayalar, işçilerin, hayvanların, merdivenlerin, görülmedik makinelerin, iplerin, koşumların kaynaştığı dik bayırlar. Ayrıca, insan yalnızca şantiyenin insandışı büyüklüğünü ölçtürtmek için buradadır. Kentin batısında, Oran burnunda düşünülen de bu.

Uçsuz bucaksız eğimlere yapışmış durumda, yaylar, vagoncuklar, vinçler, küçücük trenler… Yakıcı bir güneşin tam altında, oyuncaklar gibi lokomotifler, düdük sesleri, tozlar, dumanlar arasında kocaman kitlelerin çevresinde dönüp durur. Gece gündüz, dağın dumanlar tüten gövdesi üzerinde bir karınca halkı çalışır da çalışır. Onlarca adam, yalıyarın böğrüne karşı aynı ip boyunca asılmış, karınları otomatik delicilerin sapına dayalı, günler boyunca boşlukta titrer durur, daha sonra tozlar ve homurtular içinde yuvarlanan koca koca kaya parçaları koparır. Daha ileride, yokuşların yukarısında vagoncuklar tersine çevrilir ve birden denize doğru boşaltılan kayalar, fırlayıp suyun içine yuvarlanır; her büyük kitleyi daha hafif bir sürü taş izler. Düzenli aralıklarla, gecenin bağrında, gün ortasında, patlamalar tüm dağı sarsar, denizi bile kaldırır.

“BUNCA AĞIR GÜZELLİK BİR BAŞKA DÜNYADAN GELİR GİBİ” ALBERT CAMUS’ÜN KALEMİNDEN CEZAYİR’İN ORAN KENTİ

İnsan, bu şantiyenin ortasında, taşa tam karşıdan saldırır. Bu çalışmayı olanaklı kılan katı tutsaklık hiç değilse bir an için unutulabilseydi, ona hayran olmak gerekirdi. Dağın bağrından koparılan bu taşlar, amaçlarında insana hizmet eder. İlk dalgalar altında birikir, yavaş yavaş yüzeye çıkar, en sonunda bir dalgakırana göre düzenlenir, hemen arkadan da insan ve makineyle dolar üstü, bunlar, her gün, açığa doğru ilerler. Hiç ara vermeden, kocaman çelik çeneler yalıyarın karnını karıştırır, oldukları noktada döner, fazla taşlarını gelip suya boşaltırlar. Burnun alnı eğildikçe, tüm kıyı ister istemez denize baskın çıkar.

Hiç kuşkusuz, taşı yok etmek olanaksız. Yalnızca yeri değiştirilmektedir. Ne olursa olsun, kendisini kullanan insanlardan daha fazla sürecek. Şimdilik, eylem istemlerine destek olmakta. Bu bile yararsız kuşkusuz. Ama insanların işi de budur, nesnelerin yerini değiştirmektir: Ya bunu yapmayı seçmeli ya hiçbir şeyi. Belli ki Oranlılar seçmişler. Bu ilgisiz koy karşısında, daha yıllar süresince, kıyı boyunca taş yığıp duracaklar. Yüz yıl sonra, yani yarın, yeniden başlamak gerekecek. Ama bugün bu kaya yığınları aralarında dolaşan toz ve ter, maskeli insanlardan yana tanıklık ediyor. Oran’ın gerçek anıtları hâlâ taşları.

Albert Camus
Kaynak: Yaz


Yaz, yapıtları arasında organik bağlantı ve bütünsellik ilkesine büyük önem veren Albert Camus’nün (1913-1960) Tersi ve Yüzü, Sürgün ve Krallık ve Düğün adlı kitaplarıyla birlikte birbiriyle ilişkili ya da bağımsız bir metinler çevrimi oluşturur. Doğaya, dağa, denize ve güneşe derinlemesine bir sevgi duymuş, kendisine bir sığınak, düşüncelerine bir yanıt aramış ve Akdeniz ışığında bütün yaşam felsefesinin imgesini bulmuş olan Albert Camus, Yazda Cezayir’in sıcak ve aydınlık doğasından Antik Yunan’ın ölçülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa’nın kapıldığı yıkıcı tutkuyu yalın olduğu kadar hayranlık uyandıran bir mantıkla yargılar ve ortaya çıkan Akdeniz bilinci Albert Camusnün mutluluk etikasını yaratır…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz