Marx: “İnsan için en yüce varlık insandır!” Yabancılaşma – Bertell Ollman

Marx’ın çalışmalarında belirttiği beğeni ve yergiler; yani, proletaryanın yanında yer aldığı ve onları sistemi yıkmaya kışkırttığı gerçeği nasıl açıklanmalıdır? Yine sorulabilir; onun insanlık davasına ve komünizm ile insanın yetkinleşmesi düşüncelerine bağlılığını nasıl açıklıyorum? Yalnız bu soruları sorarken, yanıtın hangi biçimi alması gerektiğini daha baştan belirlememeye dikkat etmek gerekir. Çünkü kimileri; “işte karşınızda iki ayrı dünya duruyor, biri olgular dünyası, diğeri değerler dünyası. Bunları nasıl birbirine bağlarsınız?” diye sorduğunda olan tam da budur. Ancak gerçekliğin olgular ve değerler arasında ikiye bölündüğünü kabul etmek, yenilgiyi daha baştan kabullenmektir. Aksine, son iki bölümde tartışılan ilişkisel anlayış Marx’ın, kendisi de dâhil herkes tarafından bilinen, savunulan, eleştirilen ya da yapılan şeyleri içsel ilişkili olarak düşündüğünü gösteriyor. Gerçek dünyanın bütün farklı yönleri ve bu yönlerin unsurları olan insanların eylem ve düşünceleri, oldukları şey açısından karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdır ve bu şekilde anlaşılmalıdırlar.

Olgular ve değerler arasında var olduğu söylenen mantıksal ayrım, birini öteki olmadan düşünmenin mümkün olduğu inancı üzerinde temellenir. Bu sava göre verili bir olguya, bir çelişki olmaksızın, istenilen değer iliştirilebilir. Olgunun kendisi özgül bir değer taşımaz. Tarihsel olarak, ahlaki inançların olumsal olduğu görüşü, bunların aynı zamanda keyfi olduğu görüşüyle yan yana gitme eğiliminde olmuştur. Bu modele göre, son kertede bütün kararlar, bireylerin devreye soktukları bağımsız değerler setine dayanır ve gerekçesini en iyi kendilerinin bildiği etik önerme yalnızca nihai değil, aynı zamanda gizemli de bir belirleyicidir, sosyolojik ve hatta psikolojik analizlere dahi kafa tutar. Ortodoks görüşün son dönemdeki savunucuları “bağlam”, “işlev”, “gerçek referans”, “yatkınlık”, vs.’den bahsederek olgu ve değer arasındaki ayrımın üstünü örtme arayışında olsalar da, kavramlaştırmada çizilen mantıksal çizgi varlığını sürdürmektedir. Fakat, olgu olarak adlandırılması tercih edilen herhangi bir şey (ucu açık olması nedeniyle) değerlendirme unsurları devreye girmeden kavranamıyorsa, ve aynı şekilde, değer unsurları da olgu olmaksızın kavranamıyorsa, ortodoks düşünürlerin yanıtlamaya yeltendikleri soru geçersizleşir.

Dahası, Marx’a göre, belirli koşullar altında varılan gerçek yargılar, bu koşulların ve bu koşullar altında aktif olarak bulunan bireylerin bir fonksiyonudur. O halde, verili bir “olgu” karşısında dilediğiniz tutumu takınmanın mantıksal olarak mümkün olduğu fikrinin tam da kendisi, içinde doğduğu şartlara içsel bir yargıdır. Bir tercih, -kişilerin tercih yapma hakkına sahip olduğu düşüncesinin kendisi de dahil-, mantıksal olarak bağımsız olmaktan ziyade, eylemde bulunan kişinin karakteri, yaşamı ve sınıf çıkarları gibi sayısız bağla gerçek dünyaya bağlıdır. Yargılar ne mantıksal ne de fiili olarak bağlamlarından ve bu bağlamların olanak sağladığı gerçek alternatiflerden ayrılabilir. Bu açıdan bakınca, olgu-değer ayrımı olarak adlandırılan şey, halihazırda zaten yapılmış olanı, “yapılamazdı” veya “hâlâ yapılmayı bekliyor” diyerek inkara yeltenmek, bir tür kendini kandırma olarak görünüyor.

Marx, “var olması gereken budur” ve “var olan iyidir” ya da “var olan budur” ifadeleri arasında fark olduğunu reddetmezdi ama bu ayrımlardan birini olgu, diğerini değer olarak adlandırmazdı da. Eğer “olguyu”, gerçekleştiği bilinen ya da bilinebilecek bir şeyin ifadesi; “değeri” ise bir şeye itibar etmemize ya da onu yermemize yol açan, şeyin bir özelliği olarak tanımlarsak, o zaman Marx, bir şeyi tanırken (ama kuşkusuz derinlemesine tanırken) ona zaten itibar ettiğimizi ya da onu yerdiğimizi ileri sürecekti. İnsan gereksinimleri olan bir varlık olduğu için, her ne kadar bu amaç ve ihtiyaçlar farklı insanlara göre değişse de, başka türlüsü olamazdı. Çünkü (ister doğrudan, isterse şartlar ve sonuçlar aracılığıyla daha uzaktan olsun) bildiğimiz her şeyin gereksinimlerimiz ve amaçlarımızla bir ilişkisi vardır; ona karşı lehte ya da aleyhte bir tavır geliştirmeden ya da kayıtsız kalarak tanıdığımız hiçbir şey yoktur.

Keza, bizim “değerlerimizin” hepsi, “olgular” olarak ele aldığımız şeylerle bağlantılıdır ve olgulardan ayrı, her neyseler o olamazlar. Konu, “olgular” “değerlerimizi” etkiler veya “değerlerimiz” “olgular” olarak ele aldığımız şeyleri etkiler basitliğinde değildir -bunlar sağduyunun saygıdeğer tutumlarıdır-; doğrusu, hangi örneği alırsak alalım, biri diğerini içermektedir ve birine ait kavram ne anlama geliyorsa diğeri onun bir parçasıdır. Bu koşullar altında [olgu ve değerin] birliğini, mantıksal olarak ayrı iki yarıya bölmeye çalışmak, bunların gerçek niteliklerini çarpıtmaktır.

Marx’ın takipçileri, insanların beğeni ya da yergilerinin ancak derinlemesine bir toplumsal çözümleme ile, özellikle de onların bir sınıfın üyeleri olmaktan kaynaklı gereksinimleri ve çıkarlarına dönük derinlemesine bir toplumsal çözümleme sayesinde anlaşılabileceğini daima bilirler. Sürdürdüğümüz tartışma, beğeni ya da yerginin kendisini gösterdiği biçimlerin de (mutlak ilkeler ya da değerler koyarken olduğu gibi), aynı türden bir toplumsal çözümleme sayesinde anlaşılabileceğini ortaya koyuyor. Burası böyle bir çözümlemeye girmenin yeri değil, ancak bu çözümlemenin çerçevesinin kaba bir taslağını çıkarmak yararlı olabilir. Herkese eşit derecede uygun değerler oluşturma çabası, büyük oranda, sınıflı bir toplumda var olan antagonist çıkarların doğurduğu ve giderek artan sınıf çelişkilerinin etkisini dindirme ihtiyacından kaynaklanır. Değerleri herkese eşit şekilde uygulamak, insanların yaşamlarını sürdürdüğü eşitsiz koşullardan ve bundan kaynaklanan antagonist çıkarlardan soyut bir değerlendirme yapmaktır. Kapitalist ideolojinin temel çabası her zaman, bu antagonizmanın küçümsenmesine ya da yok sayılmasına yönelik olmuştur. Böyle bir ideolojiyi yaygınlaştıran soyutlamalar, sınıfın tesiri altındaki “olguları”, normalde bu olguların kavranılmasına eşlik eden yargılardan ve eylemlerden koparma çabasıdır.
Marx, olgu-değer ayrımının kendisinin, modern kapitalist toplumlarda insanın yabancılaşmasının bir belirtisi olduğunu öne sürecek kadar ileri gider: “Etik ve ekonomi politik alanlarının her ikisinin de insanlara farklı ve birbirlerine zıt iki ölçüt uygulaması, tam da yabancılaşmanın doğasından kaynaklanır.” Öğreneceğimiz gibi, yabancılaşmanın başat niteliği, tahrifata uğramadan bölünmeye izin vermeyen bir şeyin bölünmesidir. Gerçekliğin organik birliği gitmiş, onun yerine toplumsal bütün içindeki karşılıklı ilişkileri artık saptanamayan farklılaşmış faaliyet alanları gelmiştir. Bireylerin doğayla ve toplumla ilişkileri, gerçek bağlamlarından uzaklaştırılarak teker teker ele alındığı zaman, gerçekte olduklarından farklı görünürler. Bu sürecin bir parçası olarak, hayatın farklı alanlarında başarıyı ölçmek için, sıklıkla birbirleriyle çelişen çok sayıda ölçüt ortaya çıkar ve bu ölçütler bütün kapsamlı reform planlarını şu ya da bu açıdan “mantıksız” yahut “akıldışı” kılar. Bu bağlamda, bütün bu tartışmaları bir arada değerlendirirsek göreceğimiz şudur: Kapitalist ideolojinin taraflı ve yanlış bir mesajına gereğinden fazla; buna karşın, düşünce biçimlerinde yer etmiş eğilimlere ve düşünmenin kabul edilmiş kurallarının içerdiği sınıf üstünlüğüne ise pek az ilgi gösterilmiştir. İçeriği ne olursa olsun ahlaki bir düsturu evrenselleştirme girişimlerinin hepsi sınıf mücadelesi gerçeğinin altını oyarak, sadece kapitalist amaçlara hizmet ederler.

Marx’ın kendi eserlerine bakarsak, değerlendirme taşıyan özelliğiyle dikkatimizi çeken yorumlarının her biri, onun söylediği ve bildiği her şeyin içsel ilişkili yönleridir, dolaysıyla bunlar da, onu çevreleyen bütün koşullarla içsel olarak bağlıdır. Bu durum bir istisna değildir; dünyadaki her şey bu şekilde ilişkilidir. Bunun bilincinde olan Marx, beğeni ve yergi ifadelerini diğer çoğu düşünürün yaptığından daha sıkı bir şekilde sistemiyle birleştirmiştir. Bu durum, cerrahi bir operasyonla “olgular” ve “değerleri” birbirinden ayırmayı, Marx’ın iletmek istediği anlam açısından çok daha yıkıcı yapar. Mesela Marx, bir komünistin “yozlaşmış, aşırı çalışan ve insanı yiyip bitiren, aç bir kalabalığın” önünde dikildiğinde, karşısında “sanayinin ve toplumsal yapının ikisinin birden dönüşümünün zorunluluğunu ve aynı zamanda koşulunu” gördüğünü iddia eder. Marx, kendisiyle aynı görüşü paylaşanlar için bu “olguların”, kendi eleştirilerini ve onlar için bir şeyler yapma çağrısını içlerinde barındırdığını ileri sürer. Eğer bir birey, bu eleştiri ve çağrının gerektirdiklerinin tersini yapmayı tercih ederse, bunun sebebi o bireyin karşıt bir ahlaki yargıya sahip olması değil; bireyin içinde bulunduğu özgül ilişkilerin (mesela ait olduğu sınıfın, kişisel geçmişinin vs.), olguları farklı şekilde idrak etmesine yol açmasıdır.

Başkalarının olgusal ve değerlendirme taşıyan diye ele aldığı etmenler arasındaki bu içsel ilişki, Marx’ın din eleştirisinin önemi üzerine erken dönemli bir yorumunda kolaylıkla görülebilir: “Dinin eleştirisi” der Marx, “insan için en yüce varlık insandır, öğretisiyle biter. Bu yüzden yine din eleştirisi içinde insanın küçük, esir, terk edilmiş ve rezil bir varlık olduğu koşulların yıkılmasını emreden kategorik buyrukla biter.” Marx’ın dinin ne olduğuna dair çözümlemesi, bizi din konusunda bir yargıya varmaya hazırlamaz; bu yargıyı zaten içerir. Dahası Marx, dinin ne olduğunu eksiksiz kabullenmenin, zorunlu olarak onunla ilgili yargıyı da kabullenmek olduğuna inanır; çünkü yargının kendisi, yargılamayı hem mümkün hem de zorunlu kılan bilgi grubunun bütünüyle içsel ilişkilidir. Her zaman bu kadar açık olmasa da, Marx’ın yaptığı bütün betimlemeler benzer bir şekilde ele alınabilir. Marksizmde, “ahlaki olarak tarafsız” hiçbir ifade yoktur. Marx, diğer herhangi bir düşünürün söyledikleri hakkında da bundan daha fazlasını iddia etmez.

O zaman, Marx’ın çalışmalarında değerlendirme taşıdığı söylenen unsurları tanımlamanın en iyi yolu nedir? Geride bıraktığımız çözümlemeyi temel alarak, bunların Marx’ın önünde duran faktörün ya da faktörlerin düz betimlemeleri olduğunu; betimlemelerini, masaya yatırdığı sorun açısından söz konusu faktörün işlevini gözeterek yaptığını ve sorunu, dünya hakkında doğru bildiği şeylerin oluşturduğu daha geniş bağlama yerleştirdiğini söylerim. Daha önce belirtildiği üzere dünya hakkındaki böyle bir bilgi, şeylerin nereye yöneldikleri kadar, nereden geldiklerini de içerir. Alternatif olarak, Marx’ın, mantıken bağımsız olan olgu ve değerleri birbirleriyle ilişkilendirmektense, normalde her bir alana ait öğeler içeren bilgi bütününden parçaları kimliklendirdiği de söylenebilir. İçsel ilişkiler felsefesinde sorun hiçbir zaman ayrık varlıkların nasıl ilişkilendirileceği değil, bir ilişki ya da ilişki grubunun, içinde var olduğu zorunlu ve bütüncül yapıdan nasıl ayrıştırılacağıdır.
Yani, işçilerin yozlaştığını söylerken Marx, gördüklerine dayanarak bir değerlendirme yapmıyor; işçilerin ne olduğunu betimliyor. İşçi nedir o vakit? İşçi olmak bir İlişkidir. Her şeyden önce bu İlişki, işçilerin, kendilerinden daha katlanılabilir koşullarda yaşayan diğer mevcut sınıflarla olan bağlarını, kapitalizmden önce yoksulların durumunu ve komünizmde herkesin sahip olabileceği kazanımları içerir. Bu bakış açısından, dışsal olduğunu düşündüğümüz karşılaştırma nesneleri, işçilerin kendilerinin bir parçası olarak ele alırsak, işçilerin yozlaştığı iddiası, işçilerin yaşadığı koşullar için bir betimleme olur.

İnsanların komünizmdeki kazanımlarını işçilerin bugün oldukları şeyin bir parçası olarak ele almak, hem gerçek geçmişlerini hem de potansiyel geleceklerini içine alan bir İlişki olarak işçileri anlamaya ve bu potansiyeli, anılan komünist kazanımları ortaya çıkaracak şekilde çözümlemeye bağlıdır. Sosyalist bir devletin belirleyeceği yeni öncelikleri akılda bulundurarak mevcut örüntü (pattern) ve eğilimlerin geleceğe doğru izdüşümünü sunarak, Marx’ın tarih analizi geleceğe, insan türünün olası istikametine dair bir araştırmaya dönüşür. Bu noktadan itibaren Marx, bu komünizm vizyonunu, sözü geçen diğer karşılaştırmalarla beraber, döneminin sorunlarına ilişkin alacağı konumu belirlerken kendisine yardımcı olması için kullanır.

Son olarak, Marx’ın ifadeleri için geçerli olan her şey, onun kavramları için de eşit derecede geçerlidir. Dünya hakkındaki düşüncelerini ifade ettiği birer terim olarak Marx’ın kavramları, dünyada var olduğunu düşündüğü gerçek ilişkileri yansıtır. Öte yandan bu ilişkiler, kimilerinin değer yüklü olduğunu düşündüğü unsurları içerdikleri için, kavramların anlamının, Marx’ın bu kavramları kullanarak vardığı “yargıları” ilettiği de söylenebilir. Bu şekilde, kavramların içinde yer aldıkları ifadeden ayrı bir doğruluk değerine sahip olduklarını hatırlayalım. Mesela, “proletarya” kavramı, Marx’ın proletarya İlişkisi’ni analiz ederken ortaya çıkardığı yozlaşma ve diğer “ahlaki” özellikleri anlamının bir parçası olarak içinde taşır. Bu nedenle kavramın doğruluk değeri, analizin geçerliliğine bağlıdır.

Marx’ın Komünist Manifesto’da geçen, başka türlü bakıldığında kafa karıştırıcı olabilecek şu ifadesini anlamak artık mümkün: “Komünistlerin vardıkları kuramsal sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu dünya reformcusu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar yalnızca, var olan bir sınıf mücadelesinden, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan gerçek ilişkilerin genel ifadeleridir.” Marx’ın açıklamaya çalıştığı şey, neden kapitalist ekonomik, siyasal ve ideolojik formların belli zamanlarda ortaya çıktıkları ve belli bir sınıfın üyeleri olarak insanların çıkarlarının hangi genel tavırlara yol açtığıydı. Ancak Marx bir şeyi öveceği ya da yereceği zaman ya da belli bir durumda ne yapılması gerektiğini sonuca bağlarken, asla o şeyin içerdiği ilişkileri sıralamaktan öteye geçmez. İçsel ilişkiler felsefesini benimseyen diğer düşünürlerin de (Spinoza, Leibniz, Hegel, Dietzgen, vs.) aynı şekilde olgu-değer ayrımına inanmaması tesadüf değildir. Bu felsefi geleneği paylaştıkları için her türlü değer yargısı, bildikleriyle içsel ilişkili ve bu nedenle de söz konusu değer yargısını hem mümkün hem de zorunlu yapan her şeyin bir ifadesi olarak anlaşılır. Bu koşullar altında “Marksist Etik”, ardından gelen “Marksistleri” değil de Marx’ı işaret ettiği ölçüde, yanlış bir adlandırmadır.
Beşeri bilimlerdeki bütün yanlış adlandırmalar gibi “Marksist Etik” adlandırmasının da ideolojik sonuçları vardır. Marksizmin bir etik olduğunu ya da bir etik içerdiğini kabul etmek, Marx’ın değişmeyen ilkelerle (bu ilkelere atfedilen içerik her ne olursa olsun) hareket ettiğini kabullenmek olduğundan; Marx’ı karşıtlarıyla aynı mantıksal düzleme yerleştirmek demektir. [Böyle bir kabul] tarihsel anlatım adına ortaya koyduğu tüm çabalarına ve açıkça öyle olmadığını söylemesine rağmen, Marx’ın başka ilkeleri benimsediği için karşıtlarını eleştirdiğini iddia etmektir. Bu durumda kapitalist ideoloğun, kendisini enseleyen Marx’tan kurtulabilmesi için basitçe, Marx’ın ilkeleri olarak adı geçenleri reddetmesi yeterlidir. Kapitalist ideolog, Marx’ın anladığı anlamda komünist hedeflere ya da insanın yetkinleşmesine hizmet etmeyi hiç de değerli bir şey olarak kabul etmez, çünkü bu hedeflere ulaşmanın mümkün olmadığını düşünür; veya (sadece kendisinin bildiği sebeplerden ötürü) proletaryanın ya da insanlığın çıkarlarına hizmet etmek istemez, çünkü bu ya da öteki dünyaya ait başka amaçları vardır. Kapitalist ideoloğun tutumunu, irrasyonel olduğu gerekçesiyle eleştirmek, sorunu ötelemekten başka bir işe yaramaz; zira bu eleştirinin kendisi de, ideoloğun bir kenara ittiği amaçları rasyonelliğin yolunu gösteren kılavuzlar olarak kullanır. Hatanın büyüğü, daha önce, Marx’ın tavrının ve bu tavırdan türeyen eleştirelliğinin bir takım ilkelere dayandığını kabul ederek yapılmıştır.

Bu şekilde Marksizme bir etik atfederek Marx’ın karşıtlarının, Marx’ın eleştirilerinin onları içine koyduğu dayanılmaz konumdan kurtulmalarına izin vermek, kaçınılmaz olarak burjuvazinin amaçlarına hizmet eder. “Marksist Hümanizm” kavramını (“bilimsel bir kavram” olmakla ilgili kuşkulu durumundan tamamen ayrı olarak) benimsemenin, bu adlandırmanın Doğu Avrupa’da sağladığı kısa erimli siyasi fayda her ne olursa olsun, ortaya çıkardığı asıl tehlike budur.
Marx ve kapitalizmin ideologları arasındaki tartışma farklı amaçlar güden iki tarafın tartışmasıdır ve zaten sadece böyle olabilir. Bu tartışmanın taraflarını yüzeysel bir şekilde etiketleyerek, bu gerçeği gözden kaçırmamak gerekir. Doğrusu, ortada bir yargılar ya da hedefler çatışması yoktur. Kapitalist düşünürler ekonomik faktörlere fazla vurgu yaptığı ve idealist olduğu için Marx’a dil uzatıyorsa da (ki bu iki eleştiri arasında bir tutarsızlık da görmezler), Marx onların inançlarını ve ilkelerini (bu ilkelerin aldığı biçimleri) ve de bu inanç ve ilkelere dayanan iddialarının izini, doğdukları gerçek dünyaya kadar sürer. Geniş anlamıyla Marx’ın amacı, bu ideologların, düşündüklerinden farklı bir şey yaptıklarını, savundukları ilkelerin genelde bildiklerinden farklı bir şeyin sonucu olduğunu ve bildiklerinden farklı bir işe yaradıklarını göstermek ve bu analiz aracılığıyla okuyuculara başka tür bir anlayış ve eylem önermektir. Bilimsel niteliği yanlış yansıtıldığında Marksizme içkin devasa eleştirel gücün etkisi azalır.

Bertell Ollman
Yabancılaşma

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz