SHAKESPEARE’İ İLK OKUDUĞUMDA DUYDUĞUM ŞAŞKINLIĞI HİÇ UNUTAMAM
Bay E. Crosby’nin, Shakespeare’in emekçi halka yaklaşımı üzerine kaleme aldığı yazıyı okuyunca, Shakespeare ve yapıtları epeydir kafa yorduğum bir konu olduğu için, bütün Avrupa dünyasının bu konuda vardığı sonuçlara taban tabana ters düşen kendi düşüncelerimi söyleme isteği duydum. Shakespeare’e karşı duyulan bu genel tapınmaya bütünüyle karşı oluşumun sonucu olarak tekrar tekrar yaşadığım bütün o kendimle mücadeleyi, yaşadığım kuşkuları anımsayarak ve pek çok başka insanın da benzeri duyguları yaşadığını ya da yaşayabileceğini düşünerek, çoğunluğa ters düşen kanaatlerimi açıkça ve kanıtlarıyla belirtmemin yararlı olabileceği sonucuna vardım. Bunda, Shakespeare üzerine herkesinkine ters düşen düşüncelerimi ayrıntılarıyla ele aldığımda ulaştığım sonuçların bana büsbütün de önemsiz ve ilginçten uzak gelmemesinin bir payı olduğunu belirtmeliyim.
Shakespeare’le ilgili herkeste oluşan düşüncelerle uzlaşmayışım, rastlantısal bir ruh halinin ya da önümüzdeki konuyu ciddiye almayan bir yaklaşımın sonucunda değil, tam tersine, kendi düşüncelerimi Hıristiyan dünyanın bütün aydın insanlarının Shakespeare konusunda buluştukları, birleştikleri düşünceyle uzlaştırma konusunda yıllar süren sayısız girişimlerimin sonucunda oluşmuştur.
Shakespeare’i ilk okuma girişimimde duyduğum şaşkınlığı hiç unutamam. Büyük bir estetik haz duymayı bekliyordum. Onun en güzel, en başarılı yapıtları sayılan Kral Lear’i, Romeo ve Juliet’i, Hamlet’i, Macbeth’i birbiri ardına okudukça herhangi bir estetik haz duymak şurada dursun, karşı konulmaz bir iğrenti, can sıkıntısı ve şaşkınlık duydum: Bütün aydın dünyanın mükemmelliğin doruğu olarak gördükleri bu yapıtları beş para etmez, düpedüz berbat bulmakla ben mi bir delice bir tutum içindeydim, yoksa bütün bu aydın dünyanın Shakespeare’in yapıtlarına yükledikleri önem mi delice bir şeydi? Şaşkınlığımı büsbütün artıran bir başka şey de şuydu: Bütün biçimleriyle şiirdeki güzelliği her zaman bütün canlılığıyla duyumsayan ben, niçin bütün dünyanın dâhiyane bulduğu Shakespeare’in yapıtlarını beğenmemekle kalmıyor, bunları bir de iğrenç buluyordum? Uzun süre kendime inanamadım ve elli yıllık bir zaman dilimi içinde bu kanaatimi kontrol etmek için birkaç kez, mümkün olan bütün biçimlerinde –hem Rusça, hem İngilizce, hem de tavsiye üzerine Schlegel’in çevirisinden Almanca olarak– Shakespeare okumaya giriştim; dramlarını, komedilerini, başka yazılarını da kaç kez okuma girişimim oldu… ama her seferinde hep aynı şeyleri duydum: tiksinti, can sıkıntısı ve şaşkınlık. Şu anda yetmiş beşini devirmiş bir yaşlı adam olarak şu yazıyı yazmadan önce kendimi denetlemek adına Lear, Hamlet, Othello’dan tutun, bütün o “Henry’ler serisi”, Troilus ve Cressida, Cymbeline ve Fırtına’ya dek bütün Shakespeareleri bir kez daha okudum ve yine aynı duygulara kapıldım, yalnız bu kez şaşkınlığın yerini, Shakespeare’in büyük yazar, dâhi yazar olarak sahibi olduğu söz götürmez ünün, günümüzün yazarlarını onu taklit etmek zorunda bıraktığı, günümüzün okurlarının ve tiyatro seyircilerinin estetik ve etik bakışlarını çarpıttığı ve Shakespeare’de asla var olmayan birtakım değerleri varmış gibi göstermenin, bütün diğer yalanlar gibi büyük bir kötülük olduğu inancı almıştı.
Büyük çoğunluğun, Shakespeare’in yüceler yücesi bir yazar olduğuna inandıklarını ve benim bu yargılarımı okuduklarında bunlara asla inanmayacaklarını, hatta dikkate bile almayacaklarını biliyorum, ama yine de elimden geldiğince, Shakespeare’i büyük yazarlık, dâhi yazarlık şurada dursun, neden sıradan bir şeyler çiziktiren, orta karar bir yazar olarak bile görmediğimi açıklamaya çalışacağım.
Hemen bütün eleştirmenlerin üzerinde birleştiği ve tümünün de mükemmelliğin doruğunda bir yapıt olarak gördüğü en önemli oyunlarından birini alıyorum Shakespeare’in örnek olarak: Kral Lear’i.
“Lear trajedisi, Shakespeare’in bütün oyunları içinde haklı olarak göklere çıkarılmıştır.” diyor Doktor Johnson. “Herkesin dikkatini böylesine üzerine çeken, tutkularımızı böylesine coşturan ve merakımızı böylesine kamçılayan bir başka oyun daha yazılmamıştır herhalde.”
“Bu oyuna hiç değinmemek, üzerine hiçbir şey söylememek en doğru tutum olurdu,” diyor Hazlit, “çünkü söyleyebileceğimiz her şey yetersiz kalacağı gibi, oyun hakkında zihnimizde oluşan düşünceyi yansıtmaktan da uzak olacaktır. Bu oyunu betimlemeye ve tanımlamaya ya da onun ruhumuzda yarattığı etkiyi açıklamaya kalkışmak, tam anlamıyla haddini bilmezlik (mère impertinence) olacaktır. Ama her şeye karşın bir şeyler söylemek zorunda hissediyoruz kendimizi ve diyoruz ki, bütün Shakespeare oyunlarının en güzeli, insana en dokunanıdır (he was the most in carnest) bu oyun.”
“Özgünlük bütün Shakespeare oyunlarının ortak özelliği olmasaydı,” diyor Gallam, “bir başka deyişle, yapıtlarından birinin hepsinden daha özgün olduğunu söylemek, öbür yapıtlarına karşı bir haksızlık olmasaydı, Shakespeare dehasının en parlak biçimde kendini Lear’de gösterdiğini söylemekte sakınca görmezdik. Trajedinin doğru örneği olma açısından bu oyun Macbeth, Othello, hatta Hamlet’in gerisinde kalır, ama konusu öyle harika yapılandırılmıştır ki, bu oyunda da yukarıda adları verilen oyunlardaki insanüstü esin kendini gösterir”
Shelley de şöyle söylüyor: “Kral Lear, herhalde oyun sanatının dünya çapındaki en mükemmel örneğidir.”
Swinburry’nin dedikleri ise şunlar: “Shakespeare’in Arthur’u üzerine konuşmak istemezdim. Shakespeare’in bütün yapıtları içinde bir iki tip vardır ki, bunlar için ne söylense azdır. Cordelia bunlardan biridir. Cordelia’nın ruhlarımızda, yaşamlarımızda tuttuğu yeri anlatabilmek olanaksızdır. Bu tiplerin yüreklerimizde tuttukları yer gündelik yaşamın ışığının, gürültüsünün sızamayacağı son derece mahrem, son derece kuytu bir köşedir. Tıpkı insanoğlunun yarattığı yüce sanat katedrallerinin içinde, dünya âlemin gözüne, ayağına açık olmak için yaratılmamış şapeller gibi.”
“Lear c’est l’occasian de Cordelia,” diyor Victor Hugo, “La maternité de la fille sur le père; sujet profond; maternité vénérable entre toutes, si admirablement traduite par la légende de cette romaine, nourrice, au fond d’un cachot, de son père vieillard. La jeune mamelle près de la barbe blanche, il n’est point de spectacle plus sacré. Cette mamelle filiale, c’est Cordelia.
Une fois cette figure rêvée et trouvée, Shakespeare a créé son drame… Shakespeare, portant Cordelia dans sa pensée, a créé cette tragédie comme un Dieu, qui ayant une aurore à placer, ferait tout exprès un monde pour l’y mettre.”
“Lear’de Shakespeare, bakışlarıyla dehşet girdabını en derinlerine dek ölçmüş ve bu girdaba bakarken içinde en ufak bir ürperti, baş dönmesi duymamıştır.” diyor Brandes. “Çok büyük bir saygıya, perestişe benzer bir duygu sarıyor insanı bu tragedyanın eşiğinde: Tıpkı Capella Sistina’nın eşiğindeyken Michelangelo’nun resimleri karşısında kapıldığımız duyguya benzer bir duygu bu. Aradaki tek fark, burada bu duygunun daha acı verici, acının feryadının daha bir duyulur olması ve güzelliğin uyumunun umutsuzluğun uyumsuzluğuyla daha keskin bir biçimde bozulmasıdır.”
Lev Tolstoy
Sanat Nedir?
Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine I adlı bölüm | Türkiye İş Bankası Yayınları