Marx’ın Kapital’de yanıtlamak üzere işe koyulduğu soru şuydu: “Neden emek, kendi ürününün değeri ve emek zaman da bu değerin büyüklüğü olarak ifade edilir?” Eğer Marx, etik üzerine yapmayı planladığı çalışmayı yazabilseydi, ilgisini en fazla çekecek olan sorunun ise “Neden beğeni ve kınama toplumumuzda değer yargıları olarak ifade edilirler?” olacağına inanıyorum.
Marx’ın kapitalist ekonomi eleştirisi özünde, mevcut üretim, bölüşüm, mübadele ve tüketim biçimlerinin nasıl doğduğunun ve bunların birbirlerine, insan faaliyetinin niteliğine ve ekonominin merkezinden çok uzak alanlardaki kazanımlara nasıl tabi olduğunun bir açıklamasıdır. Benzer şekilde etiğin eleştirisi de, beğeni ve yerginin değer yargıları olarak ele alınması gibi etik yaşantımızın özgün biçimlerinin, bu biçimleri doğuran toplumsal yapıyla nasıl bir içsel ilişki içinde olduğunu göstermeye yoğunlaşacaktı. Neden gerçekliğin etik yönü bu tarzda ve bu biçimde düzenlenmiştir?
Etik meselesine böyle bir yaklaşım, Marx’ın konuyla ilgili özet niteliğindeki kimi açıklamalarında hâlihazırda görülmektedir. Örneğin Marx, burjuva etiğinde konuşma ve aşkın özel niteliklerini kaybettiklerini ve “yapay olarak ortaya çıkan üçüncü bir İlişkinin; fayda İlişkisinin ifadesi ve dışa vurumu olarak yorumlandıklarını” söylüyor. Marx’a göre, “bireyin herhangi bir şeyi yapabilme gücü veya kapasitesinden beklenen şey toplumsal koşullar tarafından belirlenmiş bir İlişki olarak yabancı bir üründür – ve işte bu, fayda İlişkisidir.” Kısacası, bir toplumsal ilişki bir ilke formunda bir şey haline gelmiştir; dahası bu şey, insanların düşünce ve eylemleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur.
Ne yazık ki, etik meselesine getirilen bu yaklaşım, Marksist düşünürler tarafından fazla rağbet görmedi. Marksist düşünürler genelde şu iddiaları geliştirmeyi yeterli görmüşlerdir: “(1) Ahlaki değerler değişirler (2) Bunlar, toplumun üretici güçleri ve ekonomik ilişkilerine göre değişirler ve (3) Verili herhangi bir zamanda egemen olan ahlaki değerler, egemen ekonomik sınıfın değerleridir.” Bu iddiaları geliştirmenin bir parçası olarak, “iyi”, “doğru” ve “adil” gibi kavramların anlamlarını, tam da bu kavramları kullanan insanların yaşam koşullarından ve buna karşılık gelen çıkarlarından aldıkları gösterilir.
Büyük sorudan; yani, neden kapitalist bir toplumda beğeni ve kınama eylemlerinin değer yargıları ve mutlak ilkelerden yapılan çıkarımlar olarak görüldükleri sorusundan kaçınmanın sonuçlarından biri şudur: Marx’ın kendi beğeni ve kınama eylemleri kolayca sınıflandırılamamaktadır. Bu halihazırda engin ve giderek de genişleyen konuyu fazla derinlemesine araştırmaya niyetim yok, ancak, son iki bölümde takındığım ortodoksiye aykırı tutum, Marx’ın kendi çalışmalarında “değer yargıları” addedilen şeylerin açıklığa kavuşturulmasını gerektiriyor. Temellendiği ve savunduğu şeyler açısından diğer etik sistemlerden kuşkusuz farklı olan fakat onlar gibi yapılandırılmış ve aynı genel işlevleri gören Marksist bir etik var mıdır? Bu konudaki tartışma, karar vermekte kullanılan farklı (ve bazen de açıkça söylenmeyen) ölçütlerin varlığıyla sakatlanmış durumda. Öyle ki, hangi standardın ya da ölçüt ya da ölçütlerin tercih edildiğine bağlı olarak Marx, etik olan ya da olmayan yahut aynı anda hem etik olan hem de olmayan bir düşünür olarak kabul edilebilir. Örneğin, kıstasımız Marx’ın kendisini etik biri olarak görüp görmediği ve/veya “iyi”, “kötü”, “şer”, “değer yargısı” vb. beylik etik kavramları kullanıp kullanmadığı sorusuysa, bu durumda yanıt açık bir şekilde Marx’ın etik bir düşünür olmadığıdır. Eğer ölçütümüz Marx’ın ahlak dersi verip vermediğiyse; yani, azarlama ya da övgü düzmenin kendisini birer amaç edinip edinmediğiyse, yine çabucak aynı sonuca varabiliriz.
Öte yandan, eğer Marx’ın beğeni ve yergi duygularını çalışmalarına yansıtıp yansıtmadığını soruyorsak yanıt, Marx’ın etik bir düşünür olduğundan başka bir şey olamaz. Benzer şekilde, eğer ölçütümüz Marx’ın, betimlediği sınıflardan birinin tarafını tutup tutmadığıysa; yahut Marx’ın, yazılarını insanları eyleme geçmeye teşvik etmek için kullanıp kullanmadığı meselesiyse, aynı yanıtı vermek uygun olur. Ancak kullanılagelmiş belki de en önemli ölçüt, Marx’ın kendi kişisel inancının niteliğiyle ilgilidir. Marx, deniyor, bir tür “iyi” fikriyle mi güdülenmişti? Bu tarzda sorulduğunda da Marx’ın etik bir düşünür olduğu cevabını (biraz tereddütle de olsa) bir kez daha verme eğilimindeyim. Fakat soruya bu cevabı veren birçok yazarın aksine, Marx’ın “iyi” anlayışının ne olduğuna karar vermekte oldukça zorlanıyorum. Acaba Marx’ın ahlakı, “en çok çalışan ve en sefil sınıf” olduğunu düşündüğü proletaryanın çıkarlarını savunma meselesi midir? Proletaryanın çıkarlarına katkısı olan her şeyin ‘iyi’ ve ona zarar veren her şeyin de ‘kötü’ olduğuna mı inanmaktadır? Yoksa Marx’ın hizmet etmek gerektiğine inandığı asıl dava insanlık mıdır? Bu konuda Lafargue, Marx’ın, bilim adamları “bilgilerini insanlığın hizmetine sunmalıdır”, sözünü aktarıyor.
Marx’ın “iyi” anlayışıyla ilgili yorumlar (daha akla yatkın) arasında üçüncü ve dördüncü alternatifler de var. Bu alternatifleri öneren yazarların çoğunun yaptığı gibi, benim de onları tek bir alternatif olarak ele almam iyi olur. Marx’ın ‘iyi’ ve ‘adil’ olarak saydığı şey, komünist toplum ve bu toplumda gerçekleşecek insani yetkinlik midir? Yakın zamanlarda bu soruya olumlu bir yanıt veren Charles Taylor, “Marksizmin neyin yüksek ve neyin düşük olduğuna dair keskin bir değer ölçütü vardır (…) Bu değer ölçütünün temeli, ideolojik bir insan doğası anlayışında yatar: Bir toplum biçimi ya da aşaması, bir diğerinden daha ileridir; çünkü insani hedefler daha fazla gerçekleşiyordur” diyor. Bütün bu sorularla ilgili benim yaşadığım sıkıntı, bunları “evet” diyerek yanıtlayamamam değil, herhangi birine “hayır” yanıtını vermekte zorlanmamdır. Başka bir deyişle, eğer Marx’ın kuramları –beğeni ve yergilerine ilişkin ifadeleri, proletaryadan yana aldığı tavır ve eylem çağrıları da dahil olmak üzere– kimi ahlaki bağlılık önceliklerine dayanıyorsa, bu bağlılıkların işçi sınıfının çıkarları, insanlık, komünizm, ve insani yetkinliğin gerçekleşmesi bağlamında da pekâlâ aynı şekilde ifade edilebileceğine inanıyorum. Peki, ama bu kabul bizi nereye ulaştırır? Sadece, başlangıçta yola çıktığımız kuramlara geri dönmüş olduk. Bu geri dönüş ise şu anlama geliyor: “İyi” olduğu düşünülen şey bizi çok fazla faktörle baş başa bırakır. Böyle olunca, bu faktörler arasındaki ilişkinin kendisi açıklanmaya muhtaç hale gelir. Ancak bu açıklama bizi tekrar, ayrı durduğumuzu düşündüğümüz kuramların içine yerleştirir. Örneğin, işçi sınıfının çıkarlarına hizmet etmekle insanlığa hizmet etmek arasındaki, ve bunlardan herhangi birisi veya bunların her ikisiyle komünizmin toplumsal ve insani kazanımları arasındaki bağ nedir? Bunlardan biri ya da her ikisi ile komünizmin insani ve toplumsal kazanımları arasındaki bağ nedir? Bu gibi sorular yanıtlanırken, bu model uyarınca, Marx’ın etik ile ilgili görüşlerinin sonuçları olması beklenen insan ve toplum kuramlarının ortaya konması gerekir.
İnsanın yetkinleşmesine ya da yukarıda sıralanan öteki hedeflere olan bağlılığına dayanarak Marx’a bir etik atfedilmesine bir başka itiraz daha vardır. Bu bağlılık Marx’ın eserlerini değerlendirmenin bir yolu olarak değil de, yanlış bir biçimde, onun gündelik olarak ve fiilen neler yaptığını betimlemek üzere kullanılıyor. Oysa ki, ne Taylor ne de benzer bir duruşa sahip olan Maximilien Ruben, Marx’ı bu şekilde, karşılaştığı her yeni sorunu mutlak bir ölçüte göre tartan ve takınacağı tutumu ona göre belirleyen biri olarak görür. Yine de, her ikisi de böyle anlaşılmışlardır. Böylesi yanlış anlamaların doğmasının sebebi, “etik” olarak adlandırılan şeyin, yaygın olarak, bilinçli bir tercihi içerdiğinin düşünülmesidir. Buna göre, bir ilke uyarınca eylemde bulunmak, hangi kisve altında olursa olsun, böyle yapmaya karar vermekle olur. Etik, irdelediği tüm sorunlar için, ölçütün uygulanmasından önce, kişinin tarafsız ya da en azından sonrasına göre daha az keskin olduğu bir zaman diliminin olduğunu varsayar; dahası, bu zaman diliminde kişinin başka bir yolu seçebilme ihtimali de vardır.
Robert Tucker ise, haklı olarak etik sorgulamanın sadece bağlılıkların askıya alınmasıyla mümkün olabileceğine işaret eder. Ancak Marx hiçbir zaman bağlılıklarını askıya almaz; üstelik ne beğeni ya da yergiyi bilinçli olarak seçtiğini, ne de uğraştığı meseleler hakkında başka türlü hüküm verebileceğini söylemek anlamlıdır. Buradan hareketle Tucker’ın kanaati Marx’ın etik değil, “dünyayı, iyi ve kötü güçler arasındaki çatışmanın arenası olarak gören” iman sahibi bir düşünür olduğudur. Fakat tercihlerini açıklaması ve belli hedefleri kayırması Marx’a bir etik atfetmek için yeterli nedenler değilse, geleceğin toplumu ülküsüyle yan yana giden sınıf mücadelesi anlayışı da Marx’ı imanlı atfetmek için hiç yeterli değildir. Bu nedenle Tucker, etiğe alternatif olarak sunduğu öneri açısından oldukça bahtsız bir yazar olsa da, Marksizmi etik bir kuram ya da etik bir kuramın ürünü olarak ele alma girişimlerine yönelttiği eleştiri geçerliliğini koruyor.
Yukarıda yaptığımız tartışmayı şöyle özetleyebiliriz: Bütün etik sistemleri, yani genelde böyle kabul edilen düşünme tarzlarının tümünü yargılamak için başvurulacak kaynak, o etik sistemin dışında bulunur. “Olgular” toplanana ve bu olguların hükümde bulunmak için gereken ölçütle ilişkisi netleşene kadar bu dışındalık, bağlılıkların askıya alınmasını doğurur. Böylece ortaya çıkan değerlendirme bilinçli bir tercihin konusu olur. O halde sorunumuzu şuna indirgeyebiliriz: Bunların hiçbirine uymayan Marksizmin etik bir teori olduğunu veya etik bir teoriyi içerdiğini söylemek ister miyiz? Kimileri isteyebilir; ancak o zaman bu iddiayla kastedilen sınırlı anlamın ne olduğu açığa kavuşturulmalıdır.
Yabancılaşma – Bertell Ollman [Yordam Kitap]