CARL GUSTAV JUNG: RUH BEDENDEN ÇOK DAHA KARMAŞIK VE ULAŞILMAZDIR

Jung Psikiyatrik çalışmalarını anlatıyor

Ruh bedenden çok daha karmaşık ve ulaşılmazdır. Şöyle diyebilirim: Birey, bilincine varabilirse dünyanın yarısının ruhtan oluştuğunu anlar. Bu nedenle, ruh bireysel bir sorun değil bir dünya sorunsalıdır ve bir psikiyatrist tüm dünyayla uğraşmak zorundadır.
Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında. Her şey ruhumuzun doğru dürüst işlevini yerine getirip getirmemesine bağlı. Bu günlerde birileri kendilerini tutamazsa bir hidrojen bombasının patlaması işten bile değil.
Bir psikoterapistin hastasını anladığı kadar kendini anlaması da önemlidir. Bu nedenle eğitici analiz denen analizde, analizi yapan kişi analizden geçer. Hastanın tedavisi doktorun ele alınmasıyla başlar diyebiliriz. Ancak doktor kendiyle ve sorunlarıyla başa çıkmayı biliyorsa hastaya bunu nasıl yapabileceğini öğretebilir. Ancak o zaman! Eğitici analizde doktor kendi ruhunu tanımalı ve onu ciddiye almayı öğrenmelidir. Bunu yapmıyorsa hasta da yapamaz ve yalnızca hasta değil doktor da ruhunun bir parçasını yitirir. Bu nedenle analistin bir dizi kavram öğrenmesi yeterli değildir. Analiz olan kişi eğitici analizin kendisini ilgilendirdiğini, yaşamın bir gerçeğiyle yüz yüze olduğunu ve bunun ezberle öğrenilebilecek bir yöntem olmadığını anlamalıdır. Bir öğrenci eğitici analiz sürecinde bunu kavrayamazsa ilerdeki başarısızlıkları ona çok pahalıya mal olur.

“Küçük psikoterapi” denen bir tedavi yöntemi vardır; ama ayrıntılı bir analizde hem hastanın hem de doktorun tüm kişilikleri rol alır. Doktorun kendini tümüyle vermeden tedavi edemeyeceği hastaları olur. Ciddi durumlar söz konusu olduğunda, doktorun trajediye katıldığı mı, yoksa yetkisine mi sığındığı çok önemlidir. Yaşamın çok kritik anlarında, yaşam ya da ölüm söz konusu olduğunda, küçük öneri numaralarıyla işi idare edemeyiz. Böyle durumlarda doktorun tüm benliğini zorlaması gerekir.

Terapist sürekli kendini denetlemek ve hastaya gösterdiği tepkileri ölçmek zorundadır çünkü yalnızca bilincimizle tepki göstermeyiz. Kendimize sürekli, “Bu durumu bilinçdışım nasıl yaşıyor?” diye sormalıyız. Düşlerimizi göz önünde tutmalı ve hastayı gözlemlediğimiz oranda kendimizi de gözlemlemeliyiz. Bunu yapmazsak tüm tedavi rayından çıkabilir. Buna bir örnek vermek istiyorum:
Çok zeki bir kadın hastam vardı ama birçok nedenle ona bir türlü güvenemiyordum. Başlangıçta analiz iyi gidiyordu ama sonra düşlerini doğru yorumlayamadığımı hissetmeye başladım. Konuşmalarımız giderek yüzeyselleşiyordu. Büyük bir olasılıkla o da bunun farkındaydı. Onunla konuşmaya karar verdim. Onunla konuşacağım günden bir gece önce bir düş gördüm:
Bir akşamüstü bir vadiden aşağıya inen bir yolda yürüyordum. Sağımda dik bir kaya yükseliyordu. Tepesinde yüksek bir kale vardı. Korkuluk gibi bir şeyin üzerinde bir kadın oturuyordu. Onu görebilmem için başımı iyice yukarıya kaldırmam gerekiyordu. Enseme bir ağrı saplandı ve uyandım. Düşte bile kadının hastam olduğunun farkına varmıştım.
Düşün yorumu belliydi. Düşte onu görebilmek için yukarıya bakmam gerekmişti ama gerçekte ona aşağılayarak bakıyordum. Düşler bilinçli durumun yerini alabilirler. Hastama düşümü ve yorumumu anlattım. Bu, durumu hemen değiştirdi ve tedavi yoluna girdi.

Bir doktor olarak kendime sürekli hastanın bana ne tür bir mesaj verdiğini sormam gerekir. Hastanın benim için anlamı nedir? Bir anlamı yoksa hücum edebileceğim bir dayanak da yok demektir. Bir doktor ancak kendi etkilenirse etkileyebilir. Yalnız yaralı bir doktor iyileştirebilir. Kişiliğini bir zırhın içine gizlerse etkili olamaz. Hastalarımı çok ciddiye alırım. Belki ben de onlar kadar bir soruna gömülmüşümdür. Doktorun yarasına parmak basan çok hasta olmuştur. Bu nedenle, doktorun da zor duruma düştüğü anlar olabilir ya da zor durumda olan özellikle odur.
Her terapistin başka bir bakış açısına açık olabilmesi için üçüncü bir kişiye gereksinimi vardır. Papanın bile itiraflarını dinleyen biri var. Analistlere her zaman, “Kendinize itiraflarınızı dinleyecek bir baba ya da bir anne bulun!” öğüdünü veririm. Özellikle kadınlar, bu rol için biçilmiş kaftandır. Kusursuz sezgileri ve keskin eleştirel iç görüşleri vardır. Erkeklerin içlerini okurlar ve anima’larının karmaşıklığını görürler. Bu nedenle, hiçbir kadın kocasını süpermen sanmaz!

Bir birey, nevrozu olduğunda analizden geçmelidir ama kendini normal görüyorsa böyle bir zorunluluk yoktur. “Normallik” denen öğeyle çok ilginç deneyimlerim oldu. Bir kez tümüyle “normal” bir öğrenciyle karşılaştım. Yaşlı bir meslektaşımın önerisi üzerine bana gelmişti. Arkadaşımın asistanıymış, sonra da muayenehanesini devralmış. O sıralarda da normal bir meslek yaşamı, normal başarısı, normal bir karısı ve çocukları, normal bir geliri ve büyük bir olasılıkla normal bir beslenmesi varmış. Analist olmak istiyordu. Ona, “Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? İlk önce kendinizi tanımanız gerekli çünkü siz bir araçsınız. Doğru dürüst işleyemezseniz hastaya doğru yolu nasıl gösterebilirsiniz? Bunu yapamazsanız Tanrı yardımcınız olsun. Hastaları yanlış yola itersiniz. Bu nedenle ilk önce analiz olmayı kabul etmeniz gerekir,” dedim. “Olur ama benim hiçbir sorunum yok,” diye yanıt verdi. Sözleri beni uyarmalıydı ama, “İyi, o halde bana düşlerinizi anlatın,” dedim. “Ben düş görmem,” dedi. Başkası olsa hemen o gece bir düş görürdü. Hiç düş anımsamıyordu. Bu iş iki hafta kadar böyle gitti. Kaygılanmaya başlamıştım.
Sonunda etkileyici bir düş gördü. Pratik psikolojide düşlerin ne denli önemli olduğunu belirtmek için size bu düşü anlatacağım. Trenle seyahat ederken tren iki saatliğine bir istasyonda durmuş. Kenti bilmediği için görmek istemiş. Kentte, Ortaçağ’dan kalma bir bina görmüş. İçeriye girmiş ve güzel döşenmiş odalarda dolaşmaya başlamış. Duvarlarda eski tablolar ve işlemeler asılıymış. Her yerde değerli nesneler varmış. O sırada güneşin batmış olduğunu ve havanın kararmaya başladığını fark etmiş. İstasyona dönmesi gerektiğini düşünmüş ama bir türlü çıkışı bulamıyormuş. Kimseleri göremediği için panik içinde birini bulurum diye koşmaya başlamış ama kimseyi bulamamış. Büyük bir kapıyla karşılaşınca çıkışı buldum, diye sevinmiş, ama kapıyı açınca kendini çok büyük bir odada bulmuş. Oda öylesine karanlıkmış ki hiçbir şeyi seçemiyormuş. Çıkış karşı duvardadır diye telaşla koşmaya başlamış ve o anda da odanın tam ortasında yerde beyaz bir şeye gözü takılmış. Yaklaştığında bunun iki yaşlarında geri zekâlı bir çocuk olduğunu görmüş. Çocuk bir oturakta oturuyormuş ve elini yüzünü dışkıyla sıvıyormuş. O anda bağırarak uyanmış.
Bilmem gerekeni öğrenmiştim. Gizli bir psikozu vardı. Onu düşün etkisinden kurtarabilmek için epeyce ter döktüm. Bunun doğal olduğunu, bir tehlikesinin olmadığını söylemek zorundaydım. Oysa düşün anlattığı şuydu: Gittiği yer Zürich’ti. Orada kısa bir süre kalmıştı. Odanın ortasındaki çocuk kendisiydi. Küçük çocuklarda o tür davranış sıra dışıdır ama olmayacak bir şey değildir. Garip bir kokusu ve rengi olan dışkılarına ilgi duyabilirler. Kentte ve özellikle disiplinli yetiştirilmiş bir çocuk bundan utanabilir.

Oysa düşte doktor bir çocuk değil ergin bir kişiydi ve bu nedenle merkezdeki düşsel imge tehlikeliydi. Bana düşü anlattığında normalliğinin telafi edici olduğunu anladım. Ortaya çıkmak üzere olan gizli psikozunu ucundan yakalamıştım. Buna engel olmak gerekiyordu. Başka bir düşünün yardımıyla analize son vermek için geçerli bir neden bulabildim. İkimiz de bu işin bittiğine memnun olduk. Bulgumu ona söylememiştim ama sanırım o da çok ciddi bir paniğin eşiğinde olduğunu anlamıştı. Düşünde tehlikeli bir delinin onu kovaladığını görmüş. Evine döndü ve bir daha da bilinçdışını kurcalamadı. Edilgen normalliği bilinçdışıyla karşılaştığında bölünebilecek bir kişiliği sergiliyordu. Gizli psikozlar, psikoterapistin korkulu rüyasıdır çünkü çok zor saptanabilirler.

Bu, meslekten olmayanların analiz yapıp yapamayacağı sorusunu getiriyor. Doktor olmayanların psikoterapi öğrenip analiz yapmalarına karşı değilim ama gizli psikozlarda çok tehlikeli hatalar yapabilirler. Bu nedenle bir doktorun denetimine gereksinimleri vardır. En ufak bir kuşkuya düştüklerinde ona danışmalıdırlar. Bırakın meslekten olmayan analistleri, gizli şizofreniyi bulup tedavi etmek doktorlar için bile zor bir iştir. Bu konuda çok yetenekli olan ve yıllardır bu işi yapan, meslekten olmayan birçok analistle karşılaştım. Üstelik, psikoterapi yapan yeterince doktor da yok çünkü bu iş için çok uzun ve çok ağır bir eğitim ve çok derin bir kültür gerekiyor.

Doktorla hasta arasındaki iletişim, özellikle hasta duygularını doktora aktarmışsa ya da doktorla bilinçdışı bir özdeşleşmesi varsa, parapsikolojik olaylara yol açabilir. Bu durumla sık karşılaştım. Psikojenik bir bunalımdan çıkardığım bir hastayla ilgili etkileyici bir vaka vardı. Evine döndü ve evlendi. Karısını ilk gördüğümde rahatsız olmuş ve kadından hoşlanmamıştım. Kocası bana minnet duyuyordu ama üzerinde etkili olduğum için karısının sıkıldığının bilincindeydim. Çoğu zaman kocalarını sevmeyen kadınlar kıskanç olurlar ve kocalarının dostluklarını engellemeye çalışırlar. Kocalarının tümüyle onların olmasını isterler çünkü onlar tümüyle kocalarına ait değillerdir. Kıskançlığın özünde sevgisizlik yatar.

Karısının baskısı, hastanın üzerinde kaldıramayacağı kadar ağır bir yüktü ve sonuçta bir yıl sonra yeniden ağır bir bunalıma girdi. Bu olasılığı bildiğim için moralinin bozulduğunu hissettiği anda bana hemen haber vermesini söylemiştim. Bunu yapmadı. Karısı ruh halinin değişimlerini kınıyordu. Bir daha onu görmedim.

Bir kentte konuşma yapmam gerekiyordu. Konuşmadan sonra arkadaşlarla oturup sohbet etmiştik. Gece yarısı otele dönüp yattım. Saat iki sularında uyandım. Odada biri var gibi gelmişti. Kapının hızla açıldığını sanmıştım. Işığı yaktım. Hiçbir şey yoktu. Biri kapıları şaşırmıştır diye çıkıp koridora baktım. Ortalarda kimseler yoktu. “Garip. Birinin odaya girdiğine kuşkum yok,” diye düşündüm. Ne olduğunu anımsamaya çalıştım. Sonra sanki biri alnıma ve enseme ağır bir şeyle vurmuşçasına bir ağrı hissederek uyandığımı anımsadım. Ertesi gün bir telgraf geldi. Hastanın intihar ettiği bildiriliyordu. Kendini vurmuş. Daha sonra merminin kafatasının arkasına saplandığını öğrendim.

Bu gerçek bir senkronize olaydır. Arketipsel durumlardır bunlar. Bu vakada durum ölümdü. Başka bir yerde olan bir olayı bilinçdışındaki göreceli zaman ve yer yoluyla algılamış olabilirim. Ortak bilinçdışını hepimiz paylaşırız. Bu eskilerin dediği gibi “her şeyle duygudaşlık” kavramının kökenidir. Olayda bilinçdışı hastanın durumunu biliyordu. O gece her zamankinden farklıydım. Çok gergindim.

Hiçbir zaman hastayı başka birine dönüştürmeye çalışmam. Benim için önemli olan hastanın kendi görüşünü kazanmasıdır. Tedavim altındaki biri bir pagansa pagan, bir Hıristiyan’sa Hıristiyan ve bir Yahudi’yse Yahudi, yani kaderi neyse o kalır.
İnancını yitirmiş Yahudi bir kadın hastamı çok iyi anımsıyorum. Olay, gördüğüm bir düşle başladı. Düşümde tanımadığım genç bir kadın muayenehaneme geldi. Bana durumunu anlatırken, “Dediğinden hiçbir şey anlamıyorum. Ne demek istiyor?” diye düşünüp dururken ansızın çok güçlü bir baba kompleksi olduğuna karar verdim. İşte düş böyleydi.
Ertesi gün saat dört için bir randevu alınmıştı. Genç bir kadın geldi. Zengin bir Yahudi bankacının kızıydı. Çok zeki bir kadındı. Çok şık giyinmişti. Daha önceden de analize gitmiş ama doktoru ona duygularını aktarınca evliliği tehlikeye girmesin diye bir daha gelmemesini rica etmiş.

Kızın yıllardır şiddetli bir anksiyete nevrozu vardı. Özgeçmişiyle başladım ama dikkat çekici bir şey bulamadım. Batılılaşmış bir Yahudi’ydi ve uyum bozukluğu yoktu. İlk önce sorununun ne olduğunu anlayamadım. Birdenbire aklıma gördüğüm düş geldi. “Demek ki gördüğüm küçük kız bu!” diye düşündüm ama genç kadında baba kompleksinin izine rastlamamıştım. Böyle durumlarda yaptığım gibi kadına büyükbabasını sordum. Bir an gözlerini yumdu. O da bana yetti. Sorun burada yatıyordu. Ona, büyükbabasını anlatmasını söyledim. Hahammış ve bir Yahudi mezhebindenmiş. “Hasidîlerden miydi? Haham olduğuna göre bir tzaddik miydi?” diye sordum. “Evet, öyleymiş. Bir aziz olduğu, sezgisinin de olağanüstü olduğu söylenir. Saçma! Böyle bir şey olamaz,” diye yanıtladı.
Kızın özgeçmişini irdelemeyi bıraktım. Nevrozunun nedenini anlamıştım. “Şimdi size kabul etmeyeceğiniz bir şey söyleyeceğim. Büyükbabanız bir tzaddik’miş. Babanız Yahudi dinine karşı çıkıp gizine ihanet etmiş ve Tanrı’ya sırt çevirmiş. Nevrozunuzun kaynağı Tanrı korkusu,” dedim. Yıldırım çarpmışa döndü.

Ertesi akşam bir düş gördüm. Evimde bir davet veriliyordu ve hastam da oradaydı! Yanıma geldi ve bana, “Şemsiyeniz yok mu? Çok yağmur yağıyor,” dedi. Bir şemsiye buldum. Tam ona verirken ne yaptım biliyor musunuz? Bir tanrıçaymışçasına dizlerimin üzerine çöktüm ve şemsiyeyi öyle verdim.

Bu düşü ona anlattım. Bir hafta içinde nevrozu geçti. Düş bana yüzeysel görünüşünün altında bir azizede olabilecek niteliklere sahip olduğunu anlatmıştı. Mitolojik düşünceleri yoktu. Bu nedenle, yapısının en önemli niteliği, kendini ifade etme olasılığını bulamıyordu. Tüm bilinçli faaliyetleri flört etmeye, giyime ve cinselliğe yönelmişti çünkü başka bir şey bilmiyordu. Yalnızca zihni tanıyor ve anlamsız bir yaşam sürüyordu. Aslında, ruhsallığa dönük yapıları olan Tanrı’nın çocuklarından biriydi. Böylece yaşamı anlam kazandı ve nevrozu geçti.
Bu vakada hiçbir yöntem kullanmadım. Yalnızca “numen”in varlığını sezmiştim. Ona yaptığım açıklamalar iyileştirici olmuştu. Burada önemli olan yöntem değil korkuydu.
Yaşamın sorunsallarına yanlış yanıtlar bulmuş ve onlarla yetinmiş ve bu nedenle nevrotik olmuş çok insan tanıdım. Mevki, para, evlilik ya da ün peşinde koşarlar; bulunca da mutsuzlukları sürer. Çoğu insan çok kısıtlı ruhsal sınırlar içinde kalır. Yaşamlarında ne yeterince içerik ne de yeterince anlam vardır. Kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olunursa nevrozları çoğu zaman yok olur. Bu nedenle, kişilik gelişmesi benim için çok önemlidir.

Hastalarımın çoğunu inananlar değil, inançlarını yitirmiş olanlar oluşturdu. Bana gelen kişiler yitik kişilerdi. Çağımızda bile, inancı olan bir birey kiliseye gidip simgesel de olsa en azından yaşamını sürdürebilir. Dinin birçok açısını, vaftiz edilmeyi, ayinleri vb. düşünmemiz yeterli. Oysa simgelerin deneyiminden geçmek insanın aktif olarak onlara katılması demektir. İşte günümüzde bu eksik. Hele nevrotik insanda bu hiç yoktur. Böyle durumlarda, bilinçdışının kendiliğinden, olmayanın yerini almaları için simgeleri çıkartıp çıkarmadığını gözlemlememiz gerekir ama bu, o kişinin bu simgesel düşleri ve imgeleri anlayıp anlayamayacağı ve sonuçlarına katlanıp katlanmayacağı sorununu ortadan kaldırmaz.

Örneğin, Die Archetypen und das kollektive Unbewrapte24 adlı yapıtımda değindiğim bir din adamı vardı. Sürekli belirli bir düşü görüyordu. Bir koruya bakan yüksekçe bir vadide duruyormuş. Manzara çok güzelmiş. Düşünde, korunun ortasında bir gölcük olduğunu ve o güne dek bir şeyin onun oraya gitmesini engellediğini biliyormuş. Her sefer planını uygulayıp oraya gitmeye karar veriyormuş. Göle yaklaştığında garip bir hava oluşmaya başlıyor, ansızın çıkan bir rüzgâr suyun üzerinden esip geçiyor ve suyun üzerinde karanlık dalgalar oluşturuyormuş. Din adamı da bağırarak uyanıyormuş.

İlk önce düş, anlaşılacak gibi gelmedi ama din adamı olduğuna göre, içinde hastaların yıkandığı Bethesda Gölü’nü ve onun üzerinde ansızın esen rüzgârı anımsaması gerekirdi. Bir melek gelir ve dokunuşuyla suları şifalı yapar. Hafif rüzgâr, canının istediği yere giden soluktur. Din adamını ürküten buydu. Karşısında insanın ürktüğü, kendi yaşamını sürdüren bir numenin varlığı onu korkutuyordu. Düşü gören Bethesda Gölü çağrışımını kabul etmedi. Dinlemek bile istemedi çünkü bunlardan ancak İncil’de ve pazar günü yapılan ayinlerde söz edilir, psikolojiyle bir bağlantı kurulmaz. Gerektiğinde Teslis’ten (Kutsal Üçlü) söz edilebilir ama insan bunu asla yaşamamalı!

Sanırım din adamı korkusunu yendi ve paniğinden kurtuldu. Hasta önerilerimi izlemek istemiyorsa onu hiçbir zaman zorlamam. Hastanın basit dirençler nedeniyle tutuklaştığı varsayımını da kabul etmem. Hasta direnmede inat ediyorsa bu dikkat edilmesi gereken bir uyarıdır. İyileştirici yol herkesin yutamayacağı bir zehir olabilir. Ölüme bile yol açar.
En derine indiğinizde, yani kişiliğin özüne vardığınızda çoğu insan din adamının yaptığı gibi korkup kaçar. Din adamlarının daha zor bir durumda olduklarının bilincindeyim. Bir yandan dine daha yakınlarken öte yandan Kilise’ye ve dogmalara bağlı kalmak zorundalar. İçsel deneyimler ve ruhsal maceralara çoğu kişi yabancıdır. Bu tür deneyimlerin gerçekliği olduğu düşüncesi onlara lanetlenmek gibi gelir. Bir şey doğaüstü olursa ya da en azından tarihsel bir kaynağı varsa sorun yok. İş ruha gelince, onunla yüz yüze kalan hasta onu aşağılamak için elinden geleni yapar.
Çağdaş psikoterapide, doktorun ya da psikoterapistin hastayla ve onun duygusal dalgalanmalarıyla uyum içinde olması isteniyor. Ben bunun her zaman doğru bir yol olduğunu düşünmüyorum. Sırasında doktorun aktif müdahalesi gerekebilir.

Bir zamanlar bir kadın hastam olmuştu. Yanında çalışanları, doktorları bile tokatlıyordu. Kompulsif nevrozu vardı ve bir hastanede tedavi görmüştü. Kuşkusuz başhekim de tokattan nasibini almıştı. Hastanın gözünde biraz daha üst düzeyde olsa da, o da sonuçta bir hizmetliydi. Faturayı ödeyen kendisi değil miydi? Bunun üzerine doktor onu başka bir hastaneye yollamış, orada da olay yinelenmiş. Deli olmamasına karşın ancak çok yumuşak davranıldığında başa çıkılabildiği için ne yapacağını bilemeyen doktor hastayı bana yolladı.
İriyarı bir kadındı. Tokatları da güçlü olmalıydı. Konuşma çok iyi geçti ama ona hoşuna gitmeyen bir şey söylemek zorunda kaldım. Çok sinirlendi ve ayağa fırladı. Ben de, “İlk önce siz vurun. Siz kadınsınız. Sonra sıra bana gelecek!” dedim. “Bana şimdiye dek kimse böyle bir şey söylemedi!” diye karşı çıktı ve sandalyeye çöktü. Bir balon gibi sönmüştü. O andan sonra tedavi yoluna girdi.

Bu hastanın gereksinimi erkekçe bir tepkiydi. Bu vakada hastanın suyuna gitmek yanlış olurdu. Kendisini ahlaksal açıdan denetleyemediği için kompulsif nevrozu oluşmuştu. Kendilerine ahlaksal kısıtlamalar getiremeyen hastalarda kompalsif belirtiler ortaya çıkar.
Yıllar önce hastalarımla ilgili istatistik tutmuştum. Şu anda size tam sayıları söyleyemem ama aşağı yukarı hastalarımın üçte biri tamamen, üçte biri de oldukça iyileşti; geri kalan üçte biri tedaviden etkilenmedi diyebilirim. Özellikle gelişme göstermeyen vakalarla ilgili bir varsayımda bulunmak zor çünkü bazen tedavinin etkisi yıllar sonra ortaya çıkıyor. “Sizinle olduğum zamandan ancak on yıl sonra neler olup bittiğini anlayabildim,” diye yazan çok hastam olmuştur.
Birkaç olayda da boyumu aştığı için hastaları yollamak zorunda kaldım. Onların içinde bile sonradan olumlu raporlar yollayanlar oldu. Dolayısıyla tedavinin sonuçlarının ne olduğunu kesin söylemek zordur.

Bir doktorun meslek yaşamında onu çok etkileyen hastalarla karşılaşması doğaldır. Toplumun olumlu ya da olumsuz ilgisini üzerine çekmeyen kişiliklerle karşılaşır. Böyle olmasına karşın ya da bu yüzden, olağanüstü nitelikleri olan ve kaderlerinde daha önce görülmemiş gelişmeler ve felaketler olan insanlardır bunlar. Bazen başkalarının onlar uğruna yaşamını feda edebileceği olağanüstü yetenekli insanlar vardır ama bu yetenekler öylesine yanlış bir ruhsal durumda ortaya çıkar ki, bir dehayla mı, yoksa gelişmelerinin küçük bir parçasıyla mı karşı karşıya olduğunuzu bilemezsiniz. Bazen de toplumun yüzeysel toprağında hiç ummadığınız nadide çiçekler gibi ruhlar açar. Psikoterapinin başarılı olabilmesi için derin bir anlayış gereklidir. Bir doktor insanların çektiği acılara gözlerini kapayamaz. Anlayış sürekli karşılaştırma ve karşılıklı algıya bağlıdır. Dolayısıyla iki karşıt ruhsal gerçeğin diyalektik karşılaşması demektir. Herhangi bir nedenle, doktorla hasta arasında etkileşim olmazsa psikoterapide gelişme olamayacağı için başarı sağlanamaz.

Günümüzde nevrotik denen insanların çoğu başka bir çağda yaşasalardı nevrotik, yani kendilerine karşı bölünmüş olmazlardı. İnsanların, atalarının mitlerinden kopmadığı, doğanın yalnızca bakılacak bir şey olmadığı ve gerçekten yaşandığı bir dönemde yaşasalardı bölünmeleri engellenmiş olurdu. Mitlerin yok olmasını hazmedemeyen ve ne yalnızca dış dünyayla, yani bilimin gördüğüyle ne de bilgelikle hiçbir ilgisi olmayan entelektüel laf salatalarıyla yetinemeyen insanlardan söz ediyorum.

Günümüzdeki ruhsal bölünmenin kurbanları zorunlu nevrotikler değildirler. Egolarıyla bilinçdışı arasındaki uçurum kapandığı anda bölünmüşlükleri geçer. Bu bölünmeyi benliğinin derinlerine dek hissedebilmiş bir doktor bilinçdışı ruhsal süreçleri daha iyi anlar ve bir psikolog için tehlike oluşturan enflasyondan kaçınmış olur. Buna karşın, arketiplerin numen niteliğinin deneyiminden geçmemiş bir doktor onlarla karşılaştığında olumsuz etkilerinden kurtulamaz. Deneysel bir kriteri olmadığı için onlara yalnızca entelektüel açıdan yaklaşır, bu da onları ya aşırı önemsemesine ya da hiç önemsememesine yol açar. Her şeye zihniyle egemen olmaya çalışması tehlikesi baş gösterir. Bunda gizli bir amaç vardır çünkü bu tutum hem hastanın hem de doktorun arketiplerin etkisinden uzak, güvenli bir yerde olmalarını sağlar. Böylece gerçek deneyimin ve gerçek ruhsal yaşamın üzeri örtülür ve bilinen kavramların kullanıldığı güvenli ama yapay, iki boyutlu kavramsal dünyaya sığınılmış olur. Deneyim soyutlanır ve gerçeğin yerini alan sözcükler kullanılmaya başlanır. Hiç kimse kavramlara uymak zorunda değildir. Kavramların iyi tarafı insanları deneyimlerden uzak tutmalarıdır. Ruh kavramlarda yaşamaz, yapılanlarda ve gerçeklerde yaşar. Sözcükler olmayan bir şeyi yaratamazlar ama bu sonsuza dek böyle gidecek.
Bu nedenle, hastalarım arasında, yalanı alışkanlık haline getirmişlerin dışında en zor ve en az minnet duyanlar entelektüeller olmuştur. Bir dedikleri bir dediklerine uymaz. Bir “kompartıman psikolojisi” oluştururlar. Duygularını denetleme gereği olmadığında her şeye verebilecekleri hazır bir yanıtları vardır. Oysa duyguları gelişmemişse onlar da nevrotik olurlar.
Hastalarım önümden sonsuz bir imge ırmağı akıttılar. Onlardan yalnızca bilgi değil kendimle de ilgili çok şey öğrendim. Bir o kadar da yanlışlarımdan ve başarısızlıklarımdan. Tedavilerine dört elle sarılan ve sorumluluklarını bilen anlayışlı ve zeki hastalarım oldu. Yeni tedavi yolları bulmamı sağlayan onlardır.

Bazı hastalarım da tam anlamıyla müritlerim oldular ve düşüncelerimi dünyaya yaydılar. Onların bazılarıyla yıllardır süregelen arkadaşlıklar kurdum.
Hastalarım beni insan yaşamının gerçeklerine öylesine yaklaştırdılar ki, onlardan çok şey öğrenmeden edemedim. Çok farklı yapıları ve değişik psikolojik düzeyleri olan bu kadar çok insanı tanımak benim için her zaman ünlülerle yapılan bölük pörçük konuşmalardan çok daha önemli olmuştur. En derin ve en önemli konuşmalarım hep adı sanı bilinmeyen insanlarla oldu.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz