MAKSİM GORKİ: GERÇEK, ACIMA DUYGUSUNDAN ÜSTÜNDÜR!

Benim gözümde yoksullar korkulacak, tehlikeli insanlar değildi

Dedem evi bir anda meyhaneciye sattı, Kanatnaya Sokağı’nda çok eski, her yanını otlar bürümüş, temiz, sakin başka bir ev satın aldı. Ev doğrudan tarlalara bakıyordu, alaca boyalı, küçük, alçak bir sıra evin arasındaydı.

Yeni evimiz öncekinden daha güzel, daha sevimliydi. Ön cephesi sıcak, sakin koyu kırmızı boyalıydı. Üç penceresinin mavi panjurları, tavan arasının penceresinin tek kanatlı parmaklığı pırıl pırıldı. Çatının sol yanını bir ıhlamur ağacı pek güzel örtmüştü. Avluda da, bahçede de, sanki özellikle saklambaç oyunu için uygun, çok yer vardı. Sık ağaçlı, hoş bir biçimde karışık bahçe özellikle çok güzeldi. Bir köşesinde küçük, oyuncak gibi bir banyo; öbür köşesinde büyük, oldukça derin bir çukur vardı. Bu çukur yabani otla kaplıydı, içinde de yanan eski banyonun kalın direkleri dimdik duruyordu. Bahçenin sol yanında Albay Ovsyannikov’un at ahırının duvarı; sağ yanında ise Betleng’in binası vardı. Bahçe daha aşağıda da, sütçü kadın Petrovna’nın arazisiyle sınırdaştı. Petrovna şişman, kırmızı yüzlü, gürültücü, kilise çanını andıran bir kadındı. Yere iyice oturmuş harap, karanlık, her yanını yosun kaplamış küçük evinin iki penceresi derin hendeklerle, uzaklarda ormanın ağır, mavi sisiyle kaplı tarlalara pek hoş bakıyordu. Tarlalarda askerler gün boyu dolaşıyor, bir yerden bir yere koşuyorlardı; kılıçları sonbahar güneşinin yatay ışığında beyaz şimşekler gibi parlıyordu.

Evde hiç görmediğim bir sürü insan vardı. Holün yarısında Tatar bir asker ufak tefek, şişman karısıyla kalıyordu. Kadın sabahtan akşama kadar durmadan bağırıyor, kahkahalar atıyor, süslü gitarıyla bir şeyler çalıyor, sık sık coşkulu şarkılar söylüyordu:
Tek kızı sevmek yetmiyor,
Başka bir tane daha bulmalı!
Bul öylesini.
Bir ödül bekliyor seni
O doğru yolda!
Ah, tatlı ödülüm benim!
Top gibi yuvarlak bir asker pencerenin önünde oturuyor, mavi yüzünü şişiriyor, kırmızı gözlerini neşeyle parlatarak durmadan çubuğunu tüttürüyor, köpek havlamasına benzeyen bir sesle tuhaf tuhaf öksürüyordu:
“Vuh, vuh-vuh-hh…”
Mahzenin üzerindeki sıcak ek binada ve at ahırında iki yük arabası sürücüsü kalıyordu: Kır saçlı Pyotr Amca ile onun yumuşak dilli, yüzü kırmızı bakır tepsiye benzeyen dilsiz yeğeni Stepa ve asık yüzlü, uzun boylu Tatar emir eri Valey. Bunların hepsi tanımadığım, yeni, paralı insanlardı.

Ama beni kendine en çok çeken, evde pansiyoner olarak kalan İyi İş’di. Mutfağın yanındaki, biri bahçeye, biri avluya bakan iki pencereli, uzun arka odayı kiralamıştı.
Zayıf, hafif kambur bir adamdı İyi İş. Ortadan ikiye ayrılmış siyah sakalı, beyaz yüzü, gözlüklü hoş gözleri vardı. Pek konuşkan değildi, kendi halinde bir insandı; yemeğe veya çaya her çağrıldığında her zaman şöyle derdi:
“İyi iş.”
Büyükannem yüzüne karşı da, arkasından da onun için hep böyle diyordu.
“Alekseyciğim, İyi İş’e seslen, çaya gelsin! İyi İş, siz neden bu kadar az yiyorsunuz?”
Odası birtakım sandıklarla, ülkemizde yayımlanmış, daha önce hiç görmediğim kalın kitaplarla doluydu. Odanın her yanında değişik renkte sıvı dolu şişeler, bakır, demir parçaları, kurşun çubukları vardı. Sabahtan akşama kadar koyu sarı bir ceketle, ekoseli gri bir pantolonla, eli yüzü pis kokan değişik boyalar içinde, saçı başı karışık, dolaşıyor; odasında beceriksizce kurşun kaynatıyor, birtakım bakır levhaları birbirine lehimliyor, küçük terazisinde bir şeyler tartıyor, kendi kendine mırıldanıyor, parmakları yanınca telaşla ellerine üflüyor, ayaklarını sürterek duvardaki krokilere gidiyor, gözlüğünün camlarını siliyor, ince, düz yüzünü kâğıda neredeyse sürterek tuhaf burnuyla onları kokluyordu. Kimi zaman da odanın orta yerinde birden duruyor ya da pencerenin önünde gözleri kapalı, yüzü yukarıda, kıpırdamadan, sessiz, uzun süre öylece dikiliyordu.

Ambarın çatısına çıkıp avlunun ötesinden ona bakıyordum. Odasının açık penceresinden görüyordum onu. Masanın üzerinde siyah ispirto ocağının mavi alevi görünüyordu. Yırtık bir deftere bir şeyler yazıyordu, gözlükleri soğuk, buz gibi mavimsi parlıyordu. Bu adamın büyücü işine benzeyen çalışması saatlerce çatıda tutuyordu beni, dayanılmaz bir merak uyandırıyordu bende.

Bazen, elleri arkasında, pencerenin önünde, bir çerçevedeymiş gibi dururken doğrudan çatıya bakıyordu, ama beni görmüyordu sanki ve bu çok gururuma dokunuyordu. Sonra birden dönüp masaya gidiyordu, üzerine iyice eğilip orada bir şeyler aramaya başlıyordu.
Daha zengin, iyi giyimli biri olsaydı korkardım ondan gibi geliyordu bana ama pek zengin sayılmazdı, yoksul sayılırdı: Ceketinin yakasının arkasından gömleğinin buruşuk, kirli yakası görünüyordu; pantolonu lekeli, yamalıydı, ayağında eski terlikler vardı. Benim gözümde yoksullar korkulacak, tehlikeli insanlar değildi. Büyükannemin böyle insanlara karşı davranışı ve dedemin küçümser tavrı farkına varmadan inandırmıştı beni buna.
İyi İş’i evde kimse sevmiyordu. Herkes alayla söz ediyordu ondan. Askerin her zaman neşeli karısı “tebeşir burun” diyordu, Pyotr Amca “eczacı” ve “üfürükçü”, dedem “büyücü”, “dinsiz”…
Bir gün sordum büyükanneme:
“Ne yapıyor o adam?”
Büyükannem sert cevap verdi:
“Seni ilgilendirmez, kes sesini…”
Bir keresinde cesaretimi toplayıp penceresinin dibine gittim, heyecanlı olduğumu gizlemeye çalışarak sordum:
“Sen ne yapıyorsun?”
Ürperdi, gözlüğünün üzerinden uzun uzun baktı bana, yara, yanık içinde elini uzatıp, “Yukarı gel…” dedi.
Yanına kapıdan değil de pencereden girmemi önermesi gözümde daha da yüceltti onu. Sandığın üzerine oturdu, beni ayakta önüne aldı, itip sonra tekrar yanına çekti, sonunda alçak sesle sordu:
“Kimin nesisin sen?”
Çok tuhaf bir soruydu bu: Günde dört kez mutfakta yemek masasında onun yakınında bir yerde oturuyordum!
“Ev sahiplerinin torunu…” dedim.
Parmağına bakarak, “Ya, demek öyle,” diye karşılık verdi.
Ve sustu.
“Ama soyadım Kaşirin değil, Peşkov’dur.
İkircikli bir şekilde “Peşkov, ha?” diye tekrarladı. “İyi iş…”
Kenara itti beni, ayağa kalktı, masaya gitti.
“Neyse, hadi rahat otur…” dedi.
Oturdum, mengeneye sıkıştırdığı bir bakır parçasını eğelemesini uzun uzun izledim. Eğeden dökülen altın rengi toz mengenenin altındaki kartona dökülüyordu. Sonra bu tozu avucuna alıp bir tasa boşalttı, üzerine küçük bir şişeden tuz gibi beyaz bir toz ekledi, siyah bir şişeden sıvı bir şey döktü, tastan cızırtılı sesler, duman çıkmaya başladı, burnuma keskin bir koku geldi, öksürmeye başladım, başım dönüyordu. Ama o, büyücü, yaptığıyla övünüyormuş gibi sordu bana:
“Çok iğrenç kokuyor, değil mi?”
“Evet!”
“İşte bu! Çok güzel bir şey bu, kardeşim!”
“Adamın övündüğü şeye bak!” diye geçirdim içimden. Kararlı bir tavırla sordum:
“İğrenç olduğuna göre güzel değil, kötüdür…”
Göz kırparak, “Ne diyorsun sen?” dedi. “Her zaman öyle değildir! Aşık oynuyor musun sen?”
“Kemikle mi?”
“Evet, aşık kemiğiyle, oynuyorsun, değil mi?”
“Evet.”
“Sana dökme bir aşık yapmamı ister misin?”
“İsterim.”
“Tamam, al sana bir aşık.”
Elinde duman çıkan tasla tekrar yanıma geldi. Tek gözüyle tasın içine bakıyordu. Şöyle dedi:
“Sana içecek bir şey hazırlayacağım, ama bir daha buraya gelmeyeceksin, tamam mı?”
Bu sözü gururuma dokundu.
“Bir daha gelmeyeceğim…” dedim.
Bahçeye gittim. Kırgındım. Dedem bahçede elma ağaçlarının dibine gübre koyuyordu. Güz sona ermek üzereydi, yapraklar çoktan dökülmeye başlamıştı.
Dedem bağ makasını bana uzatıp, “Hadi bakalım, ahududuları buda,” dedi.
Sordum ona:
“Dede, İyi İş ne yapıyor?”
Sert karşılık verdi dedem:
“Odayı berbat etmekten başka bir şey yaptığı yok. Döşemeyi yaktı, duvar kâğıtlarını kirletti, yırttı… Söyleyeceğim ona, başka bir yere taşınsın!”
Kurumuş ahududu dallarını keserken hak verdim dedeme:
“İyi edersin.”
Ama bunu bir an önce yapması için sabırsızlanıyordum.
Dedem yağmurlu akşamlar bir yere gittiğinde büyükannem mutfakta son derece ilginç toplantılar düzenliyor, kiracıları, arabacıları da, emir erini de çaya davet ediyordu. Gürültücü kadın Petrovna da sık sık geliyordu. Bazen, askerin neşeli karısının geldiği de oluyordu. O her zaman sobanın yanında köşede oturuyordu. İyi İş ise kıpırdamadan, sesini çıkarmadan, sandalyede dimdik oturuyordu. Dilsiz Stepa ise Tatar askerle kâğıt oynuyor, asker dilsizin yassı burnuna sık sık kâğıtlarla vurup şöyle diyordu:
“Ah, seni Şeytan!”
Pyotr Amca kocaman bir beyaz ekmek parçası ve çömlekte “meyve çekirdeği” reçeliyle geliyor, ekmeği parçalıyor, bol bol reçele banıp bu lezzetli lokmaları, avucunda tutarak öne eğilip herkese veriyordu. Elinden lokmayı aldıklarında, siyah avucuna dikkatle baktığında orada bir damla reçel kaldığını görünce reçeli diliyle yalarken yumuşak bir sesle şöyle diyordu:
“Afiyet olsun, efendim!”
Petrovna şişede vişne likörüyle geliyordu, neşeli kadın ise ceviz ve şekerlemeyle. Büyükannemin pek sevdiği, haz duyduğu ziyafet bütün heyecanıyla başlıyordu.
İyi İş’in bir daha odasına gitmemem için bana rüşvet önermesinden sonra büyükannem bir akşam gene böyle bir toplantı düzenlemişti. Dinmek bilmeyen bir sonbahar yağmuru yağıyor, rüzgâr hafiften uğulduyor, ağaçlar, çıplak dallarını duvara sürterek hışırdıyordu. Mutfak sıcak, rahattı, herkes birbirine yakın oturmuştu; nedense, herkes pek sessiz, sakindi. Büyükannem de pek seyrek olduğu gibi, bol bol, birbirinden güzel masallar anlatıyordu.

Sobanın bir köşesinde, ayaklarını sedire uzatmış, konuklara doğru hafifçe eğilmiş oturuyordu. Teneke kandilin ışığı vuruyordu ona. Büyükannem içinden masal anlatmak geldiğinde her zaman sobanın kenarında öyle otururdu.
“Yukarıdan anlatmam gerekiyor,” derdi. “Ama böyle daha iyi!”
Ben geniş sedirde onun ayaklarının yanına, İyi İş’in neredeyse başının üzerinde oturuyordum. Büyükannem Savaşçı İvan ile Münzevi Miron’un masalını anlatıyordu. Canlı etkileyici sözcükler dökülüyordu ağzından:
Bir zamanlar Gordion adında hain bir savaşçı vardı,
Kapkaraydı ruhu, vicdanı taş gibi;
Gerçekleri yadsır, insanlara eziyet ederdi,
Kukumav kuşunun bir oyukta yaşadığı gibi yaşardı.
En çok münzevi ihtiyar Miron’dan,
Sakin gerçeğin savunucusu,
Korkusuz, sakin bir dünyanın savunucusu Miron’dan
Nefret ederdi Gordion.
Sadık adamı, kahraman savaşçı İvan’a seslenmiş:
“Git, İvancığım, öldür o ihtiyarı,
Çok kibirli ihtiyar Miron’u!
Git, kafasını kes,
Beyaz sakalından tutup,
Getir bana, köpeklere atacağım başını!”
Söz dinleyip gitmiş İvan.
Yolda üzgün, düşünmüş İvan:
“Gitmeyeceğim oraya, başka ihtiyaçlarım var benim!
Demek efendim yalnızca bunu veriyor bana!”
Keskin kılıcını döşemenin altına saklamış İvan,
Münzevi ihtiyara gidip
Yerlere kadar eğilerek selamlamış ihtiyarı:
“Sağlığın yerinde mi, dürüst ihtiyar?
Tanrı nasıl yardım ediyor sana?”
Basiret sahibi ihtiyar adam gülmüş,
Bilge dudaklarından şöyle dökülmüş:
“Gerçeği gizlemek yeter artık, İvancığım!
Tanrı her şeyi biliyor,
İyi de, kötü de onun elindedir!
Bana neden geldiğini biliyorum!”
Münzevi bu ihtiyardan utanmış İvan,
Ama kendisine söyleneni yapmamaktan da korkuyormuş.
Deri kılıfından bıçağını çıkarmış,
Ağzını geniş eteğine silmiş.
“Seni öldürmek için geldim buraya, Miron.
Kılıcımı görmeni istemedim.
Şimdi Tanrı’ya dua et,
Son kez dua et,
Kendin için, benim için, bütün insanlar için,
Sonra kafanı keseceğim!..”
İhtiyar Miron yere diz çökmüş.
Bir meşe fidanının altında yere diz çökmüş.
Meşe fidanı da onun önünde eğilmiş.
Gülümseyerek şöyle demiş ihtiyar:
“Oy, İvan, durma, hadi!
Bütün insanlar için dua etmek uzun sürer!
Boşuna oyalanmaman için,
İyisi mi, hemen öldür sen beni!”
O zaman yüzünü öfkeyle ekşitmiş İvan,
Bir aptal gibi övünmüş:
“Hayır, laf ağızdan bir kez çıkar!
Duanı et sen, yüzyıl da sürse, bekleyeceğim!”
İhtiyar akşama kadar usul usul dua etmiş,
Akşamdan şafak sökene kadar dua etmiş,
Şafak sökmesinden gece geç vakte kadar dua etmiş,
Yaz başından ilkbahara kadar tekrar dua etmiş.
Yıllarca dua etmiş Miron
Meşe fidanı büyümüş, büyümüş, bulutlara kadar uzanmış,
Fidanlar bir orman oluşturmuş.
Ama kutsal dua hâlâ bitmiyormuş!
Günümüzde hâlâ devam ediyor:
İhtiyar hâlâ ağlayarak dua ediyormuş,
Tanrı’dan insanlar için yardım diliyormuş.
Meryem Ana bundan çok hoşlanıyormuş,
Savaşçı İvan da orada duruyormuş,
Kılıcı çoktan çürümüş, toz olmuş.
Dökme demir silahlarını pas yemiş bitirmiş.
Güzelim giysileri bütünüyle erimiş,
Yazlarda da, kışlarda da çıplak, dikiliyormuş ayakta,
Sıcaklar kavuruyormuş onu, ama yakmıyormuş,
Sinekler kanını emiyormuş, bitiremiyormuş,
Ayılar, kurtlar dokunmuyorlarmış ona,
Fırtınalar, dondurucu soğuklar onun için değilmiş,
Yerinden kıpırdayacak gücü yokmuş,
Kolunu kaldıracak, bir sözcük söyleyecek…
Böyle bir ceza verilmiş ona işte:
Kötü emre uymamış,
Başkasının vicdanının arkasına sığınmamış!
Ama ihtiyar adamın biz günahkârlar için ettiği dualar,
Hâlâ ulaşıyor Tanrı’ya,
Tıpkı, okyanusa ulaşan ırmaklar gibi!
Büyükannem daha masalın başındayken, İyi İş’in sanki huzursuz olduğu gözümden kaçmıyordu: Tuhaf, endişeli bir biçimde elleriyle birtakım hareketler yapıyor, gözlüğünü çıkarıp takıyor, masalın şarkılı sözcüklerine uyumlu olarak gözlüğünü sallıyor, başını eğiyor, elleriyle bastırarak gözlerini ovuşturuyor, çok terlemiş gibi alnını, yanaklarını avuç içleriyle siliyordu. Dinleyicilerden biri şöyle bir kıpırdandığında, öksürdüğünde, ayaklarını birbirine vurduğunda kiracı sertçe uyarıyordu onu:
“Şişşt…”
Bir akşam masal bitip büyükannem susunca o birden ayağa fırladı, elini kolunu sallayarak tuhaf bir biçimde fır fır dönerek homurdanmaya başladı:
“Size bir şey söyleyeyim mi, çok ilginç bir şey bu, kesinlikle yazmak gerekir bunu, kesinlikle! Bu çok inandırıcı, bizim…”
Ağlıyordu, gözleri dolu doluydu. Tuhaf, çok acınacak bir durumu vardı. Mutfağın içinde beceriksizce zıplayarak komik bir biçimde koşturup duruyor, gözlüğünü burnunun dibinde sallayarak takmaya çalışıyor, telini bir türlü kulağının arkasına takamıyordu. Pyotr Amca ona bakarak gülüyordu, herkes bozulmuş gibi susuyordu. Büyükannem telaşla, “Yazmak istiyorsanız, yazın,” dedi, “bu günah bir şey değil ki… Hem böyle çok masal biliyorum ben…”
Adam heyecanla yükseltti sesini:
“Hayır, özellikle bunu yazmalı. Çok Rus kokuyor bu.”
Ve birden put gibi durup kaldı mutfağın ortasında; sağ kolunu havada sallayarak yüksek sesle konuşmaya başladı, sol elinde de gözlüğü titriyordu. Heyecanlı, bağırarak, ayağını yere vurarak, sık sık aynı sözcükleri tekrarlayarak uzun süre konuştu.
“Evet, başkasının vicdanıyla yaşamak olmaz, evet, evet!”
Sonra birden sesi kesildi, sustu, tek tek herkesin yüzüne baktı, sessizce, suçlu gibi, başı önünde, çıkıp gitti mutfaktan. Mutfaktakiler gülümsüyor, mahcup olmuş gibi bakışıyorlardı. Büyükannem sobanın üzerinde karanlık köşeye çekilmiş, orada derin derin soluyordu.
Petrovna kırmızı, dolgun dudaklarını avuç içiyle silerken sordu:
“Adam bir şeye kızdı gibi?”
Pyotr Amca, “Hayır,” dedi. “O her zaman böyledir…”
Büyükannem sobanın üzerinden indi, sessizce semaveri yakmaya koyuldu. Pyotr Amca ise hiç acele etmeden şöyle diyordu:
“Erkekler hep böyle kaprisli olurlar!”
Asker canı sıkkın, homurdandı:
“Bekâr erkekler her zaman aptallık ederler!”
Buna herkes güldü, Pyotr Amca üzerine basarak, “Ağladı,” dedi. “Anlaşılan, bir hatırası geldi aklına. Kolay değildir…”
Yüreğime bir hüzün çökmüştü. İyi İş şaşırtmıştı beni. Acıyordum ona. Yaşlı gözleri aklımdan çıkmıyordu.
İyi İş o geceyi evde geçirmedi. Ertesi gün yemekten sonra sessiz, ezik, açıkça mahcup geldi.
Suçlu bir çocuk gibi özür dileyerek, büyükanneme şöyle dedi:
“Dün akşam doğru yapmadım… Hâlâ kızmıyorsunuz bana, değil mi?”
“Ne için?”
“Ortalığı karıştırdığım, konuştuğum için.”
“Kimseye bir şey yapmadınız ki…”
Büyükannem ondan korkuyor gibi geliyordu bana, yüzüne bakmıyor ve herkese olduğundan daha alçak sesle, çok sakin konuşuyordu onunla.
İyi İş iyice yaklaştı büyükanneme ve son derece sade bir tavırla, “Gördüğünüz gibi, çok yalnızım,” dedi, “hiç kimsem yok! Susuyorum, susuyorum, birden içimden bir şeyler taşıyor… O anda bir taşla ya da ağaçla konuşmaya bile hazır oluyorum…”
Büyükannem geri çekildi.
“Evlenseniz iyi edersiniz…”
İyi İş kaşlarını çattı, “Eh!” elini sallayıp odasına gitti.
Büyükannem somurtarak baktı arkasından, enfiyesini çekti, sonra sert bir tavırla emir verdi bana:
“Dikkat et, pek yaklaşma ona. Nasıl biri olduğunu ancak Tanrı bilir…”
Ama bir şey tekrar ona çekmeye başlamıştı beni.
“Çok yalnızım,” derken yüzünün nasıl değiştiğini, allak bullak olduğunu görmüştüm. Onun bu dediğinde bana hiç yabancı olmayan, yüreğime dokunan bir şey vardı. Arkasından gittim.
Avludan odasının penceresine baktım. Boştu ve içerisi, daha çok, gereksiz her şeyin, sahipleri gibi gereksiz ve tuhaf her şeyin gelişigüzel atıldığı ardiyeden farksızdı.
Bahçeye gittim, çukurda onu gördüm. Yanmış bir kirişin ucunda öne eğilmiş, oturuyordu. Ellerini başının arkasında birleştirmiş, dirseklerini dizlerine dayamıştı. Kirişin büyük bölümü toprağın içindeydi ve dik duran simsiyah kömür ucu ısırganların, dulavratotlarının durgun denizinde dimdik yükseliyordu. Oturduğu yerde rahat olmaması bu adama daha da yaklaştırmıştı beni.
Baykuş gözü gibi kör gözleriyle bir yerlere bakarken uzun süre beni fark etmedi. Sonra birden, canı sıkılmış gibi sordu:
“Benim için mi geldin buraya?”
“Hayır.”
“Peki, niçin?”
“Öylesine…”
Gözlüğünü çıkardı; kırmızı, siyah lekeli mendiliyle sildikten sonra, “Hadi, yanıma gel!” dedi.
Yanına oturduğumda omuzlarımdan kuvvetlice kucakladı beni.
“Otur. Oturalım ve susalım, tamam mı?” dedi. “Önemli olan budur işte… İnatçı bir çocuk musun sen?..”
“Evet.”
“İyi iş!”
Uzun süre konuşmadan oturduk. Sakin bir akşamdı; hüzünlü bir akşam, çevrede her şeyin öylesine renkliyken, birden solmaya başladığı, renklerin canlılığını her saat biraz daha yitirdiği, toprağın dolu dolu yaz kokularının bittiği, yalnızca rutubet koktuğu, havanın tuhaf bir biçimde saydamlaştığı, kızaran gökyüzünde telaşlı kargaların, insanda tatsız düşünceler uyandırarak dolaştığı hüzünlü bir güz akşamı… Her şey sessiz, sakindi. Her ses –bir kuşun kanat sesi, düşen bir yaprağın hışırtısı– bir bağırtı gibi duyuluyor, birden korkuyla ürpermemize neden oluyordu. Ama sonra gene derin bir sessizlik çöküyordu çevreye, göğsümüze doluyordu.

Böyle anlarda özellikle çok temiz, örümcek ağı gibi yumuşak, ince, şeffaf, sözcüklere dökülemeyen düşünceler geliyordu aklımıza. Bu düşünceler sonra, ruhumuzu bir şeyin hüznüyle yakarak onu okşayarak, endişelendirerek düşen yıldızlar gibi hemen kayboluveriyorlardı. O zaman bir şeyler kaynıyordu ruhumuzda, hayatımız boyunca sürecek bir biçim alıyordu.

İyi İş’in sıcak bedenine sokulmuş, onunla birlikte elma ağacının siyah, çıplak dallarına, kızarmış gökyüzüne bakıyor, böceklerin telaşlı uçuşunu seyrediyordum. Fırtına kuşlarının telaşlı uçuşunu izliyor; sakaların, kurumuş dulavratotlarının sert tohumlarını yerken onları nasıl salladıklarını, kenarları erguvan rengi gri bulutların tarlalardan doğru nasıl geldiğini görüyordum.
Her şey çok güzel, sanki, her zamankinin tersine, çok özel, anlaşılır ve yakındı.
Yanımdaki biri arada bir içini derinden çekerek soruyordu:
“Çok güzel, değil mi, dostum? Gerçekten, çok güzel! Hava rutubetli de değil, soğuk da…”
Ortalık karardığında, çevrede her şey alacakaranlığa bürünüp daha büyük göründüğünde İyi İş şöyle dedi:
“Tamam! Gidelim artık…”
Bahçe çitinin kapısında durdu, alçak sesle, “Büyükannen çok iyi senin…” dedi. “Eski toprak!”
Gözlerini kapadı, gülümseyerek, alçak sesle, tane tane, çok kolay anlaşılır bir biçimde tekrarladı büyükannemin masalını:
“Bu ona bir ceza olarak verilmişti:
Kötü emri dinlememiş,
Başkasının vicdanının arkasına sığınmamıştı!..
Bunu hiçbir zaman unutma, dostum!”
Bana önden yol verip, sordu:
“Yazmayı biliyor musun?”
“Hayır.”
“Öğrenmelisin. Öğrenip büyükannenin anlattığı masalların hepsini yaz. Bu çok yararlı bir iş olacak, dostum…”
Onunla dost olduk. O günden sonra istediğim zaman gidiyordum odasına. Birtakım eski püskü şeylerin olduğu sandığın üzerine oturuyordum, gözümü kırpmadan, onun kurşunu eritmesini, bakırı ısıtmasını; iyice kızdırdığı sac parçalarını küçük bir örs üzerinde hafif bir çekiçle döverek pek güzel bir sap takışını; eğeyle, zımparayla, keskilerle, ip gibi ince testereyle çalışmasını izliyordum… Her şeyi bakır, hassas terazilerde tartıyordu. Beyaz birtakım kâselere değişik sıvılar döküyor, nasıl duman çıkardıklarına, odayı keskin bir kokuyla doldurduklarına bakıyor, yüzünü buruşturuyor, kalın bir kitabı açıp inceliyor, kırmızı dudaklarını ısırarak bir şeyler mırıldanıyor ya da kısık sesiyle fısıldıyordu:
Oh, Şaron çiğdemi…
“Senin bu yaptığın nedir?”
“Bir şey, işte, dostum…”
“Nasıl bir şey?”
“Aa, görüyorsun ya, senin anlayabileceğin biçimde söyleyemiyorum…”
“Dedem, belki de sahte para yapıyordur, diyor…”
“Deden mi? Hımm… Saçmalıyor deden! Paranın hiçbir anlamı yoktur, dostum…”
“Peki, ekmek paranı büyükanneme nasıl ödüyorsun?”
“Haklısın, dostum, insanın ekmek parasını ödemesi gerekir, doğru…”
“Gördün mü, işte? Yediğin etin de…”
“Evet, yediğim etin de…”
Sakin, şaşırmış gibi, tatlı tatlı gülümsedi, kedi yavrusuymuşum gibi tuttu kulağımdan, “Seninle tartışamam ben…” dedi. “Çok zorluyorsun beni, dostum. İyisi mi, gel susalım, konuşmayalım…”
Kimi zaman işine ara veriyor, gelip yanıma oturuyordu; uzun süre pencereden dışarı, çiseleyen yağmurun çatıya, ot kaplamış avluya dökülüşüne, elma ağaçlarının canlılığını yitirişine, yapraklarını döküşüne bakıyorduk. İyi İş çok az, ama her zaman anlamlı konuşuyordu: Çoğunlukla da herhangi bir şeye dikkatimi çekerek, beni yavaşça dürterek, bir şeyi bakışıyla göstererek, göz kırparak…
Avluda özel bir şey göremiyordum, ama onun beni bu dürtmesinden, kısa birkaç sözcüğünden, gördüğüm şey özel bir anlam kazanıyordu gözümde, her şeyi çok iyi hatırlıyorum. Sözgelimi, avluda bir kedi koşarak temiz bir su birikintisinin önünde durup sudaki yansımasına bakarak kendi yansımasına vurmak ister gibi, patisini kaldırıp suya mı daldırdı, İyi İş alçak sesle şöyle diyordu:
“Kediler çok gururlu ve kuşkucudurlar…”
Koyu altın rengi horozumuz Mamay, bahçenin çitinin üzerine atlayıp düşecek gibi olunca kanat çırparak dengesini sağlamaya mı çalıştı, başını sallayarak öfkeli, homurdanıyordu:
“Generalimiz pek mağrur, ama aklı az…”
Hantal asker, yaşı geçmiş bir at gibi çamura bata çıka ağır ağır mı yürüyor; elmacıkkemikleri çıkık yüzü asık mı, gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne mi bakıyor, gökyüzünden doğru göğsüne beyaz bir sonbahar ışığı düşüp ceketinin bakır düğmesini parlatınca Tatar durup eğri parmaklarıyla o düğmeye mi dokunuyor… şöyle diyordu İyi İş:
“Madalya almış gibi seviniyor…”
Ben giderek daha çok, daha hızlı bağlanıyordum İyi İş’e. Üzgün, kırgın olduğum günlerde, saatlerde benim için vazgeçilmez olmuştu. Konuşmayı hiç sevmese de, ona aklıma gelen her şeyi anlatmamı yasaklamıyordu; oysa dedem her zaman sertçe susturuyordu beni:
“Gevezeliği bırak, değirmen şeytanı!”
Büyükannem ise kendi işiyle o denli meşguldü ki, kimin ne dediğini dinlediği de, duyduğu da yoktu.
İyi İş, yalan yanlış konuşmalarımı her zaman dikkatle dinliyordu ve çoğu zaman gülümseyerek şöyle diyordu:
“Hayır, dostum, öyle değil… Kendin uydurdun bunu…”
Ayrıca, kısa uyarıları da daima yerinde ve zamanında oluyordu. Sanki yüreğimde, kafamda olan biteni anlıyor; gereksiz, doğru olmayan sözcükleri daha ben söylemeden hissediyor, sevecen iki sözcükle onları söylememi önlüyordu:
“Saçmalıyorsun, dostum!”
Onun bu büyücü yeteneğini sık sık deniyordum; bazen bir şeyler uyduruyor, gerçekte olmuş gibi anlatıyordum; ama o kısa bir süre dinliyor, hayır anlamına başını iki yana sallıyordu:
“Evet ama atıyorsun, dostum…”
“Attığımı nereden biliyorsun?”
“Görüyorum işte, dostum…”
Büyükannem Sennaya Meydanı’na su almaya giderken bazen beni yanına alıyordu. Birlikte gittiğimiz bir gün kentli beş kişinin bir köylüyü dövdüğünü gördük. Yere yatırmışlardı onu, köpeklerin bir köpeği parçaladıkları gibi üzerine çullanmış, parçalıyorlardı. Büyükannem omzundaki sırığa bağlı kovaları atıp sırığı sallayarak adamların üzerine yürüdü.
“Savulun!” diye bağırıyordu.
Çok korkmuştum. Büyükannemin arkasından koştum, adamlara taş atmaya başladım. Büyükannem elindeki sırıkla kahramanca dürtüyordu adamları, omuzlarına, başlarına vuruyordu. Sağdan soldan koşup gelenler oldu, adamlar kaçtılar. Büyükannem dayak yiyen köylünün elini yüzünü yıkıyordu; yüzü yara bere içindeydi. O sırada köylünün ağlayarak yarılmış burun deliğini çamurlu parmağıyla karıştırdığını, öksürdüğünü ve parmağının altından fışkıran kanın büyükannemin yüzüne, göğsüne geldiğini görünce içim kalktı, tiksindim. Büyükannem de beni sarsarak bağırıyordu.
Eve döndüğümüzde doğru İyi İş’in odasına koştum, olanları anlatmaya başladım ona. İşini bıraktı, elindeki uzun eğeyi kılıç gibi havaya kaldırıp önümde durdu, gözlüğünün üstünden yüzüme ısrarlı ve sert şöyle bir baktıktan sonra birden sözümü kesti, her zamankinden daha bir ciddi, şöyle dedi:
“Çok güzel, her şey tam böyle oldu! Çok güzel!”
Gördüklerimden sarsılmıştım, onun bu dediği hiç etkilemedi beni, anlatmayı sürdürüyordum, ama o kucakladı beni ve odanın içinde ayağını sürterek dolaşmaya başladı, şöyle dedi:
“Yeter, gerisini anlatma! Gerekli olan her şeyi anlattın, dostum, tamam mı? Her şeyi!”
Sustum, gücenmiştim. Ama sonra düşününce hayretle fark ettim ki, tam zamanında susturmuştu beni: Gerçekten de, gerekli olan her şeyi anlatmıştım.
“Bu çeşit olayların üzerinde durma sen, dostum,” dedi. “Böyle şeyleri hatırlamak iyi değildir!”
Kimi zaman, yaşam boyu aklımdan çıkmayan şeyler söylüyordu. Bir gün baş düşmanım Klyuşnikov’dan söz ediyordum ona; Klyuşnikov, Novaya Sokağı’nın şişko, kocaman başlı, hiçbir zaman beni alt edemeyen, benim de alt edemediğim, yaman savaşçısıydı. İyi İş bu konuda can sıkıntımı dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi:
“Saçma… Böyle bir kuvvet, kuvvet değildir! Asıl kuvvet hareketlerin çabukluğudur; ne kadar çabuksan, o kadar kuvvetlisin demektir… Anladın mı?”
Bir sonraki pazar yumruklarımı çabuklaştırmayı denedim ve Klyuşnikov’u kolayca alt ettim. Bu, İyi İş’in söylediklerini daha da önemsememe neden oldu.
“Her şeyin nasıl alınabileceğini bilmek gerekir… Anlıyor musun? Alabilmek… çok zordur!”
Bu dediğinden bir şey anlamamıştım, ama elimde olmadan bu ve bunun gibi sözlerini unutmuyordum. Özellikle hatırlıyordum, çünkü bu sözlerin sadeliğinde can sıkan esrarengiz bir şey vardı: Öyle ya, bir taşı, bir parça ekmeği, çay fincanını, çekici eline almakta özel bir şey yoktu!
Gelgelelim, evde çoğunluk sevmiyordu İyi İş’i. Neşeli kadın kiracımızın herkese sırnaşan kedisi bile çıkmıyordu kucağına, onu, “pisi pisi,” diye çağırdığında yanına da gitmiyordu. Bunun için dövüyordum kediyi, kulaklarından çekeliyordum ve neredeyse ağlayarak adamcağızdan korkmaması için ikna etmeye çalışıyordum onu.
İyi İş bana bu durumu açıklamaya çalışıyordu:
“Giysim asit kokuyor, hayvan bunun için gelmiyor yanıma.”
Oysa ben büyükannemin de, herkesin de öyle düşünmediğini biliyordum. Kedinin ondan nefret ettiğini, ona güvenmediğini, onu sevmediğini söylüyorlardı.
Büyükannem sinirli sinirli soruyordu bana:
“Ne diye onun dibinden ayrılmıyorsun? Dikkatli ol, kötü bir şeylere alıştıracak seni…”
Oysa dedem, İyi İş’in odasına gittiğimden her haberi olduğunda pataklıyordu beni.
İyi İş’e, onunla görüşmemi yasakladıklarını elbette söylemiyordum; ama evde kendisiyle ilgili neler konuştuklarını açık yüreklilikle anlatıyordum ona.
“Büyükannem korkuyor senden, senin büyücü olduğunu söylüyor, dedem de tanrıtanımaz ve insanlık için tehlikeli olduğunu…”
Sinek kovuyor gibi başını geri atıyordu, tebeşir beyazı yüzünde pembe bir gülümseme beliriyordu. Yüreğim sıkışıyordu, gözlerim yeşil görüyordu.
Alçak sesle, “Farkındayım, dostum!” diyordu. “Çok acı bir durum bu, değil mi?”
“Evet!”
“Çok acı, dostum…”
Sonunda uzaklaştırdılar onu evden.
Bir gün, sabah çayından sonra odasına gittiğimde, yere oturmuş, “Şaron çiğdemi” şarkısını mırıldanarak eşyalarını sandığa yerleştirmekte olduğunu gördüm.
“Evet, dostum, gidiyorum işte buradan…”
“Niçin?”
Yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, “Bilmiyor musun yoksa?” dedi. “Oda annen için gerekliymiş…”
“Kim söyledi bunu?”
“Deden.”
“Yalan bu!”
İyi İş kolumdan tutup kendine çekti beni, yanına oturttuktan sonra alçak sesle, “Kızma!” dedi. “Oysa ben, senin haberin var da, bana söylemiyorsun sanıyordum. İyi bir şey değildi bu, sanırım…”
Onun için üzülüyordum, canım sıkılıyordu.
Dudaklarında bir gülümseme, neredeyse fısıldayarak ekledi:
“Bak ne diyeceğim, hatırlıyorsun, değil mi, bana gelmemeni söylemiştim sana.”
“Evet” anlamına başımı eğdim.
“Bunun için gücenmiş miydin bana, hı?”
“Evet…”
“Seni kırmak istememiştim, dostum; inan, seninle dost olursak, sizinkilerin bundan hoşlanmayacaklarını biliyordum. Tamam mı? Öyle de oldu, işte, değil mi? Şimdi anladın mı, neden sana öyle dediğimi?”
Yaşıtımmış gibi konuşuyordu benimle. Bu çok hoşuma gidiyordu. Hatta, onu ta baştan beri anlıyordum gibi geliyordu bana.
“Uzun zamandır biliyordum bunu,” dedim.
“Öyleyse, tamam! Evet, tamam, dostum! Önemli olan da budur zaten, canım…”
Yüreğim çok fena sızlıyordu.
“Neden hiçbiri sevmiyor seni?” diye sordum.
Sarıldı bana, göğsüne bastırdı, göz kırparak cevap verdi:
“Ben bir yabancıyım… Anlıyor musun? İşte bunun için. Onlar gibi değilim…”
Ne diyeceğimi bilemedim, bir şey söyleyemedim. Kolundan çekeledim yalnızca.
Kulağıma eğilip fısıldadı:
“Gücenme bana, dostum. Ağlamana da gerek yok.”
Ama onun koyu renk gözlüğünün altından da yanaklarına gözyaşları akıyordu.
Daha sonra, arada bir tek tük sözcüklerle konuşarak her zaman olduğu gibi, uzun süre sessiz oturduk.
Akşam, herkesle dostça vedalaşarak beni sıkı sıkı kucaklayıp gitti. Arkasından avlu kapısına çıktım, tekerlekleri donmuş çamura bata çıka giden yük arabasında sarsılarak uzaklaşırken arkasından baktım. Onun gitmesinden hemen sonra büyükannem pis odayı yıkayıp temizlemeye koyuldu. Ben ise inadıma, odanın bir köşesinden ötekine giderek ona engel oluyordum.
Bana her çarptığında bağırıyordu büyükannem:
“Çekil önümden!”
“Neden kovdunuz onu?”
“Nedenini biliyorsun!”
“Hepiniz aptalsınız,” dedim.
Islak bez parçasıyla vurmaya başladı bana, bir yandan da bağırıyordu:
“Ağzından çıkanı kulağın duymuyor senin, yaramaz çocuk!”
Sözümü düzelttim:
“Sen değil, ötekilerin hepsi aptal.”
Ama bu sakinleştirmedi onu.
Yemekte dedem, “Neyse, Tanrı’ya şükür!” dedi. “Onu görünce yüreğime bir hançer saplanıyordu sanki. Kovmamız çok iyi oldu onu!”
Öfkemden elimdeki kaşığı kırdım. Bir kez daha cezalandırıldım.
Anayurdumda sayısız denecek kadar çok olan ve hepsi de onun en iyi insanları olan… yabancıların ilkiyle tanışmam böyle olmuştu.

Maksim Gorki
Çocukluğum
Rusça Aslından Çeviren: Ergin Altay (Can Yayınları)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz