1920 yılının başında bir arkadaşım, iş için Tunus’a gideceğini ve ona eşlik etmek isteyip istemediğimi sordu. Hemen kabul ettim. Mart ayında yola çıktık ve ilk önce Cezayir’e gittik. Kıyıyı izleyerek Tunus’a geçtik, sonra da Suse’ye. Arkadaşımı orada işiyle baş başa bırakıp ayrıldım.
Uzun yıllar boyunca, Avrupa dışında, Avrupa dillerinin konuşulmadığı, Hıristiyan kavramlarının egemen olmadığı ve farklı bir ırkın farklı bir geleneğe ve felsefeye göre yaşadığı bir yerlere gitmek istemiştim. Avrupa’nın yabancı bir ortamdan, bir yabancının gözüyle nasıl göründüğünü hiç olmazsa bir kez görmek istiyordum. Sonunda bu gerçekleşti. Ne yazık ki Arapça bilmiyordum ama bunun biraz yararı da oldu. İnsanları ve onların davranış biçimlerini çok daha dikkatli izlemek zorunda kaldım. Saatlerce bir kahvede oturup insanların bir tek kelimesini bile anlamadığım bir dilde konuşmalarını dinledim. El kol hareketlerini, özellikle duygulandıklarında yüzlerinde beliren ifadeyi ve bir Avrupalıyla konuşurken davranışlarındaki belli belirsiz değişikliği izledim. Böylece, olabildiğince farklı bir gözle bakmayı ve farklı bir çevredeki bir Avrupalının nasıl biri olduğunu anlayabildim.
Avrupalılar, Ortadoğuluları sakin ve ilgisiz diye nitelendirirler. Oysa bence bu bir maske ve o maskenin arkasında nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk ve –az da olsa– sıkıntı var. Kuzey Afrika’ya adım attığım andan itibaren garip bir etkinin altındaydım. Ülkede garip bir koku olduğunu düşünüyordum. Sanki ülkenin topraklarına işlemiş bir kan kokusuydu bu. Topraklarda üç ayrı medeniyetin yok olduğu aklıma geldi. Kartacalılar, Romalılar ve Hıristiyanlar oralardan gelip geçmişlerdi. Teknoloji çağının İslam dünyasına ne getireceğiyse henüz belli değildi.
Suse’den Sefakis’e, oradan da Sahra Çölü’ndeki bir vaha kenti olan Tuzur’a gittim. Kent, bir platonun kenarına, biraz yüksekçe bir yere kurulmuş. Kentin eteklerinden suları ılık ve biraz tuzlu birçok kaynak fışkırıyor ve tüm vaha bu kaynaklardan çıkan binlerce küçük kanalla sulanıyor. Altlarında şeftali, kayısı ve incir ağaçlarının yeşerdiği kule gibi yükselen palmiye ağaçları, yeşil bir çadır gibi gölge veriyorlar. Yeri de inanılmaz tonlarda bir yeşil kaplamış. Bu yeşilliğin içinde yalıçapkınları bir mücevher gibi parlıyor ve bu yeşil gölgeliğin altında, beyazlara bürünmüş insanlar dolaşıyor. Aralarında birbirine sarılmış dolaşan çiftler de var. Büyük bir olasılıkla bunlar eşcinseldi. Klasik Yunan Çağı’nı anımsadım. O zamanlar bu eğilimler erkek toplumunun ve kentin belkemiğini oluştururmuş. Burada erkeklerin erkeklerle, kadınların da kadınlarla konuştuğu belli. Ortada çok az kadın var. Onlar da, rahibeler gibi baştan aşağı kapalı. Peçesi açık çok az kadın gördüm. Rehberimin söylediğine göre bunlar fahişeymiş. Ana caddelerde erkekler ve çocuklar çoğunluktaydı.
Rehberim eşcinselliğin yaygın olduğu izlenimimi onayladı ve bunun doğal sayıldığını söyledi ve hemen teklifte bulundu. İyi niyetli rehberimin, o anda aklımda şimşek gibi çakan düşünceden haberi yoktu. Yüzyıllar öncesine, yarım yamalak Kuran bilgileriyle, çok eskiden beri içinde oldukları yarı aydınlık bilinçli durumlarından kurtulup kuzeyden gelen tehditlere karşı kendilerini koruyabilmek için varoluşlarının bilincine varmaya çalışan bu insanların saf ergenlik çağlarına dönmüştüm. Yüzyıllardır değişmeyen varoluşu düşünürken Avrupa’nın hızlı temposunu simgeleyen cep saatim aklıma geldi. Kuşkusuz, bu hızlı tempo bir kara bulut gibi, bu hiç kuşkulanmayan insanların ruhlarının üzerinde dolaşıyordu. Onları, avcıyı görememelerine karşın onu sezebildikleri için kendilerini biraz huzursuz hisseden kurbanlara benzettim, yani zaman tanrısı, hâlâ sonsuzlukla eşanlamlı sayılabilecek sürekliliği yakında parça parça edip saatlere, dakikalara ve saniyelere bölecekti. Bundan kaçınmaları olanaksızdı.
Tuzur’dan Nefta Vahası’na gitmek için rehberimle birlikte güneş doğmadan yola çıktık. Yükümüz ağırdı ama katırlar hızlı gidebiliyorlardı. Vahaya yaklaşırken beyazlar içinde bir atlı yaklaştı. Bize selam bile vermeden gümüş kakmalı semeri olan bir katıra bindi ve gururla bize eşlik etmeye başladı. Zarif ve etkileyici bir adamdı. Kol saati bir yana, cep saati bile olmadığı belliydi. Kuşkusuz, kendisini irdelemeye kalkmadığı için her zaman olduğu gibi kalmış bir insandı. Avrupalının biraz şaşkın havası onda yoktu. Avrupalı, yüzyıllar önceki insan olmadığını bilir ama o zamandan bu zamana neye dönüştüğünü bilmez. Kolundaki saat ona, Ortaçağ’ın ve onunla eşanlamlı olan ilerlemenin onun sırtına bindiğini ve ondan bir daha geri gelmeyecek bir şeyler alıp götürdüğünü söyler. O da, hafif bavullarını alır ve giderek artan bir hızla belirsiz amaçlara doğru yolculuğunu sürdürür. Yerçekiminden ve onunla bağlantılı bütünleşememe duygusundan kurtulmanın yerini, onu, değişik hızların gerçeğine iten ama zamanını çalan gemiler, trenler, uçaklar ve roketler gibi düşsel zaferleriyle doldurmaya çalışır.
Sahra Çölü’nde ilerledikçe zaman daha da yavaşladı ve neredeyse geriye doğru gidiyor gibi gelmeye başladı. Yerden dalga dalga yükselen sıcak, kendimi bir düşteymiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Vahadaki palmiyeleri ve evleri gördüğümde, o vahanın yüzyıllardır orada var olduğunu ve tam gerektiği gibi olduğunu düşündüm.
Ertesi sabah, ne olduğunu anlayamadığım sesler duyarak uyandım. Kaldığım hanın önündeki meydan, bir gece önce boştu, oysa o anda insanlar, develer, katırlar ve eşekler meydanı doldurmuşlardı. Develer değişik tonlarda sesler çıkararak her zamanki memnuniyetsizliklerini gösteriyor, eşeklerin her biri ayrı bir tonda anırıyor, insanlar da ellerini kollarını sallayarak bağırıyor, heyecan içinde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Ürkütücü bir görüntüleri vardı. Rehberim, o günün önemli bir bayram olduğunu ve kadıya tarla işlerinde yardım etmek için birçok çöl kabilesinin iki günlüğüne orada toplandığını söyledi. Kadı, yoksullara yardım edermiş ve vahada birçok tarlası varmış. Çevreden, yeni bir tarla açıp su kanalları döşemek için gelmişler.
Meydanın bir köşesinde bir toz bulutu yükseldi; yeşil bir bayrak açıldı ve davullar çalmaya başladı. Ellerinde sepetler taşıyan vahşi görünümlü bir alay insanın ortasında saygı uyandıran ak sakallı yaşlı bir adam gördüm. Sanki, hep yüz yaşındaymışçasına yapmacıksız bir onurla çevreyi izliyordu. Beyaz bir katırın üzerinde gelen bu adam kadıydı. Çevresindeki erkekler darbuka çalarak dans ediyorlardı. Tozdan göz gözü görmüyor, yakıcı sıcağın altında insanlar çılgın bir coşku içinde haykırıyorlardı. Alay, çılgın gibi, büyük bir azim içinde vahaya doğru aktı gitti. Sanki savaşa gidiyorlardı.
Alayı uzaktan izledim. Rehberim işin yapılacağı yere varana dek yaklaşmamızı istemiyor gibiydi. Burada heyecan daha da arttı. Davullar daha hızlı çalmaya, insanlar daha çok bağırmaya başladılar. Bir karınca yuvasına çomak sokulmuşçasına her şey inanılmaz bir hızla yapılıyordu. Kimi tepeleme toprak doldurduğu sepetini taşıyor, kimi davul eşliğinde dans ediyor, kimileri de çılgın bir hızla hendekler kazıp su toplama yerleri yapıyorlardı. Bu karışıklığın ortasında kadı, beyaz katırının üzerinde, yaşlılara özgü o yumuşak, onurlu ama bezgin ifadeyle dolaşıyor ve büyük bir olasılıkla sağa sola ne yapmaları gerektiğini söylüyordu. Gittiği her yerde iş daha da hızlanıyor ve insanlar daha çok bağırmaya başlıyorlardı. Bu fonun önünde kutsal adam, sakin görüntüsüyle olağanüstü etkileyici bir izlenim veriyordu. Akşama doğru, adamların yoruldukları belli olmaya başladı. Develerinin yanına yatıp derin bir uykuya daldılar. Gece olduğunda, köpeklerin kaçınılmaz bir ağızdan ulumalarından sonra, çevreye, beni her zaman çok duygulandıran müezzinin sesi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte duyulana dek, derin bir sessizlik çoktu.
Gördüklerimden bir şeyler öğrendim. Bu insanları duyguları yönetiyordu. Bilinçleri bir yandan yerlerine uyum sağlamalarına ve dış etkileri almalarına yarıyor, bir yandan da dürtülerinin ve duygularının etkisi altında kalıyor, ama bunu düşünceye geçiremedikleri için bağımsız bir “benlik” olgusu oluşmuyordu. Aslında, biraz daha karmaşık olmamıza karşın, Avrupalının durumu da bundan pek farklı değil. Avrupalının tek farklı yönü, belirli bir oranda iradeye sahip olması ve amaçlarına yönelebilmesi. Bizde eksik olan, yaşamı yoğun yaşayabilmek.
Yerlilerin etkisi altında kalmamaya bakarken bedenim etkilendi. Bağırsak iltihabından hastalandım ama yerlilerin pirinç suyu ve kalomeli sayesinde birkaç günde kendime geldim.
Tunus’a geri döndüğümde düşüncelerle doluydum. Marsilya’ya gitmek üzere yola çıkmadan bir gece önce, tüm gördüklerimi özetleyen bir düş gördüm. Aynı anda iki ayrı düzeyde yaşamaya kendimi alıştırmıştım. Bunlardan biri, anlamaya çalışan ama anlamayan bilinç düzeyim, öbürü de bir şeyi ifade etmek isteyen ama bunu yalnızca düş yoluyla ifade edebilen bilinçdışı düzeyimdi.
Düşümde, çoğunda olduğu gibi bir kalesi olan bir Arap kentindeydim. Kent düz bir alana kurulmuştu. Çevresi dört köşe duvarlarla çevriliydi ve dört kapısı vardı. Kulenin çevresi, Araplarda pek olmayan, su dolu bir hendekle çevrilmişti. Suyun üzerindeki tahta bir köprünün başında duruyor ve at nalı biçimindeki girişe bakıyordum. Giriş açıktı ama girişin ardında karanlıktan öte bir şey görünmüyordu. Kalenin içini görmek istediğim için köprünün üzerinde yürümeye başladım. Yarı yola geldiğimde, kapıdan, soylu, kral gibi bir Arap çıktı. Yakışıklı, esmer, beyazlar içinde bir adamdı. Bu gencin, kalenin sahibi prens olduğunu anladım. Bana saldırdı, boğuşmaya başladık ve köprünün korkuluğu kırılınca suya yuvarlandık. Başımı suyun altında tutarak beni boğmaya çalışıyordu. Bu kadarı da fazla, diye düşünüp ben de onun başını suyun içinde tutarak onu boğmaya çalıştım. Bir yandan da, ona büyük hayranlık besliyordum. Ne ölmek ne de öldürmek istiyordum; amacım, onun bayılıp dövüşü bırakmasını sağlamaktı.
Sonra sahne değişti. İkimiz kalenin ortasında, kemerli, sekizgen bir odadaydık. Odada her şey beyazdı. Çok güzel, sade bir odaydı. Açık renk duvarlar boyunca divanlar dizilmişti. Önümde, yerde, süt beyazı parşömen kâğıdının üzerine siyah harflerle olağanüstü güzellikte bir yazıyla yazılmış bir kitap duruyordu. Harfler Arap harfleri değildi. Bana daha çok Uygur harfleri gibi geldi. Bu harfleri, Turfan’daki Manicilere ait yazılardan tanıyordum. Yazının ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bu kitabın, “benim” kitabım olduğunu çünkü onu benim yazdığımı düşünüyordum. Biraz önce boğuştuğum prens solumda yere oturmuştu. Ona, onu yendiğim için bu kitabı okuması gerektiğini söyledim ama istemedi. Omzuna kolumu atıp babacan bir sabır ve şefkatle onu okumaya zorladım.. Bu kitabı okuması çok önemliydi. Sonunda razı oldu.
Bu düşteki Arap genci, yolda bize selam vermeden geçen gururlu Arap’ın eşiydi. Kalenin sahibi olması benliğin simgesi ya da benliğin elçisi olduğunu gösteriyordu. Kapısından çıktığı kale, dört köşe duvarı ve dört kale kapısıyla kusursuz bir Mandala’ydı. Beni öldürmeye çalışmış olması, İncil diliyle söylenecek olursa, Yakup’un melekle mücadelesini simgeliyordu. Düşteki genç, insanları tanımadığı için onları öldürmek isteyen, Tanrı’nın bir meleği ve habercisi gibiydi. Aslında meleğin benim içimde olması gerekirdi ama bu olanaksızdı çünkü o yalnızca meleklere özgü şeyleri biliyor, insanlığı tanımıyordu. Bu nedenle genç, başlangıçta bana düşmanca davrandı ama sonra ben kalenin efendisi oldum, o da ayağımın dibine oturup düşüncelerimi, daha doğrusu insanı öğrenmek zorunda kaldı.
Arap kültürüyle karşılaşmam beni derinden sarstı. Yaşama bizden çok daha yakın olan bu düşünmeyen insanların duygusal yapısı, bizim ancak kısa bir süre önce yenip arkamızda bıraktığımız ya da yendiğimizi sandığımız içimizdeki tarihsel katmanlara güçlü bir telkinde bulunuyor. Geride bıraktığımızı sandığımız çocukluk cennetimiz en ufak bir kışkırtmayla yeni yenilgilere düşmemize neden oluyor. Günümüz, geçmişten kaçmamız için bize baskı yaptıkça, bizi tehlikeli bir biçimde, gelecekle ilgili çocukça düşlere itiyor.
Buna karşın, çocukluk döneminin niteliği olan saflık ve bilinçsizlik, erginlik dönemine oranla, bireyin bozulmamış kişiliğinin ve bölünmemiş benliğinin resmini çok daha iyi verir. Bunun sonucunda da, ergin ve medeni bir insanın içinde bir çocuk ya da ilkel bir insan gördüğünde belirli özlemler uyanır. Bu özlemler, resmin, kişiliğin tatmin edilmemiş istek ve gereksinmelerini içeren parçalarıdır ama toplumsal kişiliğe uyma uğruna karalanmışlardır.
Afrika’ya gitmekle ruhsal bağlamda Avrupa’yı dıştan gözlemleyebileceğim bir yer bulmuş oldum. Avrupalı olmanın getirdiği etkiler ve baskılar nedeniyle kişiliğimin görünmeze dönüşmüş parçasını bilinçsizce arıyordum. Bu parça, bilincinde olmadığım bir karşıt öğe ve ben onu bastırmak için elimden geleni yapıyorum. Doğasına sadık kalarak, beni öldürmek için bilinçsiz olmamı (su altında kalmamı) sağlamaya çalışıyor. Oysa benim amacım, iç görüşümle onu daha bilinçli bir duruma getirerek ortak bir yaşam biçimi bulabilmek. Arap gencin koyu teni onun bir gölge olduğunu gösteriyor ama bu kişiselden çok ırksal bir gölge ve toplumsal yüzümden çok öz kişiliğimle, yani benliğimle bağlantılı. Kalenin efendisi olduğuna göre benliğin bir tür gölgesi olarak yorumlanması doğru olur. Yaygın olan, mantıklı Avrupalı tipi, insanca olan birçok şeyi kendine yabancı bulur. Gurur duyduğu mantığını canlılığını kaybederek kazandığının ve bu nedenle kişiliğinin ilkel yönünün yeraltında varlığını sürdürmeye mahkûm olduğunun farkında bile değildir.
Düş, Kuzey Afrika’yı tanımamın beni nasıl etkilediğini gösteriyor. O süreçte, en büyük tehlike, Avrupalı bilincimin, ansızın, bilinçdışı benliğimin şiddetli bir saldırısına uğramasıydı. Bu durumun bilincinde olmadığım gibi, Avrupalılığım bana her attığım adımda hatırlatıldığı için kendimi üstün bile görüyordum. Bu da kaçınılmazdı çünkü Avrupalı olduğum için o insanlardan çok farklı bir yapıdaydım ve bu fark hemen belli oluyordu. İçimde, o yabancıların kişilik parçalarını bu denli yoğun bir biçimde almaya hazır bilinçdışı güçlerin varlığından da haberim yoktu ve bu durumu çok güçlü bir çelişki izledi ve düş, bu çelişkiyi öldürmeye teşebbüsle simgeledi.
Hissettiğim rahatsızlığın gerçek nedenini ancak birkaç yıl sonra, Afrika’nın tropikal bölgesinde kaldığım sırada anladım. Aslında, “derinin altının kararması” denilen bu durum, Afrika’da, köklerinden kopmuş Avrupalıları tehdit eden ve yeterince önemsenmeyen bir tehlikedir. Böyle durumlarda, çoğu zaman aklıma Hölderlin’in sözleri gelir. “Tehlike olan yerde kurtuluş da vardır,” demişti. Kurtuluşu, uyarıcı düşler yoluyla bilinçdışı dürtüleri bilinçli bir duruma getirerek sağlayabiliriz. Bu düşler, içimizde bilinçdışının etkilerine boyun eğmeyen, tersine, onunla karşılaşmak için istekle hareket eden bir şeyin olduğunu ve o şeyin kendisini gölgeyle özdeşleştirdiğini gösterirler. Bazen bir çocukluk anısı ansızın bilincimizde öylesine canlı duygular uyandırır ki, kendimizi gerçekten o âna dönmüş sanırız. Öyle durumlarda olduğu gibi, görünüşte yabancı ve tümüyle farklı Arap ortamı da, unuttuğumuz ama aslında çok iyi bildiğimiz, tarihöncesi geçmişimizden gelen arketip bir anıyı canlandırabilir ve bazı yerlerde varlığını sürdürmesine karşın, medeniyetin örttüğü bir yaşam potansiyelini anımsatır. Bunu safça yaşamaya kalktığımızda bu, barbarlığa dönüş demek olur. Bu nedenle unutmayı yeğleriz ama bu durum kendini bir çelişki olarak yansıtıyorsa, o zaman, bunu bilincimizde tutup iki ayrı olasılığı gözden geçirmemiz gerekir. Birinci olasılık yaşadığımız hayat, ikincisi de unuttuklarımızdır. Bunu yapmamız gerekir çünkü kaybolmuş bir şey yeterince neden olmadan yeniden su yüzüne çıkmaz. Yaşam sürecindeki ruhsal yapılarda hiçbir şey mekanik değildir; her şey bütünle bağlantılıdır ve onun tutumuna uyar, yani her şeyin bir amacı ve anlamı vardır. Oysa bilinç, bütünü göremediği için bu anlamı çıkaramaz. Bu nedenle, şimdilik, bu olguyu ortaya koymakla yetinmeli, benliğin gölgesiyle bu çatışmanın bağlantısının önemini ortaya çıkarmayı, ilerde yapılacak araştırmalara bırakmalıyız. Ben o zamanlar, ne bu arketip deneyimin yapısını ne de tarihteki örneklerini biliyordum. Düşün anlamını tümüyle çözemememe karşın hiç unutmadım. İlk fırsatta, bir kez daha Afrika’ya gitmek istiyordum. Bu isteğin gerçekleşmesi için aradan beş yıl geçmesi gerekti.
1920 yılının başında bir arkadaşım, iş için Tunus’a gideceğini ve ona eşlik etmek isteyip istemediğimi sordu. Hemen kabul ettim. Mart ayında yola çıktık ve ilk önce Cezayir’e gittik. Kıyıyı izleyerek Tunus’a geçtik, sonra da Suse’ye. Arkadaşımı orada işiyle baş başa bırakıp ayrıldım.
Uzun yıllar boyunca, Avrupa dışında, Avrupa dillerinin konuşulmadığı, Hıristiyan kavramlarının egemen olmadığı ve farklı bir ırkın farklı bir geleneğe ve felsefeye göre yaşadığı bir yerlere gitmek istemiştim. Avrupa’nın yabancı bir ortamdan, bir yabancının gözüyle nasıl göründüğünü hiç olmazsa bir kez görmek istiyordum. Sonunda bu gerçekleşti. Ne yazık ki Arapça bilmiyordum ama bunun biraz yararı da oldu. İnsanları ve onların davranış biçimlerini çok daha dikkatli izlemek zorunda kaldım. Saatlerce bir kahvede oturup insanların bir tek kelimesini bile anlamadığım bir dilde konuşmalarını dinledim. El kol hareketlerini, özellikle duygulandıklarında yüzlerinde beliren ifadeyi ve bir Avrupalıyla konuşurken davranışlarındaki belli belirsiz değişikliği izledim. Böylece, olabildiğince farklı bir gözle bakmayı ve farklı bir çevredeki bir Avrupalının nasıl biri olduğunu anlayabildim.
Avrupalılar, Ortadoğuluları sakin ve ilgisiz diye nitelendirirler. Oysa bence bu bir maske ve o maskenin arkasında nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk ve –az da olsa– sıkıntı var. Kuzey Afrika’ya adım attığım andan itibaren garip bir etkinin altındaydım. Ülkede garip bir koku olduğunu düşünüyordum. Sanki ülkenin topraklarına işlemiş bir kan kokusuydu bu. Topraklarda üç ayrı medeniyetin yok olduğu aklıma geldi. Kartacalılar, Romalılar ve Hıristiyanlar oralardan gelip geçmişlerdi. Teknoloji çağının İslam dünyasına ne getireceğiyse henüz belli değildi.
Suse’den Sefakis’e, oradan da Sahra Çölü’ndeki bir vaha kenti olan Tuzur’a gittim. Kent, bir platonun kenarına, biraz yüksekçe bir yere kurulmuş. Kentin eteklerinden suları ılık ve biraz tuzlu birçok kaynak fışkırıyor ve tüm vaha bu kaynaklardan çıkan binlerce küçük kanalla sulanıyor. Altlarında şeftali, kayısı ve incir ağaçlarının yeşerdiği kule gibi yükselen palmiye ağaçları, yeşil bir çadır gibi gölge veriyorlar. Yeri de inanılmaz tonlarda bir yeşil kaplamış. Bu yeşilliğin içinde yalıçapkınları bir mücevher gibi parlıyor ve bu yeşil gölgeliğin altında, beyazlara bürünmüş insanlar dolaşıyor. Aralarında birbirine sarılmış dolaşan çiftler de var. Büyük bir olasılıkla bunlar eşcinseldi. Klasik Yunan Çağı’nı anımsadım. O zamanlar bu eğilimler erkek toplumunun ve kentin belkemiğini oluştururmuş. Burada erkeklerin erkeklerle, kadınların da kadınlarla konuştuğu belli. Ortada çok az kadın var. Onlar da, rahibeler gibi baştan aşağı kapalı. Peçesi açık çok az kadın gördüm. Rehberimin söylediğine göre bunlar fahişeymiş. Ana caddelerde erkekler ve çocuklar çoğunluktaydı.
Rehberim eşcinselliğin yaygın olduğu izlenimimi onayladı ve bunun doğal sayıldığını söyledi ve hemen teklifte bulundu. İyi niyetli rehberimin, o anda aklımda şimşek gibi çakan düşünceden haberi yoktu. Yüzyıllar öncesine, yarım yamalak Kuran bilgileriyle, çok eskiden beri içinde oldukları yarı aydınlık bilinçli durumlarından kurtulup kuzeyden gelen tehditlere karşı kendilerini koruyabilmek için varoluşlarının bilincine varmaya çalışan bu insanların saf ergenlik çağlarına dönmüştüm. Yüzyıllardır değişmeyen varoluşu düşünürken Avrupa’nın hızlı temposunu simgeleyen cep saatim aklıma geldi. Kuşkusuz, bu hızlı tempo bir kara bulut gibi, bu hiç kuşkulanmayan insanların ruhlarının üzerinde dolaşıyordu. Onları, avcıyı görememelerine karşın onu sezebildikleri için kendilerini biraz huzursuz hisseden kurbanlara benzettim, yani zaman tanrısı, hâlâ sonsuzlukla eşanlamlı sayılabilecek sürekliliği yakında parça parça edip saatlere, dakikalara ve saniyelere bölecekti. Bundan kaçınmaları olanaksızdı.
Tuzur’dan Nefta Vahası’na gitmek için rehberimle birlikte güneş doğmadan yola çıktık. Yükümüz ağırdı ama katırlar hızlı gidebiliyorlardı. Vahaya yaklaşırken beyazlar içinde bir atlı yaklaştı. Bize selam bile vermeden gümüş kakmalı semeri olan bir katıra bindi ve gururla bize eşlik etmeye başladı. Zarif ve etkileyici bir adamdı. Kol saati bir yana, cep saati bile olmadığı belliydi. Kuşkusuz, kendisini irdelemeye kalkmadığı için her zaman olduğu gibi kalmış bir insandı. Avrupalının biraz şaşkın havası onda yoktu. Avrupalı, yüzyıllar önceki insan olmadığını bilir ama o zamandan bu zamana neye dönüştüğünü bilmez. Kolundaki saat ona, Ortaçağ’ın ve onunla eşanlamlı olan ilerlemenin onun sırtına bindiğini ve ondan bir daha geri gelmeyecek bir şeyler alıp götürdüğünü söyler. O da, hafif bavullarını alır ve giderek artan bir hızla belirsiz amaçlara doğru yolculuğunu sürdürür. Yerçekiminden ve onunla bağlantılı bütünleşememe duygusundan kurtulmanın yerini, onu, değişik hızların gerçeğine iten ama zamanını çalan gemiler, trenler, uçaklar ve roketler gibi düşsel zaferleriyle doldurmaya çalışır.
Sahra Çölü’nde ilerledikçe zaman daha da yavaşladı ve neredeyse geriye doğru gidiyor gibi gelmeye başladı. Yerden dalga dalga yükselen sıcak, kendimi bir düşteymiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Vahadaki palmiyeleri ve evleri gördüğümde, o vahanın yüzyıllardır orada var olduğunu ve tam gerektiği gibi olduğunu düşündüm.
Ertesi sabah, ne olduğunu anlayamadığım sesler duyarak uyandım. Kaldığım hanın önündeki meydan, bir gece önce boştu, oysa o anda insanlar, develer, katırlar ve eşekler meydanı doldurmuşlardı. Develer değişik tonlarda sesler çıkararak her zamanki memnuniyetsizliklerini gösteriyor, eşeklerin her biri ayrı bir tonda anırıyor, insanlar da ellerini kollarını sallayarak bağırıyor, heyecan içinde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Ürkütücü bir görüntüleri vardı. Rehberim, o günün önemli bir bayram olduğunu ve kadıya tarla işlerinde yardım etmek için birçok çöl kabilesinin iki günlüğüne orada toplandığını söyledi. Kadı, yoksullara yardım edermiş ve vahada birçok tarlası varmış. Çevreden, yeni bir tarla açıp su kanalları döşemek için gelmişler.
Meydanın bir köşesinde bir toz bulutu yükseldi; yeşil bir bayrak açıldı ve davullar çalmaya başladı. Ellerinde sepetler taşıyan vahşi görünümlü bir alay insanın ortasında saygı uyandıran ak sakallı yaşlı bir adam gördüm. Sanki, hep yüz yaşındaymışçasına yapmacıksız bir onurla çevreyi izliyordu. Beyaz bir katırın üzerinde gelen bu adam kadıydı. Çevresindeki erkekler darbuka çalarak dans ediyorlardı. Tozdan göz gözü görmüyor, yakıcı sıcağın altında insanlar çılgın bir coşku içinde haykırıyorlardı. Alay, çılgın gibi, büyük bir azim içinde vahaya doğru aktı gitti. Sanki savaşa gidiyorlardı.
Alayı uzaktan izledim. Rehberim işin yapılacağı yere varana dek yaklaşmamızı istemiyor gibiydi. Burada heyecan daha da arttı. Davullar daha hızlı çalmaya, insanlar daha çok bağırmaya başladılar. Bir karınca yuvasına çomak sokulmuşçasına her şey inanılmaz bir hızla yapılıyordu. Kimi tepeleme toprak doldurduğu sepetini taşıyor, kimi davul eşliğinde dans ediyor, kimileri de çılgın bir hızla hendekler kazıp su toplama yerleri yapıyorlardı. Bu karışıklığın ortasında kadı, beyaz katırının üzerinde, yaşlılara özgü o yumuşak, onurlu ama bezgin ifadeyle dolaşıyor ve büyük bir olasılıkla sağa sola ne yapmaları gerektiğini söylüyordu. Gittiği her yerde iş daha da hızlanıyor ve insanlar daha çok bağırmaya başlıyorlardı. Bu fonun önünde kutsal adam, sakin görüntüsüyle olağanüstü etkileyici bir izlenim veriyordu. Akşama doğru, adamların yoruldukları belli olmaya başladı. Develerinin yanına yatıp derin bir uykuya daldılar. Gece olduğunda, köpeklerin kaçınılmaz bir ağızdan ulumalarından sonra, çevreye, beni her zaman çok duygulandıran müezzinin sesi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte duyulana dek, derin bir sessizlik çoktu.
Gördüklerimden bir şeyler öğrendim. Bu insanları duyguları yönetiyordu. Bilinçleri bir yandan yerlerine uyum sağlamalarına ve dış etkileri almalarına yarıyor, bir yandan da dürtülerinin ve duygularının etkisi altında kalıyor, ama bunu düşünceye geçiremedikleri için bağımsız bir “benlik” olgusu oluşmuyordu. Aslında, biraz daha karmaşık olmamıza karşın, Avrupalının durumu da bundan pek farklı değil. Avrupalının tek farklı yönü, belirli bir oranda iradeye sahip olması ve amaçlarına yönelebilmesi. Bizde eksik olan, yaşamı yoğun yaşayabilmek.
Yerlilerin etkisi altında kalmamaya bakarken bedenim etkilendi. Bağırsak iltihabından hastalandım ama yerlilerin pirinç suyu ve kalomeli sayesinde birkaç günde kendime geldim.
Tunus’a geri döndüğümde düşüncelerle doluydum. Marsilya’ya gitmek üzere yola çıkmadan bir gece önce, tüm gördüklerimi özetleyen bir düş gördüm. Aynı anda iki ayrı düzeyde yaşamaya kendimi alıştırmıştım. Bunlardan biri, anlamaya çalışan ama anlamayan bilinç düzeyim, öbürü de bir şeyi ifade etmek isteyen ama bunu yalnızca düş yoluyla ifade edebilen bilinçdışı düzeyimdi.
Düşümde, çoğunda olduğu gibi bir kalesi olan bir Arap kentindeydim. Kent düz bir alana kurulmuştu. Çevresi dört köşe duvarlarla çevriliydi ve dört kapısı vardı. Kulenin çevresi, Araplarda pek olmayan, su dolu bir hendekle çevrilmişti. Suyun üzerindeki tahta bir köprünün başında duruyor ve at nalı biçimindeki girişe bakıyordum. Giriş açıktı ama girişin ardında karanlıktan öte bir şey görünmüyordu. Kalenin içini görmek istediğim için köprünün üzerinde yürümeye başladım. Yarı yola geldiğimde, kapıdan, soylu, kral gibi bir Arap çıktı. Yakışıklı, esmer, beyazlar içinde bir adamdı. Bu gencin, kalenin sahibi prens olduğunu anladım. Bana saldırdı, boğuşmaya başladık ve köprünün korkuluğu kırılınca suya yuvarlandık. Başımı suyun altında tutarak beni boğmaya çalışıyordu. Bu kadarı da fazla, diye düşünüp ben de onun başını suyun içinde tutarak onu boğmaya çalıştım. Bir yandan da, ona büyük hayranlık besliyordum. Ne ölmek ne de öldürmek istiyordum; amacım, onun bayılıp dövüşü bırakmasını sağlamaktı.
Sonra sahne değişti. İkimiz kalenin ortasında, kemerli, sekizgen bir odadaydık. Odada her şey beyazdı. Çok güzel, sade bir odaydı. Açık renk duvarlar boyunca divanlar dizilmişti. Önümde, yerde, süt beyazı parşömen kâğıdının üzerine siyah harflerle olağanüstü güzellikte bir yazıyla yazılmış bir kitap duruyordu. Harfler Arap harfleri değildi. Bana daha çok Uygur harfleri gibi geldi. Bu harfleri, Turfan’daki Manicilere ait yazılardan tanıyordum. Yazının ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bu kitabın, “benim” kitabım olduğunu çünkü onu benim yazdığımı düşünüyordum. Biraz önce boğuştuğum prens solumda yere oturmuştu. Ona, onu yendiğim için bu kitabı okuması gerektiğini söyledim ama istemedi. Omzuna kolumu atıp babacan bir sabır ve şefkatle onu okumaya zorladım.. Bu kitabı okuması çok önemliydi. Sonunda razı oldu.
Bu düşteki Arap genci, yolda bize selam vermeden geçen gururlu Arap’ın eşiydi. Kalenin sahibi olması benliğin simgesi ya da benliğin elçisi olduğunu gösteriyordu. Kapısından çıktığı kale, dört köşe duvarı ve dört kale kapısıyla kusursuz bir Mandala’ydı. Beni öldürmeye çalışmış olması, İncil diliyle söylenecek olursa, Yakup’un melekle mücadelesini simgeliyordu. Düşteki genç, insanları tanımadığı için onları öldürmek isteyen, Tanrı’nın bir meleği ve habercisi gibiydi. Aslında meleğin benim içimde olması gerekirdi ama bu olanaksızdı çünkü o yalnızca meleklere özgü şeyleri biliyor, insanlığı tanımıyordu. Bu nedenle genç, başlangıçta bana düşmanca davrandı ama sonra ben kalenin efendisi oldum, o da ayağımın dibine oturup düşüncelerimi, daha doğrusu insanı öğrenmek zorunda kaldı.
Arap kültürüyle karşılaşmam beni derinden sarstı. Yaşama bizden çok daha yakın olan bu düşünmeyen insanların duygusal yapısı, bizim ancak kısa bir süre önce yenip arkamızda bıraktığımız ya da yendiğimizi sandığımız içimizdeki tarihsel katmanlara güçlü bir telkinde bulunuyor. Geride bıraktığımızı sandığımız çocukluk cennetimiz en ufak bir kışkırtmayla yeni yenilgilere düşmemize neden oluyor. Günümüz, geçmişten kaçmamız için bize baskı yaptıkça, bizi tehlikeli bir biçimde, gelecekle ilgili çocukça düşlere itiyor.
Buna karşın, çocukluk döneminin niteliği olan saflık ve bilinçsizlik, erginlik dönemine oranla, bireyin bozulmamış kişiliğinin ve bölünmemiş benliğinin resmini çok daha iyi verir. Bunun sonucunda da, ergin ve medeni bir insanın içinde bir çocuk ya da ilkel bir insan gördüğünde belirli özlemler uyanır. Bu özlemler, resmin, kişiliğin tatmin edilmemiş istek ve gereksinmelerini içeren parçalarıdır ama toplumsal kişiliğe uyma uğruna karalanmışlardır.
Afrika’ya gitmekle ruhsal bağlamda Avrupa’yı dıştan gözlemleyebileceğim bir yer bulmuş oldum. Avrupalı olmanın getirdiği etkiler ve baskılar nedeniyle kişiliğimin görünmeze dönüşmüş parçasını bilinçsizce arıyordum. Bu parça, bilincinde olmadığım bir karşıt öğe ve ben onu bastırmak için elimden geleni yapıyorum. Doğasına sadık kalarak, beni öldürmek için bilinçsiz olmamı (su altında kalmamı) sağlamaya çalışıyor. Oysa benim amacım, iç görüşümle onu daha bilinçli bir duruma getirerek ortak bir yaşam biçimi bulabilmek. Arap gencin koyu teni onun bir gölge olduğunu gösteriyor ama bu kişiselden çok ırksal bir gölge ve toplumsal yüzümden çok öz kişiliğimle, yani benliğimle bağlantılı. Kalenin efendisi olduğuna göre benliğin bir tür gölgesi olarak yorumlanması doğru olur. Yaygın olan, mantıklı Avrupalı tipi, insanca olan birçok şeyi kendine yabancı bulur. Gurur duyduğu mantığını canlılığını kaybederek kazandığının ve bu nedenle kişiliğinin ilkel yönünün yeraltında varlığını sürdürmeye mahkûm olduğunun farkında bile değildir.
Düş, Kuzey Afrika’yı tanımamın beni nasıl etkilediğini gösteriyor. O süreçte, en büyük tehlike, Avrupalı bilincimin, ansızın, bilinçdışı benliğimin şiddetli bir saldırısına uğramasıydı. Bu durumun bilincinde olmadığım gibi, Avrupalılığım bana her attığım adımda hatırlatıldığı için kendimi üstün bile görüyordum. Bu da kaçınılmazdı çünkü Avrupalı olduğum için o insanlardan çok farklı bir yapıdaydım ve bu fark hemen belli oluyordu. İçimde, o yabancıların kişilik parçalarını bu denli yoğun bir biçimde almaya hazır bilinçdışı güçlerin varlığından da haberim yoktu ve bu durumu çok güçlü bir çelişki izledi ve düş, bu çelişkiyi öldürmeye teşebbüsle simgeledi.
Hissettiğim rahatsızlığın gerçek nedenini ancak birkaç yıl sonra, Afrika’nın tropikal bölgesinde kaldığım sırada anladım. Aslında, “derinin altının kararması” denilen bu durum, Afrika’da, köklerinden kopmuş Avrupalıları tehdit eden ve yeterince önemsenmeyen bir tehlikedir. Böyle durumlarda, çoğu zaman aklıma Hölderlin’in sözleri gelir. “Tehlike olan yerde kurtuluş da vardır,” demişti. Kurtuluşu, uyarıcı düşler yoluyla bilinçdışı dürtüleri bilinçli bir duruma getirerek sağlayabiliriz. Bu düşler, içimizde bilinçdışının etkilerine boyun eğmeyen, tersine, onunla karşılaşmak için istekle hareket eden bir şeyin olduğunu ve o şeyin kendisini gölgeyle özdeşleştirdiğini gösterirler. Bazen bir çocukluk anısı ansızın bilincimizde öylesine canlı duygular uyandırır ki, kendimizi gerçekten o âna dönmüş sanırız. Öyle durumlarda olduğu gibi, görünüşte yabancı ve tümüyle farklı Arap ortamı da, unuttuğumuz ama aslında çok iyi bildiğimiz, tarihöncesi geçmişimizden gelen arketip bir anıyı canlandırabilir ve bazı yerlerde varlığını sürdürmesine karşın, medeniyetin örttüğü bir yaşam potansiyelini anımsatır. Bunu safça yaşamaya kalktığımızda bu, barbarlığa dönüş demek olur. Bu nedenle unutmayı yeğleriz ama bu durum kendini bir çelişki olarak yansıtıyorsa, o zaman, bunu bilincimizde tutup iki ayrı olasılığı gözden geçirmemiz gerekir. Birinci olasılık yaşadığımız hayat, ikincisi de unuttuklarımızdır. Bunu yapmamız gerekir çünkü kaybolmuş bir şey yeterince neden olmadan yeniden su yüzüne çıkmaz. Yaşam sürecindeki ruhsal yapılarda hiçbir şey mekanik değildir; her şey bütünle bağlantılıdır ve onun tutumuna uyar, yani her şeyin bir amacı ve anlamı vardır. Oysa bilinç, bütünü göremediği için bu anlamı çıkaramaz. Bu nedenle, şimdilik, bu olguyu ortaya koymakla yetinmeli, benliğin gölgesiyle bu çatışmanın bağlantısının önemini ortaya çıkarmayı, ilerde yapılacak araştırmalara bırakmalıyız. Ben o zamanlar, ne bu arketip deneyimin yapısını ne de tarihteki örneklerini biliyordum. Düşün anlamını tümüyle çözemememe karşın hiç unutmadım. İlk fırsatta, bir kez daha Afrika’ya gitmek istiyordum. Bu isteğin gerçekleşmesi için aradan beş yıl geçmesi gerekti.
Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları