Kapitalizmde siyasi ilişkiler tamamen insanlık dışıdır. Bu durum, vatanseverlik kavramında uygun bir biçimde özetlenebilir. Marx bu kadar açık söylememesine rağmen “vatanseverlik” dendiğinde genel olarak anlaşılan; devletle ilişkilendirilen, kopuk ve kişisel olmayan bir tür aidiyeti ifade eder.
Vatansever olmak, birinin, yaşayan gerçek insanlara karşı değil; soyut topluluğa karşı görevleri olduğunu kabul etmektir. Bu ise, aradaki insani bağlar kesildikten sonra toplumsal bütünü bir arada tutan yabancılaşma ağlarından başka bir şey değildir aslında. Vatanseverlik, birilerinin kafasına yerleştirdiği hiç de rahat olmayan bir şapkadan, bayrak direğine çektiği renkli bir kumaş parçasına kadar siyasi etkinliğin bütün ürünlerini şeyleştirmektir. Diğer insanlar sadece vatansever dostlar olarak görülür; sadece, bir kâğıtla, bir şapkayla, bir bez parçasıyla, bir şarkıyla, bir silahla aynı aşağılayıcı ilişkileri paylaşan birileri olarak. Bu ilişkiler aşağılayıcıdır; çünkü insani gereksinimlerin karşılanması değil de, bu gereksinimlerin yok edilmesi üzerinde yükselen bir topluluğun tatmin edilmesi için orada dururlar.
I
Eğer “sınıf”, yalıtılmış bireyin kendi sosyo-ekonomik yaşam koşullarını paylaşan diğer insanlarla ve bu grubun üyesi olarak kendisi ve aynı biçimde oluşmuş diğer gruplarla ilişkisini yansıtıyorsa, o zaman “devlet” de böylesi her bir bireyin bir bütün olarak toplumla ilişkisini yansıtır. Yalıtılmış bireylerin aynı ve karşıt sınıflarla etkileşimi toplumla olan ilişkilerini içerdiği için, devlet aslında sınıf İlişkisinin bir yönüdür. Yine de yukarıda yapılan sınıf ve devlet ilişkileri arasındaki ayrım işimizi kolaylaştıracaktır. İnsanların birbirlerine genel topluluğun üyeleri, yani yurttaş olarak bağlı oldukları her zaman (ne yaptıkları ve ne istediklerinden bağımsız olarak) siyasetle uğraştıkları söylenebilir.
Marx’a göre bir insanın kapitalizmde yurttaş olarak yaşaması oldukça sancılıdır. Özel yaşamı, eksiksiz uygulanmaları kamusal bir alan gerektiren nitelikler için yetersiz bir çıkış noktası sunar. Örneğin, ne yapacağına karar vermek doğası gereği kendisine aittir ama bu hak, son derece dar kişisel konular düzeyine indirgenir; toplum içindeki duruşuna etki eden her şey başkaları tarafından karara bağlanır. Kendisine etki eden her şeyi yönetmek insanın doğasında vardır ama bu beceri, kendi kişisel meselelerini yönetme düzeyine indirgenir; kişi kamusal alanda tümüyle başkaları tarafından yönetilir. Bunun yanında, kendisini ve doğrudan temasa geçtiği insanları yargılamak doğasında vardır ama sadece kendisini yargılayabilir; kişiler arası ilişkilerini içeren bütün konuları başkalarının yargısına bırakır. Yurttaş olarak yaşamında yeteneklerinin ve gereksinimlerinin bütün özgünlükleri göz ardı edilir ve birey herkesle matematiksel bir eşitlik içindeymiş gibi davranır, kendisine de böyle davranılır. Bu bozulmayı değerlendirmek için bunu Marx’ın komünizmde öngördüğü durumla karşılaştırmak gerekir. Komünizmde birinin kendi bakımını üstlenmesi ile başkalarının bakımını üstlenmesi arasındaki ayrışma ortadan kalkmıştır. Zira birey “insani, yani toplumsal varlık tarzına” geri dönmüştür.
Kapitalizmde devlet, siyasal hayattan yapılan bir soyutlamadır; aynı, değerin ekonomik hayattan yapılan bir soyutlama olması gibi. Devlet, yabancılaşmış siyasi etkinliğin soyut ürünüdür; değer, yabancılaşmış üretici etkinliğin soyut ürünüdür. Nasıl ki değer, metanın, sermayenin ve paranın somut formlarında gerçekleştiğinde insanın üzerinde bir güç haline gelir; devlet de hükümetin kurumlarıyla (yasama, yürütmenin birimleri, mahkemeler, siyasi partiler, anayasalar, kanunlar) ifade edildiğinde insan üzerinde güç uygulamaya başlar. Topluluk ilişkilerinde insanların kendilerine yardımcı olması amacıyla yarattıkları bir ürün olan devletin bütün formları, incelediğimiz diğer aracı kurumların hepsi gibi, aracılık etmeleri gereken güçleri sahiplenirler. Marx devletin, insanın “bütün insani özgürlüklerini ” teslim ettiği aracı kurum olduğunu iddia ediyor.
Marx’ın devletten, özel mülkiyet hukukuna tabi olan bir “üretim tarzı” ve “bireylerden bağımsız bir varoluş kazanmış” güç olarak bahsetmesine izin veren, hem insanın özgürlüklerini devretme etkinliği hem de bu etkinliğin zorunlu sonuçlarıdır.
Değer gibi devlet de kapitalist toplumun yabancılaşmış ilişkilerini yansıtır. Bir kullanım değeri vardır; bu kullanım değeri, farklı formlarının hizmet etmesi beklenen amaçları yansıtır. Bir de mübadele değeri vardır; bu formları etkilemede paranın oynadığı rol, mübadele değerinin kanıtıdır. Yine değer gibi, devlet de insanların sahte eşitliğine; ama bu sefer ortak yurttaşlığına dayanır. İşçilerin maddi ürünlerini yabancı bir varlık gibi ele almalarının bir benzeri, burada da karşımıza çıkar; insanlar, siyasi etkinliklerinin somut ürünlerini, kendi ürünleri olarak görmezler. Metalar gibi, insanın siyasi ürünleri de yabancılaşma koşulları altında sahiplenildiği için kendi başlarına bir yaşama ve harekete kavuşurlar. Bu başkalaşım, siyasi ürünleri insanın iradesinden bağımsız çeşitli formlara sürükler. Bu şekilde, basit oy verme davranışı örneğin, parlamentonun devamına katkıda bulunur. Parlamentolar, kanunlar ve diğerleri ise; yarı-kutsal bir varlık kisvesine bürünerek kendi yaratıcılarından saygı beklerler. İktisatta karşımıza çıkan fetişizmin aynısı siyasette de aynı derecede yaygın ve başarılıdır. Anayasaların, kendilerini yazan insanları nasıl manipüle ettiklerini düşünün. Onlara kutsal kitaplarmış gibi bakanlardan hiç söz etmiyorum bile.
Değer ve devlet arasında yaptığımız karşılaştırma daha da ileri götürülebilir: Kapitalist sanayinin ürünleri olarak herhangi bir nesnenin insan üzerindeki gücü, öncelikli olarak, ona yabancı ve düşman insanların bu nesneler üzerindeki kontrol ilişkisinde yatar. Fabrikada işçilerin kapitalist patronlarıyla aralarındaki bağın bir eşi, yurttaşla devleti yönetenler arasında kurulur. Her ikisi de değer ve sınıf ilişkisidir ve her birinde yabancılaşma, kullanım değerinin aktarılmasıyla gerçekleşir. İşçilerin, emek güçlerinin kullanım değerinden, emeklerinden ve bunların yanında bütün ürünlerinden vazgeçmeleri gibi; insanlar da vatandaş olarak siyasi etkinliklerinin kullanım değerinden (herkes adına yasama, yürütme ve yargılama yapmaktan) ve bu etkinliği takip eden siyasi etkileşimin ürettiği ürünlerin kullanım değerinden vazgeçerler. Bu gibi araçlar kapitalistlerin, sermayenin ve toprak mülkiyetinin kullanım değerini tasarruf etmelerine olanak tanır; yöneticilerin ise yasamanın ve mahkemelerin kullanım değerini tasarruf etmelerini sağlar. Marx’a göre demokratik bir süreçmiş gibi görünmesine rağmen, kapitalist siyasi kurumlara ve bu kurumlar aracılığıyla bütün vatandaşların kamusal yaşamına egemen olan kişiler, halk denetiminin dışındadır. Seçimler için koparılan yaygaraya karşın hükümet, hep burjuva hükümettir; burjuvazi için çalışan hükümettir; parti değişiklikleri, burjuva partiler arasındaki bir değişikliktir.
Kapitalizmde siyasi yabancılaşmanın bir diğer yönü, devlet kurumlarının artan nüfusla birlikte merkezileşmesidir. Bu merkezileşme o kadar ileri gitmiştir ki, yöneten ve yönetilenin yüz yüze iletişimi ortadan kalkmıştır. Sonucunda, yöneticiler belli belirsiz hayali varlıklar olarak kalırlar; onlardan bir şey istemeyi bir tarafa bırakın, onların varlıklarına inanmak bile hayli zordur. Yine bir sonuç olarak, insanlar artık kendilerini yöneticileriyle özdeşleştirmezler. Siyasi bağın mülkiyete dayalı olması yanında, devlet birimlerinin daha küçük ve bu nedenle de uyruklara daha yakın olduğu feodalizmde bu özdeşleştirme daha fazladır. O halde feodalizmde devlet ve yurttaşlar arasındaki etkileşim, bu etkileşimin fiili sonuçları zaman zaman daha ağır olmasına rağmen daha kişisel olduğu için bir bütün olarak daha insaniydi.
II
Devlet nereden geliyor? Marx’a göre, sınıfların doğmasına neden olan insani ilişkilerin parçalanması, devletin de kökenini oluşturur. Bu ise, gördüğümüz gibi, iş bölümü ve özel mülkiyet arasında daha önceden gerçekleşen etkileşimin bir parçası olarak ortaya çıkar. İş bölümü sayesinde birbirlerinin gereksinimlerini karşılayan bütün bireyler, karşılıklı bağımlılıkları nedeniyle ortak bir çıkara sahiptir. Bu ortak çıkar, iş birliği koşullarında kendisini gösterir ve “herkes yaptığı işi, herkesin iyiliği için yapmayı sürdürsün” sözünde ifadesini bulur.
Ancak, ortak çıkarları oluşturan aynı iş bölümü, özelleşmiş işlerde birçok tikel çıkar da üretir. Her bir tikel çıkar, farklı bir gruba aittir. Ortak ve tikel çıkarlar yan yana var olurlar, aynı kurumun iki yüzü gibi görünürler. Şimdi ise, tikel çıkarlarının peşinden koşarken bireyler, ortak çıkarı gözden kaçırıyor gibidirler. Etkinliklerinin kendi hayatları ve mutlulukları üzerindeki kesin olmayan etkisi tam bir yoğunlaşma gerektirdiğinden, etkinliklerinin diğer insanlar üzerindeki etkilerini görmek için arkalarını dönüp bakamazlar. Sonuç şudur: Kendi işbirliklerinin ürünü olmasına rağmen, bireyler toplumun varlığının farkında değillerdir; ta ki onunla çatışmaya girinceye, kişisel çıkarlarını doyurma girişimlerinde bir engelle karşılaşıncaya kadar. Ya da Marx’ın deyişiyle, insanlar her zaman topluma aittir; “sadece ortalama bireyler olarak; sadece sınıflarının koşullarına uygun yaşayarak.”
Ortak çıkar, birbiriyle yarışan çok sayıdaki tikel çıkarın gölgesinde kaybolunca, toplum da bir savaş alanı haline gelir. İnsanlar diğer insanları, sadece onlara karşı mücadele ederken tecrübe ederler. Böyle bir durumda, iş bölümünün kurduğu iş birliği koşulları “ayrık bireyler karşısında bağımsız bir varoluş” kazanır ve “onlara yabancı bir bağ” haline gelir. Iş birliği içinde olduklarını bilmeyen insanlar, hangi araçları kullanarak iş birliği yaptıkları konusunda doğru düzgün bir tahmin yürütemez ve bu araçları kontrol edemezler. Bu araçlar kendilerinden ayrı duruyormuş gibidir; ama aynı zamanda ona karşı garip, zorlayıcı bir bağlılık da duyarlar (çünkü karşılıklı bağımlılıktan kaçamazlar). Toplumsal ilişkilerin sınıfta bağımsız bir varoluş kazanması gibi, (bireyler ve toplum arasındaki etkileşim olarak tanımlayabileceğimiz ve bu haliyle bireylerin toplumsal ilişkilerinin bir yönü olan) siyasal ilişkiler de devlette bağımsız bir varoluş kazanır.
Marx’a göre:
Toplumsal güç, yani iş bölümünün koşullandırdığı ve çeşitli bireylerin iş birliğinden doğan çoğalmış üretici güç, bu bireylere bir araya gelmiş kendi öz güçleri gibi görünmez. İş birliğinin kendisi gönüllü değil, doğal olduğu için bu güç bireylere, kendilerinin dışında yer alan, nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmedikleri; bu yüzden de artık hükmedemedikleri, tersine, şimdi insanların iradesinden ve eylemlerinden bağımsız bir dizi gelişim evresinden, aşamasından geçen, insanların irade ve eylemlerini yöneten yabancı bir güç gibi görünür.
Böylece devlet, karşılıklı bağımlılığın evrensel olduğu ama gereğinin hiçbir yerde tam olarak yapılmadığı bir durumun ifadesi olarak, sınıflara ayrılmış toplumlara uygun bir ortaklaşalık biçimi olarak doğar. Devlet İlişkisi, daha geniş olan sınıf İlişkisinin bir yüzüdür; ikisi birlikte ortaya çıkar ve birbirlerine bağlıdırlar ve her ikisi de komünizmde yok olmaya mahkûmdur.
Devletin gerçek kurumları birey üzerinde düşmanca bir egemenlik uygular; çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bu kurumlar belli bir sınıfa mensup, bireye yabancı ve düşman kişilerin egemenliği altındadır. Yine, ortak çıkar olduğu gibi tanınmadığı için bir sınıf kendi özel çıkarlarını “herkesin iyiliği” olarak gösterebilmekte ve devlet aygıtlarını bu çıkarları geliştirmek için kullanabilmektedir. Marx şöyle der:
Bireyler yalnızca, ortak çıkarla örtüşmeyen tikel çıkarlarıyla ilgilendikleri için (“herkesin iyiliği” ortak yaşamın aldatıcı formudur) ortak çıkar onlara “yabancı” ve onlardan “bağımsız” bir şey, özel, tikel bir “genel çıkar” olarak dayatılır; yahut demokrasilerde bu antagonizmayla yüzleşmek zorundadırlar.
Proletarya içinde bütün sınıflar, kendi özel çıkarlarını “herkesin iyiliği” olarak sunma amacıyla siyasi iktidarı ele geçirmek için uğraşırlar. Demokrasi, diğer alanlardaki rekabet gibi bu rekabetin de su üstüne çıkmasına izin verir. Demokrasinin amacı bu rekabeti bastırmaktır, zira sınıf mücadelesinin bütün dışavurumları, halihazırda üstün gelen çıkarlara zarar verir. Marx’ın deyişiyle “ortak çıkara ve aldatıcı ortak çıkarlara sürekli zıt giden bu tikel çıkarların fiili mücadelesi, aldatıcı “genel çıkar” aracılığıyla “devlet” formunda fiili müdahale ve kontrolü zorunlu kılar.” Devlet aldatıcı bir topluluktur, çünkü bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğini temsil eder. Bu egemenlik ilişkisi içerisinde bütün siyasi formlar, hükmedilen insanlar önündeki engellerdir (bu engel olma durumlarından bazıları iyi, bazıları ise kötü maskelenmiştir). Devlet “aldatıcı genel çıkarı” temsil eder; çünkü iktidardaki sınıfın tikel çıkarları doğrultusunda hareket ederek gerçek ortak çıkara yöneltilen tehditlerin istisnasız olarak üstesinden gelir. Bu nedenle devletin hem bileşimi hem de hizmet ettiği özel çıkarlar, Marx’ın şunları söylemesine neden olmuştur: “Modern devletin yürütmesi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.”
Olağan dışı koşullar, egemen ekonomik sınıfı doğrudan temsil etmeyen bir hükümeti kısa bir dönem için iktidara getirebilir. Marx Fransa’da III. Napolyon’un iktidarını böyle değerlendirmiştir. III. Napolyon, temel kapitalist çıkarları korumayı sürdürmesine rağmen, aslında tüm sınıflara hükmetmiştir. Bu durum, yukarıdaki genel yargıyla tutarsız değildir. Kişisel özellikler ve metaların fiyatlarına benzer şekilde Marx, olağan dışı koşullardan doğan istisnalar için her zaman açık kapı bırakmak istemiştir; çünkü gerçek dünyada bu gibi istisnalar hep vardır. Ancak bu kabulün, yabancılaşma kuramı içerisinde devletin rolüyle ilgili söylediklerimizde önemli bir değişiklik yapılması gerektirdiğini düşünmüyorum.
Marx incelediği formları kimin kontrol ettiğinden ziyade, bu formların niteliğiyle daha fazla ilgilendi. Gerçi birini anlamak, genelde diğeri hakkında sonuçlar çıkarmasına da olanak sağlamıştır; aynı, devlet kurumlarını gerçekte kimin kontrol ettiğine dair bulguların, bu kurumların niteliklerine dair bir yargı için de veri olabildikleri gibi. Devlet aldatıcı bir ortaklaşalık olduğu kadar, sınıflara ayrılmış bir toplumu yönetmenin de aracıdır: Devletin özsel niteliğini ifade etmenin en iyi yolu budur. Bu açıdan devlet, neredeyse istisnasız olarak en güçlü ekonomik sınıfın elindedir. Komünizmde olduğu gibi, insan ilişkileri sınıf ilişkilerinin yerine geçtiği zaman, devlet zorunlu olarak yok olacaktır.
III
Olası yanlış anlamaları engellemek için, Marx’ın devlet kuramının tümünü açıklamaya çalışmadığımı, sadece, Marx’ın yabancılaşma kuramının bir parçası olarak devletin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl çalıştığını incelediğimi vurgulamak istiyorum. Meşruiyet, vatanseverlik, katılım ve genel olarak ekonomik ve siyasi formlar arasındaki ilişki gibi sorunlara ışık tutmakta oldukça yardımcı olmasına rağmen; yabancılaşmış toplumsal güç (ya da aldatıcı ortaklaşalık) olarak devlet anlayışı kısmidir ve bu anlayıştan türeyen analizler tek yanlıdır. Devlet İlişkisine dair yorumumda, zorunlu olarak yeterince incelenmemiş ve değişikliğe uğratılmış (ama tahrif edilmemiş) yönler var; bunları şöyle sıralayabilirim: egemen ekonomik sınıfın baskın rolü, toplumsal sistemin bütünlüğünü ve dengesini sağlayan yapılar, değerin yeniden üretiminde devletin işlevi, devletin kurumları, siyasi partiler, siyasal sosyalleşme ve de hegemonya kuran siyasi ideoloji.
Bu yönlerin her biri çalışmak için ayrı bir odak noktası sağlar ve aynı zamanda devletin bütün İlişkisini ortaya çıkarmak için farklı bir bakış açısı verir. Devlet, içinde yer aldığı toplumsal sistemin hem bir parçası hem de bir uyarlaması olduğu için, yine İlişki olarak kavranılan toplumsal sistemin çeşitli yönleri devlet araştırmalarının tamamlayıcı yüzleri olarak ele alınabilir. Toplumun bir yönü olarak devleti çalışırken olduğu gibi, devletin herhangi bir yönünün çalışılması da belirli bilgi türlerine ayrıcalıklı erişim sağlar (aynı şekilde, bizi diğer bilgi türlerinden uzaklaştırır) ve bir bütün olarak sistem içerisinde ağırlıklı ve tek taraflı bir düzenleme ile sonuçlanır. Böylece, örneğin, yabancılaşmış toplumsal güç, egemen ekonomik sınıf, nesnel sosyal-siyasal yapılar vs. arasındaki bağlar, (genişletilmiş yabancılaşma analizinin bir parçası olarak) yabancılaşmış güçlerin konumlanma noktasından incelendiğinde bir görünüş ve anlama; ilgi odağı (bu sınıfın genişletilmiş analizinin bir parçası olarak) egemen ekonomik sınıfın siyasi hâkimiyetine kaydırıldığında ise farklı bir görünüş ve anlama sahip olacaktır. Aynı dengesizlik, farklı bakış açılarından yapılan analizlerde kullanılan kavramların anlamlarında da kendisini gösterir. Örneğin, egemen ekonomik sınıfın konumlanma noktasından yapılan bir devlet analizinde “sınıf” kavramı temel olarak, bir grubun hâkim üretim tarzıyla ilişkisini ifade eder. Buna karşın benim yaptığım gibi aldatıcı ortaklaşalıktan başlayan bir analizde “sınıf”ın anlamında asıl vurgulanan nokta yabancılaşmış toplumsal ilişkilerdir.
Hem Marksistlerin hem de Marksist olmayanların yazılarında Marx’ın devlet kuramıyla ilgili yoğun kafa karışıklığının nedeni, yazarın devlet İlişkisinin sadece bir ya da birkaç yönüne odaklanması; ama analizini devletle ilgili gerçekliğin tümü gibi sunmasıdır. Bu durum, New Left Review’da yer alan Ralph Miliband ve Nicos Poulantzas arasındaki tartışma için de geçerlidir: Miliband devleti egemen ekonomik sınıfın yönetimi olarak incelerken, Poulantzas devleti toplumsal bütünlüğü üreten ve sistemin varlık koşullarını yeniden üreten nesnel yapılar olarak ele almıştır. Eğer bu yönlerden herhangi birine odaklanarak elde edilen bakış açısından bakılırsa, diğer bakış açısının devletin çeşitli unsurlarına atfettiği görece önem, uygun değilmiş gibi görünecektir. O halde ne Miliband Poulantzas’ın ne de Poulantzas Miliband’ın iddialarını kabul edebilirdi. Ancak, yukarıda çizdiğimiz çerçeve içerisinde, hem kapitalist devletin kapitalist sınıfın bir aracı olduğu hem de nesnel yapıların, her devletin güttüğü siyasetin genel hatlarını belirlediği iddiasına gereken önemi vermekte zorlanmayız. Bunlar, kapitalist devletin işleyişiyle ilgili birbiriyle çelişen değil, birbirini tamamlayan görüşlerdir; farklı konumlanma noktalarından kalkarak devlete yaklaşırlar. Marx’ın kapitalistten bazen sermayenin taşıyıcısı olarak bahsettiğini ve bazen de sermayenin, kapitalistin kontrolünde olduğu için sermaye gibi işlediğini söylediği ifadeleri bu duruma verilebilecek diğer örneklerdir. Diyalektik gerçek, bir yapbozun parçaları gibi tam olarak birbirine oturmaz ama bir konuyu, farklı yönleriyle ilişkili farklı bakış açılarından incelemenin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan çok sayıdaki tek yanlılığa olanak tanır.
Elbette, asıl ihtiyacımız olan şey, bütün bu yönlerden yürütülmüş kapitalist devletin dinamiklerinin çok boyutlu bir analizidir. Böyle bir analizin sadece başlangıcını Marx’ta bulabiliriz. Marx, devletin sistematik analizinin kaba bir planını bırakmıştır (bu kaba plan, kapitalizmin incelenmesine böyle bir yaklaşıma, yayınlanmış eserlerinden derlenenden daha fazla önem atfettiğini gösterir). Ama diğer birçok projesi gibi bu da ekonomi politiğin ihtiyaçlarına feda edildi. Bu iki yönden talihsiz bir durumdur. Marx, Kugelmann’a bir mektubunda, sistemli bir analizin yokluğunda görüşlerini yapılandırmanın en zor olacağı alanın devlet olduğunu düşündüğünü yazıyor. Ben ise, böyle bir analizi kolaylaştırma niyetiyle işe devleti yabancılaşma kuramı içinde ele alarak başladım ve sonra devlet kuramının kendisinin genel hatlarını, böyle bir kuramın neler içerdiğini, ana yönlerinin (incelemelerin kalkış noktası olan bakış açılarının) birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu göstermeye doğru ilerledim.
Ancak günümüzde Marksist bir devlet kuramı geliştirmenin içerdiği sorunlar sadece insanların diyalektiği yanlış anlamalarından ve Marx’ın devlet konusunda sistemli bir görüş sunmamış olduğu gerçeğinden kaynaklanmaz. Bunlara ek olarak, geride bıraktığımız yüzyıllarda kapitalist devlet oldukça büyük değişiklikler geçirmiştir. Bu değişimlerden en önemli gördüklerim, devletin giderek artan bölgesel ve uluslararası faaliyetleri, ekonomiyi yönetmede devletin gelişmeye başlayan rolü (kapitalist planlama) ve bu son noktanın bir yan ürünü olarak, daha önce piyasanın engellenmemiş faaliyetlerinin meşrulaştırdığı sosyo-ekonomik ilişkileri meşrulaştırmak amacıyla devletin artan siyasi etkinliğidir. Ne yazık ki önemli gördüğüm bu noktaları işaret etmekten daha fazlasını burada yapamayacağım. Yine de belirtelim ki, bu yeni gelişmelerin Marksist devlet kuramında zorunlu kıldığı birkaç revizyon var. İlk olarak, bütün devlet İlişkisini incelemek için konumlanma noktası olarak kullanılan devletin kimi yönlerinin önemini arttırmak gerekiyor (bu yönlerden en göze çarpanları, değerin yeniden üretimi ve siyasal sosyalleşmedir). İkincisi, Marksistlerin geleneksel olarak siyasal ve ekonomik süreçler arasında paylaştırdığı görece etkiyi, siyaset lehine yeniden bölüştürmek gereklidir.
Bu, bugün Marksist devlet kuramının sistemli bir açıklamasını yapmanın hiç olmadığı kadar önemli olduğunu söylemenin başka bir yoludur. Eğer meta, sermaye, değer ve emek gibi ekonomik İlişkilerin konumlanma noktasından devlet ve kapitalist ekonomi arasındaki ilişkiyi incelemek, devlet ekonomiyi en düşük düzeyde kontrol ettiği zamanlarda gerçek karmaşıklığı sadece hafifçe çarpıtıyorduysa; bugün devletin rolü bu kadar genişlemişken devlet-ekonomi ilişkilerinin (dolayısıyla da kapitalizmin) bu sınırlı boyutlar içinde anlaşılması ciddi biçimde yetersizdir. Marx’ın ekonomi politiği hem güncelleştirilmeli hem de Marksist “ekonomik yönetim biçimi” diye adlandırabileceğimiz şeyle ya da aynı konunun, yukarıda bahsettiğimiz farklı siyasal konumlanma noktalarından kalkılarak yapılacak diyalektik bir analiziyle desteklenmelidir.
Bertell Ollman
Yabancılaşma