GUSTAV JUNG ÇOCUKLUĞUNU ANLATIYOR: “HER ŞEY SUSAR, HERKES SONA YAKLAŞIR…”

ANNEMİN YOKLUĞUNU ÇOK ZOR KALDIRABİLDİM

Çocukluk dönemi
Doğumumdan (1875) altı ay sonra annemle babam, Konstanz Gölü’nün kenarındaki Kesswill’den, Ren Nehri’nin şelalelerinin olduğu yerin yamacındaki Laufen Sarayı’na ait rahip evine taşınmışlar.

İlk anılarım iki ya da üç yaşıma ait. Rahip evini, bahçeyi, çamaşırhaneyi, kiliseyi, sarayı, şelaleleri, Wörth Köşkü’nü ve zangocun avlusunu anımsıyorum. Bu anılar, bir sis denizinde her biri tek başına ve belli ki birbiriyle bağlantısız yüzen adacıklardan başka bir şey değiller.
Hayal meyal olsa da, yaşamımın belki de ilk anısı su yüzüne çıkıyor. Bir ağacın gölgesinde, bir çocuk arabasında yatıyorum. Güzel bir yaz günü; gökyüzü masmavi ve güneşin altın rengi ışınları yeşil yaprakların arasından süzülüyor. Arabanın gölgeliği açık bırakılmış. Kısa bir süre önce uyanmış ve günün güzelliğini algılamışım. Kendimi anlatılamayacak denli iyi hissediyorum. Güneşin yaprakların ve ağacın tomurcuklarının arasından nasıl pırıl pırıl parladığını görüyorum.

Başka bir anı: Evin batı bölümündeki yemek odamızda bir mama sandalyesinin üzerine tünemişim. İçine ekmek doğranmış ılık sütü kaşıklıyorum. Sütün hoş bir tadı ve kendine özgü bir kokusu var. Süt kokusunu ilk kez o zaman duyumsadım. Daha doğrusu o anda koklamanın bilincine vardım. Bu anı da artık çok gerilerde kaldı.

Bir tane daha: Güzel bir yaz gecesi. Teyzelerimden biri, “Sana bir şey göstereceğim,” diyerek beni evin önünden geçen Dachsen yoluna çıkarıyor. Alp Dağları uzakta, günbatımının gözalıcı kırmızısında parlıyor. Akşamüstü Alpler çok belirgindi. Teyzemin İsviçre lehçesiyle, “Oraya bak! Dağların tümü kızıl renkte,” dediğini hâlâ duyar gibiyim. İlk kez Alpler’e bilinçli baktım. Sonra da ertesi gün, köyün çocuklarının Zürich yakınındaki Uetliberg’e gezmeye götürüleceklerini söyledi. Ben de oraya gitmeyi öylesine istedim ki. Benim yaşımdakilerin katılamayacaklarını öğrenmek beni çok üzdü. Yapılacak bir şey yoktu. O günden sonra Uetliberg ve Zürich’i karla kaplı ışıltılı dağlara yakın, ulaşılması olanaksız bir düşler ülkesi olarak görmeye başladım.

Daha sonraki bir anı belirginleşiyor: Annem beni Konstanz Gölü’nün kenarında sarayı olan arkadaşlarını ziyarete götürüyor. Beni suyun kenarından ayıramıyorlar. Güneş suyun üzerinde ışıldıyor ve geçen geminin kıyıya vuran dalgaları suyun dibindeki kumu küçük dalgacıklara dönüştürüyor. Göl uçsuz bucaksız. Suyun bu kadar büyük bir yer kaplaması bana anlaşılmaz bir zevk veriyor ve hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım denli görkemli geliyor. O anda, göl kenarında yaşamam gerektiğine ve insanın su olmadan var olamayacağına karar veriyorum.

Başka bir anı: tanımadığım insanlar, koşuşturma, heyecan. Hizmetçi koşarak geliyor ve, “Balıkçılar bir ceset bulmuşlar. Şelaleden aşağıya sürüklenmiş. Çamaşırhaneye koymak istiyorlar,” diyor. Babam da, “Olur olur,” diye yanıt veriyor. Hemen cesedi görmek istiyorum. Annem beni sertçe çekiyor ve bahçeye çıkmama izin, vermiyor. Adamlar gidince çamaşırhaneye gitmek için gizlice bahçeye çıkıyorum ama çamaşırhanenin kapısı kilitlenmiş. Evin arkasına dolanıyorum. Orada yamaçtan aşağıya dökülen suların aktığı açık bir oluk vardı. Oradan kan ve suyun sızdığını görüyorum. Bu çok ilgimi çekiyor. O zamanlar henüz dört yaşında bile değilim.

Bir resim daha: Ateşim var, huzursuzum, uyuyamıyorum. Babam beni kollarına almış, öğrencilik yıllarının şarkılarını söyleyerek odada dolaştırıyor. Çok hoşuma giden ve beni rahatlatan birini özellikle anımsıyorum. “Her şey susar, herkes sona yaklaşır…” gibi bir şeydi başlangıcı. Babamın gecenin sessizliğinde duyulan sesini bugüne dek unutmadım.
Annemin bana daha sonraları söylediğine göre tüm bedenimi egzama sarmış. Evliliklerinin üzerine kara bulutların çökmeye başladığını sezinlemek beni huzursuz ediyordu. Sanırım hastalığım, 1878 yılında annemle babamın geçici bir süre için ayrılmalarıyla bağlantılıydı. Annem Basel’de bir hastanede birkaç ay kaldı ve büyük bir olasılıkla, hastalanmasının nedeni evliliğinin getirdiği zorluklardı. O sırada bana annemden aşağı yukarı yirmi yaş büyük bir teyzem baktı. Annemin yokluğunu çok zor kaldırabildim. O günden sonra da, “sevgi” sözcüğünü hep kuşkuyla karşıladım. Uzun bir süre “kadın” sözcüğü de bana, doğal saydığım “güvenilmez”i çağrıştırdı. Buna karşın “baba” sözcüğü de “güvenilir”i ve güçsüzlüğü. Böyle bir olumsuzluktan yola çıktım. Daha sonraları, bu ilk izlenimler tersine döndü. Erkek arkadaşlarıma güvendim ve hayal kırıklığına uğradım. Kadınlara güvenmedim ama hayal kırıklığına da uğramadım.

Annemin yokluğunda bana hizmetçimiz baktı. Beni kucağına alıp başımı omzuna koyuşunu hâlâ anımsıyorum. Annemden oldukça farklıydı. Saçları siyahtı, teni de koyu. Bugün bile saçının çizgisini, koyu tenli boynunu ve kulağını görür gibiyim. Tüm bunları, bana hem çok yabancı hem de çok yakınmış gibi algılardım. O bana, ailemden çok bana yakınmış ve her nasılsa, çözemediğim bazı gizemlerle ilgisi varmış gibi gelirdi. Bu tür kızlar daha sonraları anima’mın bir parçası oldular. İlettiği uzaklık duygusuna karşın onu hep tanıdığım duygusuna kapılmam bu türün bir özelliğidir. Bu izlenim daha sonraları benim için kadınlığın tüm özünü simgeleyen bir sembole dönüştü.

Annemle babamın ayrıldığı dönemle ilgili bir anım daha var: Masmavi bir güz gününde, sarışın mavi gözlü, çok hoş bir genç kız beni Ren Nehri’nin kenarındaki altın renkli akça ve kestane ağaçlarının altında gezdiriyor. Wörth Köşkü’nün yakınında, şelalelerin olduğu yerde dolaşıyoruz. Yeşilliklerin arasından güneş ışıldıyor. Yeri sarı yapraklar kaplamış. Daha sonraları bu kız benim üvey annem oldu. Babama hayrandı. O günden sonra onu yeniden gördüğümde yirmi bir yaşındaydım.

Bunlar benim dış dünyayla ilgili anılarım. Bundan sonrakiler daha güçlü, daha baskın olanlar. Bazılarını çok iyi anımsayamıyorum. Örneğin, merdivenden aşağıya yuvarlanmam var. Bir de düşüp sobanın bacağına çarpmam. Kanı, acıyı ve bir doktorun başımdaki yarığı dikmesini anımsıyorum. Yara izi lise son sınıfa kadar kaldı. Annem bana Neuhausen’e giderken Ren Nehri’nin şelaleleri üzerindeki köprüde olanları anlatmıştı. Durup dururken düşmüşüm ve bir bacağım korkulukların altına kaymış. Aşağıya düşmeme ramak kalmışken hizmetçi yakalayıp çekmiş. Bilinçsizce yapılan bu davranışların nedeni intihar dürtüsü ya da bu dünyadaki yaşama ölümcül bir direnme olabilir.

O zamanlar geceleri ne olduklarını çözemediğim korkularım olurdu. Evin içinde bir şeylerin yürüdüğünü duyardım. Ren şelalelerinin boğuk sesi hiç kesilmezdi. Dört bir yanım tehlikeyle dolu olurdu. Boğulanlar olur, bir ceset kayaların üzerinden aşağıya düşerdi. Yakındaki mezarlıkta zangoç bir çukur kazar, altüst edilmiş kahverengi toprak yığınları oluşurdu. Redingot giymiş, upuzun şapkalı, parlatılmış siyah ayakkabılı, siyahlar içinde ciddi adamlar kara bir kutu getirirlerdi. Babam da rahip cüppesini giyer, orada hazır bulunur, konuşurken sesi yankılanırdı. Kadınlar ağlarlardı. O deliğe birinin gömüldüğünü söylerlerdi bana. Daha önceleri orada burada karşılaştığım insanlar ansızın yok olurlardı. Sonra da onların gömüldüğünü ya da Hz. İsa’nın onları yanına çağırdığını söylerlerdi.

Annem bana, her gece söylemek zorunda olduğum bir dua öğretmişti. Gecenin getirdiği, ne olduğunu tam bilemediğim güvensizliklerden biraz kurtulup rahatlamamı sağladığı için bu duayı seve seve okurdum:
Aç iki kanadını da
Sevincimin kaynağı İsa,
Sar bu civcivi kanatlarınla.
Şeytan onu yutmaya kalkarsa,
Bırak, şarkı söylesin melek:
Bu çocuk zarar görmesin, diye.

Hz. İsa, saraydaki Herr Wegenstein gibi güçlü, zengin ve iyi biriydi. Geceleri çocuklara göz kulak oluyordu. Kuşlar gibi kanatları olması biraz akıl karıştırıyordu ama fazla kafa yormaya da gerek yoktu. Düşünmeye değer daha önemli bir nokta, civcivlere benzetilen çocukları İsa’nın neden acı bir ilacı almak zorunda kalırcasına istemeye istemeye “yanına almasıydı”. İşte bunu anlayabilmek olanaksızdı. Oysa Şeytan’ın civcivleri sevdiğini ve onları yemesini önlemek gerektiğini hemen anlamıştım. Demek ki Hz. İsa tatlarından pek hoşlanmasa da, Şeytan kapmasın diye onları yiyordu. Savım, bu noktaya kadar beni rahatlatmasına rahatlatıyordu ama şimdi de Hz. İsa’nın başka insanları da aldığını duyuyordum. Onları alması demek de topraktaki bir çukura koyması demekti.

Bu uğursuz benzetme çok kötü bir sonuç verdi. Hz. İsa’ya pek güvenmemeye başladım. Huzur veren, iyilik dolu kocaman bir kuş olmaktan çıkıp kara kutuyla uğraşan ve somurtan siyah ayakkabılı, silindir şapkalı, frak giymiş kara adamlarla özdeşleşir oldu.
Bunları düşünmekten, sonunda bile bile ilk baygınlığımı geçirdim. Sıcak bir yaz günü her zamanki gibi evin önündeki yolda oturmuş, tek başıma kumda oynuyordum. Yol evin önünden geçtikten sonra yukarıya doğru kıvrılır ve tepelere doğru gözden kaybolurdu. Evden yolun yalnızca bir bölümünü görebilirdiniz. Yukarıya doğru baktığımda koruluktan aşağıya, olağanüstü geniş bir şapka takmış, uzun siyah giysiler içinde birinin inmekte olduğunu gördüm. Kadın giysileri giymiş bir erkeği anımsatıyordu. Ağır ağır yaklaşıyordu. Yerlere dek inen siyah giysilere bürünmüş bir adam olduğunu gördüğümde korkuya kapıldım. Onu tanıyınca da korkum dehşete dönüştü. “Bu bir Cizvit’ti!” Kısa bir süre önce babamla, onu ziyarete gelen bir meslektaşının, Cizvitlerin gizli kapaklı işler peşinde olduklarını konuştuklarını duymuş, babamın yarı kızgın yarı korkulu ses tonundan Cizvitlerin babamı bile ürkütecek denli tehlikeli olduklarını anlamıştım. Kuşkusuz Cizvit’in ne demek olduğunu bilmiyordum ama “İsa” sözcüğünü dualardan biliyordum.

(…)

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz