ÇUKURDA
Biz insanca davranıyoruz size, siz de öyle ödeyin bize borcunuzu
İngilizce’ye «in the Gully» (Hendekte) ya da çoğunlukla «In the Ravine» (Dere Yatağında) diye çevrilen «Çukurda »nın olay örgüsü yarım yüzyıl önce geçer; öykü 1900’da yazılmıştı. Rusya’da bir yerde, Ukleyevo adlı bir köyde geçer: kley (clay balçık) çağrışımı yapar ve «yapışkan» anlamına gelir. Bu köye değin söylenebilecek tek şey bir gün bir ölü yemeğinde…
«…yaşlı bir zangoç, sofrada siyah havyarı görünce dayanamamış, iştahla saldırmış kutuya. Sağdan soldan düriüyorlarmış onu, kolundan çekeliyorlarmış, ama hazdan her yanı taş kesilmiş gibi yiyormuş ihtiyar: Hiçbir şeyi duyduğu yokmuş, ha bire atıştırıyormuş. Sofradaki havyarın hepsini yemiş, bir buçuk kilo havyar varmış kutuda… Aradan uzun yıllar geçmişti; zangoç öleli çok oluyordu, ama bu havyarın öyküsü hâlâ unutulmamıştı. Çevrede yaşam mı o denli yoksuldu, yoksa insanlar mı on yıl önce olmuş bu önemsiz olaydan başka bir şey göremiyorlardı, her nedense, Ukleyevo köyü üzerine bundan başka bir şey anlatılmıyordu bölgede.»
Ya da bundan başka söylenmeye değer iyi bir şey yoktu. Bunda ise en azından bir eğlence ışını, bir gülümseme, insanca bir şeyler vardı. Geri kalanlar ise tekdüze olmakla kalmıyordu, üstelik kötüydü; boz renkli, aldatmaca ve haksızlık dolu bir eşek arısı kovanı.
«Köyde doğru dürüst, damı sac kaplı, taş iki ev vardı. Bunlardan birinde bucak yönetim kurulu vardı; ötekinde, kilisenin hemen karşısındaki iki katlı olanındaysa Yepifanlı Grigori Tsıbukin Petrof oturuyordu.»
Her iki ev de kötülük yuvasıydı. Çocuklar ve çocuk kadın Lipa dışında öyküdeki her şey bir dizi aldatmaca, bir dizi maske olacak.
Birinci Maske: «Grigori bakkal dükkânı işletiyordu, ama görünüşü kurtarmak içindi bu yalnızca. Aslında votka, sığır, deri, tahıl, domuz ticareti yapıyordu. Ona kazanç sağlayabilecek her şeyi alıp satardı. Sözgelimi, kadın şapkaları için yurt dışından saksağan istendiğinde çiftine otuz kapik verip toplardı tüm saksağanları. Odunluk koruları satın alır, faizle para verirdi; sözün kısası, iş bilir, becerikli bir ihtiyardı Grigori.»
Bu Grigori de öykü boyunca çok ilginç bir değişim geçirecektir.
Yaşlı Grigori’nin iki oğlu vardır. Sağır olan evdedir; görünüşte iyi, güleryüzlü ama gerçekte kötü niyetli, şeytan bir kadınla evlidir. Öteki oğlu, daha evlenmemiştir; kasabada taharri memurudur. Grigori’nin gelini Aksinya’ dan alabildiğine hoşnut olduğunu hemen farkedeceksiniz: Nedeni az sonra belli olacak. Yaşlı, dul Grigori, yeniden Varvara (Barbara) adlı biriyle evlenmiştir:
«Varvara Nikolayevna üst kattaki küçük odaya yerleşir yerleşmez evin içinde her şey —pencerelere yeni cam takılmış gibi— aydmlanıvermişti birden. Lambaların ışığı daha bir parlak olmuş, masalar kar gibi beyaz örtülerle örtülmüş, pencerelerin içinde de evin önündeki küçük bahçede de kırmızı tomurcuklu çiçekler boy göstermişti. Yemekte herkes aynı çanağa daldırmıyordu artık kaşığını, herkesin önüne ayrı tabak konuyordu.»
O da başlangıçta iyi yürekli, nefis bir kadın görünür, en azından yaşlı adamdan daha iyi yüreklidir.
«Bozulmuş, kokmuş tuzlama eti —fıçının yanma yaklaşınca burnunun direği sızlardı insanın, öyle pis, ağır bir kokusu olurdu— evet, bozulmuş, kokmuş tuzlama eti köylülere yutturdukları; sarhoşlardan rehin olarak ortaklarını, şapkalarını, karılarının başörtülerini aldıkları; kötü cins votkanın sersemlettiği işçilerin çamurlara uzanıp kaldığı; günahın köyün üzerine bir sis gibi çöktüğü, oruç haftası arefesinde de, üç gün süren köy kilisesinin azizi için yapılan bayramda da, evde, üst kattaki küçük odada, tuzlama etle de, votkayla da hiç mi hiç ilgisi olmayan sessiz, melek gibi bir kadının olduğu düşüncesi dükkânda çalışanların yüreğine bir hafiflik veriyordu.»
Grigori sert bir adamdır. Şimdi orta sınıfın altında bir yerlerde olmasına karşın köylü kökenlidir —babası belki de durumu oldukça iyi bir köylüydü— doğal olarak nefret eder köylülerden.
Şimdi:
İkinci Maske. Şenşakrak görünüşü altında Aksinya da sert biridir, bu yüzden de Grigori ona hayrandır. Bu güzel kadın bir dolandırıcıdır.
«Aksinya dükkânda çalışırdı; şişelerin tıngırtısı, paraların şakırtısı, Aksinya’nınkahkahaları ya da öfkeli bağırıp çağırmaları, gücendirdiği müşterilerin söylenmeleri avludan duyulurdu. Gizli votka alışverişinin orada olanca canlılığıyla sürüp gittiğini gösterirdi bütün bunlar. Sağır da dükkânda bulunurdu çoğu zaman; bazan, kasketini almadan sokağa çıkar, elleri cebinde, dalgın dalgın bir evlere, bir gökyüzüne bakarak dolaşır dururdu. Günde altı kere çay içilirdi evde, dört kere de yemek yenirdi. Akşam da o günün kazancını hesap eder, deftere geçer, sonra huzur içinde yatıp uyurlardı.»
Şimdi de gelelim Ukleyevo’daki basma atölyelerine ve işletenlerine. Onlara topluca Hrımin ailesi diyelim.
Üçüncü Maske (zina) : Aksinya yalnızca dükkânda müşterileri dolandırmakla kalmaz, kocasını da bu atölye sahiplerinden biriyle aldatır.
Dördüncü Maske. Bu küçücük bir maske, bir tür kendini kandırma.
«Bucak yönetim kurulunun yapısına da çekilmişti bir tel; ancak, içine tahtakuruları, hamamböcekleri yuva yaptığı için kısa bir süre sonra çalışmaz olmuştu buradaki telefon. Bucak başkanı pek okur yazar bir insan değildi, evraklarda her sözcüğü büyük harfle başlayarak yazardı, ama telefon bozulunca şöyle demişti
— Evet, telefonsuz biraz güçlük çekeceğiz şimdi.
Beşinci Maske. Bu maske, Grigori’nin büyük oğlu, hafiye Anisim’in. Artık öykünün aldatmaca izleğine iyice girdik. Ama Çehov, Anisim’le ilgili birtakım önemli bilgileri kendine saklar:
«Tsıbukin’in büyük oğlu Anisim pek seyrek uğrardı Ukleyevo’ya, ancak büyük bayramlarda gelirdi, ama tanıdıklarla sık sık armağanlar yollardı eve. El yazısı çok güzel olan yabancı birinin her keresinde —dilekçe gibi— düz beyaz kâğıda yazdığı mektuplar gelirdi ondan. Mektupları, Anisim’in konuşurken hiç kullanmadığı deyişlerle dolu olurdu hep: ‘Sevgili babacığım, anneciğim, bedensel gereksinmenizi karşılamak için yarım kilo çiçek çayı yolluyorum sizlere…’»
Burada, «el yazısı güzel olan yabancı biri»nde olduğu gibi yavaş yavaş açıklığa kavuşacak bir giz var.
Bir gün eve döndüğünde polis örgütünden kovulmuş gibi bir hali olmasına karşın, kimsenin buna aldırmayışı şaşırtıcı. Tersine, bir bayram havası eser, evlilik olasılıkları yüreklendirilir. Grigori’nin karısı, Anisim’in üvey annesi Varvara şöyle der:
— Ne biçim iştir bu anam babam? diyordu. Delikanlımız yirmi sekiz yaşında oldu hâlâ bekâr dolaşıyor, vay canına…
‘Vay canına’ derken durgun, huzur dolu sesi öteki odadan duyuluyordu. Kocasıyla, Aksinya ile fiskos etmeye başlamıştı; bir süre sonra, gizli birtakım işler çeviren insanlarınki gibi, ihtiyar Tsıbukin ile Aksinya’nın yüzü de, kurnaz, esrarlı bir anlatımla kaplanmıştı.
Anisim’i evlendirmeye karar vermişlerdi.
Çocuk İzleği Öykünün baş kişisine, Lipa (i uzatılarak okunur) adlı kızcağıza geçiş. Lipa gündelikçi bir dulun kızıdır ve annesine türlü işlerde yardım eder.
«Narin yapılıydı, zayıftı, soluk benizliydi, yüz çizgileri ince, sevimliydi; açık havada çalışmaktan esmerleşmişti; elemli, ürkek bir gülümseme hiç eksik olmuyordu dudaklarından; çocuksu bakışı güven, merak doluydu.
Çok çok gençti, belli belirsiz göğüsleriyle çocuk sayılırdı daha, ama yaşı büyük olduğu için nikâhının kıyılmasına bir engel yoktu. Gerçekten de güzel bir kızdı Lipa, yalnızca bir şeyi, —şimdi iki yanında kocaman bir yengecin kolları gibi boş sarkan, iri erkek elleri— hoşa gitmeyebilirdi.»
Altıncı Maske . Bu, yeterince iyi biri olmakla birlikte, içi bomboş, yüzeysel bir sevecenlik kabuğu olmakla kalan Varvara’nındır.
Böylece, Grigori’nin tüm ailesi için maskeli balodaki aldatmacalar geçidi denebilir.
Sıra Lipa’da; Lipa’yla, yeni bir izlek başlar; güven, çocuksu güven izleği.
İkinci Bölüm, Anisim’e bir göz atarak biter. Her şeyi düzmecedir: Ortada çok yanlış bir şeyler döner ve Anisim bunu hiç de iyi saklayamaz.
«Kız görme töreninin peşinden düğün günü kararlaştırıldı. Eve döndükten sonra günlerce odalarda dolaşıp durdu Anisim; ya ıslık çalıyor, ya da ansızın bir şeyi anımsayıp olduğu yerde öyle kalakalıyor, düşüncelere dalıyor, toprağın ta derinliklerini görmeye çalışıyormuş gibi gözlerini kırpmadan bakıyordu. Evleneceği, hem yakında, paskalyadan sonraki hafta içinde evleneceği için sevinçli değildi hiç. Nişanlısıyla görüşmek için bir istek gösterdiği yoktu; ıslık çalarak dolaşıp duruyordu yalnızca. Sırf, babasıyla üvey annesi istediği için, köy geleneği öyle gerektirdiği için —erkek çocuk, eve bir yardımcı gelsin diye evlendirilir köyde— evlendiği belliydi. Kente giderken hiç de aceleci değildi; genel olarak, köye önceki gelişlerindeki davranışlarından değişikti şimdiki davranışları. Pek bir serbest, senlibenliydi, gereksiz şeyler söylüyordu bazan.
Üçüncü Bölümde Aksinya’nın Anisim ile Lipa’nındüğününe aldığı yeşilli sarılı giysisini gözden kaçırmayın. Çehov onu sürekli bir sürüngenmiş gibi betimleyecek. (Doğu Rusya’da bulunan, san göbek adında bir tür çıngıraklı yılan) .
«Varvara’ya siyah dantelli, boncuklu süslemeleri olan kahverengi; Aksinya’ya da önü san, uzun kuyruklu, açık yeşil birer tuvalet diktiler.»
Bu terzilerin (kırbaçlı) Hlıstof mezhebinden olduğu söyleniyorsa da bunun 1900’lerde pek bir anlamı yoktu; üyelerin kendilerini kırbaçladıkları, vb. gerçek değildi. Bu ülkede de olduğu gibi, Rusya’daki bir alay mezhepten biriydi. Grigori bu iki zavallı kıza bir oyun da oynar:
«Terziler işlerini bitirince Tsıbukin ücretlerini parayla değil, dükkânından verdiği mallarla ödedi. Kızlar, onlara hiç de gerekli olmayan mumlarla, sardalyalarla dolu bohçaları ellerinde, canları sıkkın çıkıp gittiler, köyün dışında tarlalarda küçük bir tümseğin üstüne oturup ağlamaya başladılar.
Düğünden üç gün önce geldi Anisim, tepeden tırnağa yeniler giyinmişti. Gıcır gıcırdı çizmeleri, kravat yerine boncuklu bir boyunbağı vardı boynunda, gene yepyeni olan paltosunu giymemiş, omuzlarına almıştı.
Duasını ağırbaşlılıkla ettikten sonra kucaklaştı babasıyla, on gümüş ruble, ayrıca on da elli kapiklik verdi ona. Bir o kadar da Varvara’ya verdi, sonra Aksinya’ya yirmi tane yirmi beş kapiklik verdi. Bu armağanların en hoş yanı, gümüş rublelerin de, elli kapikliklerin de, yirmi beş kapikliklerin de yepyeni olması, güneşte pırıl pırıl parlamalarıydı.»
Bunlar sahte paralardır. Anisim’in dostu ve kalpazan ortağı, Anisim’in eve yolladığı mektupları o güzelim el yazısıyla yazan esmer, ufaktefek adam, Samorodov’a değinilir. Gitgide, Samorodov’un bu kalpazanlık işinde beyin olduğu açığa çıkar, ama Anisim kendi eşsiz gözlem ve hafiyelik güçlerini abartarak kendini yüceltmeye çabalar. Bununla birlikte, bir hafiye ve gizemci olarak «Çalmasına herkes çalar, asıl güç olan çaldığı şeyi gizlemesidir insanın.» gerçeğini de bilir. Bu garip kişide beklenmedik bir gizem boyutu da sürer.
Evlenme hazırlıklarının nefis betiminden çok hoşlanacaksınız. Sonra, Anisim’in düğün sırasındaki ruh durumundan da söz etmeye değer.
«Oysa nikâhını kıyıyorlardı şimdi, düzeni sürdürmek için evlendirmeleri gerekmişti onu; ama bunu düşünmüyordu şimdi o, anımsamıyordu, büsbütün unutmuştu evlenmek için buraya geldiğini. Gözyaşları engel oluyordu tasvirlere bakmasına, yüreğini sıkıştırıyordu. Dua ediyor: bugün yarın tepesinde patlamaya hazırlanmış felâketlerin kuraklıkta köyün üstünden bir damla yağmur bırakmadan geçip giden fırtına bulutları gibi başının üstünden geçip gitmesi için yalvarıyordu Tanrıya. Gel gelelim, öylesine çok günah işlemişti bu güne dek, öylesine kötü şeyler yapmıştı, bütün bunlardan arınması, olanları düzeltmesi öylesine olanaksızdı ki, bağışlanması için Tanrıya yalvarması bile saçma geliyordu ona. Ama yalvarıyordu gene de; bir ara içini bile çekti, boşanacak gibi oldu, ancak hiç kimse ilgilenmedi bununla, içkinin etkisiyle hıçkırdığını sandılar.»
Bir an çocuk izleği belirir:
«Korkmuş bir çocuğun ağlaması duyuldu kalabalık arasından :
— Anneciğim, götür beni buradan, ne olur!
Papaz o yana doğru bağırdı.
— Sessiz olun!»
Sonra yeni bir kişi tanıtılır, marangoz ve yüklenici Yelizarov (takma adı Kostıl — koltuk değneği). Çocuksu bir kişidir, duyarlı, saf ve biraz kaçık. Yelizarov ile Lipa aynı alçakgönüllülük yalınlık ve güven düzeyindedir,her ikisinde de masallardaki kötü kişilerin kurnazlığından eser olmamakla birlikte gerçek insanlardır. Sanki bir tür, olayların içyüzünü görme yetisi varmışçasına Kostıl düğünün yol açacağı yıkımı içgüdüsel olarak önlemeye çalışır:
— Anisim oğlum, sen kızım, ikinize söylüyorum, birbirinizi sevin, Tanrının buyurduğu gibi yaşayın, o zaman yalnız bırakmaz sizi göklerin kraliçesi…
— Çocuklarım, yavrularım, yavrularım… diyordu. Aksinya çığım, anam benim, Varvara’çığım, hep birlikte gül gibi geçinip gideceğiz, mutlu olacağız sevgili güvercinlerim benim…
İnsanlara sevgili araçlarının adlarını takar bu marangoz.
Sekizinci Maske. Bir başka maske, bucak başkanı ile yazıcısının bir başka aldatmacası.
«On dört yıldır birlikte çalışan, bu on dört yıl içinde bir yazıyı bile imzalamamış, bucak başkanlığına gelenlerden birini bile, aldatmadan, ya da hakaret etmeden bırakmamış bucak başkanı ile yazıcısı da yanyana oturmuşlardı. İkisi de şişko, koca göbekliydi; yaptıkları kötülükler görünüşte içlerine öylesine işlemişti ki, yüzlerinin derisinde bile bir tuhaflık, bir yapmacık vardı sanki.»
«Düzmecilik içlerine işlemiş»; bu tüm öykünün iki ana yönünden biri.
Düğünün birçok ayrıntısı gözünüze çarpacak: Kendi sorununu, kendi üstüne çöken kara bulutları düşünüp tasalanan Anisim; dışarıda, «Kanımızı kuruttunuz eme eme, canavarlar! Allah topunuzun belâsını versin!»; Aksinya’nıneşsiz betimi:
«Bal rengi, içten bakışlı gözleri vardı Aksinya’nm. Pek seyrek kırpardı onları. Yüzünde içten bir gülümseme oynaşırdı her an. Ama bu devamlı açık gözlerde de, uzun bir boynun üstüne oturmuş bu küçük başta da, bu boy bosta da bir yılan soğukluğu vardı. Göğsü sarı olan yeşil giysisi içinde, dudaklarında her zamanki gülümsemesi, ilkbaharda, yeni boy atmış çavdar tarlasında uzanmış, başını dikmiş, yoldan geçen birisine bakan bir yılanı andırıyordu. Hrımin’ler senli benliydiler Aksinya ile. En büyüğüyle eskiden beri aralarında hayli yakın bir ilişkinin olduğu pek açık seçik belliydi. Oysa sağır hiçbir şeyin farkında değildi, karısıyla ilgilenmiyordu bile. Ayak ayak üstüne atmış, ceviz yiyordu. Cevizleri dişlerinin arasında, tabancayla ateş ediyormuş gibi çatırdatarak kırıyordu.
En sonunda ihtiyar Tsıbukin de atladı ortaya, oynamak istediğini göstermek amacıyla mendilini salladı. Odalarda, avludaki kalabalık arasında övgü dolu fısıltılar duyuldu :
— Kendi de çıktı ortaya! Kendi de!
…Geç vakit, gecenin ikisinde bitti bütün bunlar. Anisim yalpa vura vura gitti şarkıcılarla çalgıcıların yanma teker teker teşekkür etti onlara, hepsine birer yeni elli kapiklik daha verdi. İhtiyar da, yalpa vurmadan, ama tuhaf bir biçimde hep bir ayağının üstüne basarak geçiriyordu konuklarını, hepsine ayrı ayrı,
— İki bine patladı bana bu düğün, diyordu.
Konuklar dağılırken, Şikalovskoeli meyhanecinin yepyeni paltosunu biri almış, yerine kendi eski paltosunu bırakmıştı. Anisim birden fırladı,
— Durun, şimdi yakalarım hırsızı! diye bağırmaya başladı. Paltoyu kimin çaldığını biliyorum! Durun siz!
Koşarak çıktı sokağa, gidip birisine yapıştı arkadan. Adamı yakaladılar, koluna girip eve getirdiler. Üstü başı ıslanmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş sarhoş hırsızı tekme tokat, bir odaya atıp kapıyı kilitlediler üstüne. Halanın biraz önce, Lipa’nıngelinliğini çıkarmasına yardım ettiği odaydı bu.»
Beş gün sonra, Varvara’ya açıksözlü bir kadın olduğu için saygı duyan Anisim, ona her an tutuklanabileceğini açar. Kente giderken aşağıdaki güzel betimle karşılaşırız:
«Araba Ukleyevo’nun bulunduğu çukurdan çıkıncaya kadar dönüp dönüp arkasına, köye baktı Anisim. Ilık, güneşli bir gündü. Hayvanları ilk kez çıkarmışlardı otlağa. Sürünün biraz ötesinde, bayramlıklarını giymiş köylü kızlar, kadınlar dolaşıyorlardı. Azgın bir boğa, özgürlüğüne kavuşmanın sevinciyle böğürüyor, ön ayaklarıyla toprağı eşeliyordu. Her yanda —yukarıda da, aşağıda da— çayırkuşları cıvıldaşıyordu. Anisim kocaman, bembeyaz kiliseye —yeni badanalamışlardı onu daha—, baktı uzun uzun, beş gün önce orada nasıl dua ettiğini anımsadı; yeşil damlı okula, bir zamanlar yüzdüğü, balık tuttuğu dereye baktı, yüreğinde bir sevinç dalgalanması oldu; önünde birdenbire bir duvarın yükselmesini, yolunu kesmesini, onu geçmişiyle başbaşa bırakmasını istedi o anda.»
Bu onu son görüşümüz.
Gelelim Lipa’nın geçirdiği nefis değişime. Anisim’in yalnızca vicdanı onu rahatsız etmekle kalmaz, orda kişileşir de: Lipa, Anisim’in karmaşık yaşamı hakkında hiçbir şey bilmemekle birlikte onu korkunç bir yük olarak taşır. Artık o da, yükü de kalkmıştır sırtından.
«Kollarını ta yukarıya kadar sıvamış, yalınayak, üzerinde eski püskü bir eteklik, holde merdivenleri yıkıyor; ince, berrak sesiyle şarkı söylüyordu. Pis su dolu büyük leğeni dışarı çıkarırken dudaklarında çocuksu bir gülümseme, güneşe baktığında bir çayır kuşuna benziyordu.»
Şimdi Çehov, yazar açısından son derece güç bir şey yapacak; onun, sessiz, sözcüksüz olanın sözcükler bulup yıkımı getirecek gerçekleri ortaya sermesini sağlamak için Lipa’nınsessizliğinin bozulmasından yararlanacak. Lipa ile Kostıl uzak bir kiliseye yaptıkları uzun yürüyüşten dönerken Lipa’nın annesi arkada kalır; Lipa da şöyle der:
«Şimdi de Aksinyadan korkuyorum İlya Makariç. AsImda korkulacak bir insan değil, hep gülümsüyor ama, bazan durup bir saat bakıyor pencereden; bakışı da çok sert, tıpkı ağılda koyunların gözü gibi yeşil yeşil parlıyorlar. Küçük Hrimin’ler kışkırtıyorlar onu, ‘Senin ihtiyarın Butyokino’da kumluk, içinde suyu olan kırk hektar kadar, küçük bir yeri var, ’diyorlar. ‘Kendine bir tuğla ocağı yaptır orada, Aksinya’cık. Biz de ortak oluruz sana.’ Şimdi tuğlanın bini yirmi ruble. Kârlı bir iş doğrusu. Dün öğlen yemeğinde Aksinya şöyle dedi ihtiyara: ‘Butyokino’da bir tuğla ocağı kurmak istiyorum, kendi başıma bir iş sahibi olacağım.’ Bunu söylerken gülüyordu. Ama Grigori Petroviç’in yüzü karardı birden, Aksinya’ nın dediğinden hoşlanmadığı belliydi. ‘Ben sağ oldukça ayrı gayrı olamaz bu evde,’ dedi, ‘bir şey yapılacaksa hep beraber yapılır.’ Onun bu sözü üzerine gözlerini kırpıştırmaya, dişlerini sıkmaya başladı Aksinya… Gözlemeyi getirdiler sofraya, yemedi! »
Bir sınır direğine vardıklarında Kostıl, kişiliğine çok uyan bir tavırla direğin sağlam olup olmadığını şöyle bir yoklar. Bu noktada, Kostıl, Lipa ve mantar toplayan kızlar Çehov’un bir mutsuzluk ve haksızlık artalanına yerleştirdiği mutlu, saf ve uysal insanların tasarımlarıdır. Panayırdan dönenlerle karşılaşırlar.
«Kâh, toz kaldırarak açık bir araba geçiyordu —onu satmadıkları için sanki sevinçli bir at koşuyordu arkasından—.»
Burada Lipa ile ‘satılmamış’ mutlu at arasında belli belirsiz simgesel bir bağ var. Lipa’nınsahibi yok olmuştur. Çocuk izleğini yansıtan bir başka bölüm:
«Yaşlı bir kadın, ayağında kocaman çizmeler olan, geniş şapkalı bir çocuğu elinden tutmuş götürüyordu. Çocuk, yürürken dizlerini bükmesine engel olan ağır çizmelerini taşımaktan da, bunaltıcı sıcaktan da bitkin düşmüştü; ama gene de durmadan dinlenmeden olanca gücüyle üflüyordu elindeki düdüğe; yamacı çoktan inmiş, sokağa sapmışlardı, ama hâlâ duyuluyordu düdüğün sesi.»
Lipa küçük oğlanı görür ve duyar çünkü kendisi de bir çocuk beklemektedir. Şu bölümde ‘ürkek, uysal canları’ sözcüklerini gözden kaçırmamanızı öneririm.
«Lipa ile annesi —ikisi de yoksul gelmişlerdi dünyaya; ürkek, uysal ruhlarından başka her şeylerini insanlara vererek ömürleri boyunca yoksul yaşamaya da hazırdılar— evet, o anda Lipa ile annesi belki de, bu uçsuz bucaksız esrar dolu dünyada, bu sayısı bilinmeyen insanların arasında kendilerinin de birer varlık olduklarını, düşünüyorlardı…»
Yaz akşamını çok güzel anlatan şu küçük görünümü de kaçırmayın:
«Sonunda döndüler eve. Avlu kapısının önünde, dükkânın çevresinde orakçılar yerlere oturmuşlardı. Ukleyevo köylüleri çalışmaya genellikle gelmezlerdi Tsıbukin’e, bu yüzden başka köylerden adam bulmaları gerekirdi. Şimdi de kapının önünde, dükkânın çevresinde oturan orakçılar karanlıkta uzaktan bakınca uzun, siyah sakallı gibi görünüyorlardı. Dükkân açıktı. Kapıdan sağırın küçük bir çocukla dama oynadığı görünüyordu. Orakçılar alçak sesle şarkı söylüyorlardı, ancak duyuluyordu sesleri; bazıları da dünkü yevmiyelerinin verilmesini istiyorlardı yüksek sesle, ama işi bırakıp kaçmamaları için vermiyorlardı onlara yevmiyelerini. İhtiyar Tsıbukin ceketsiz, üzerinde bir yelekle kapının önündeki akçaağacm dibinde Aksinya ile oturmuş, çay içiyordu. Gaz lambası yanıyordu masada.
Avlu kapısının dışında bir orakçı sanki alaylı bir sesle,
— Dedeciğim! —diyordu—. Yarısını öde bari! Dedeciğim!»
Bir sonraki sayfada Grigori gümüş rublelerin sahte olduğunu farkeder ve atması için bunları Aksinya’ya verir; oysa Aksinya bunlarla orakçıların parasını öder. «Aman Allahım! Felaket bir kadınsın sen» diye bağırır Grigori, şaşkınlık ve panik içindedir. Lipa annesine sorar, «Niçin verdin beni buraya ana?» Beşinci Bölümden sonra belli bir zaman aralığı vardır.
Öykünün en çarpıcı parçalarından biri Altıncı Bölümde, çevresinde olup bitenleri tümüyle ve eşsiz bir biçimde kayıtsız, (Aptal kocasının hakettiği sona ve Aksinya’dan ona yansıyan o korkunç yılan kötülüğüne), bunların hepsine kesinkes ve eşi görülmemiş bir kayıtsızlıkla kendini bebeğine vermiş, cılız bebeğine kafasındaki en canlı izlenimi, yaşam konusundaki tek bilgisini aktarır. Onu atıp tutarak, şarkı söyler gibi:
«— Büyüyecek, kocaman bir adam olacaksın, kocaman! diyordu.
— Yiğit bir köylü olacaksın, gündelikçi gideceğiz seninle, çalışacağız! Gündelikçi gideceğiz!»
Kendi çocukluğundan en canlı anılar gündelikçiye ilişkindir.
«Anacığım, niçin bu kadar çok seviyorum onu? Niçin bu kadar çok acıyorum ona? —Sesi titriyordu, gözleri dolu dolu olmuştu— Kimdir o? Nasıl bir insandır? Bir tüy kadar, bir çöp kadar hafif, ama gerçek bir insan gibi seviyorum onu. Gerçi hiçbir şey gelmiyor elimden, konuşamıyor da, ama küçücük gözleriyle söylemek istediği her şeyi anlıyorum.»
Bu bölüm Anisim’in Sibirya’da altı yıl kürek cezasına çarptırıldığı haberiyle biter. Sonra küçük hoş bir parça eklenir: Yaşlı Grigori şöyle der:
— Bu paralarla benim başım da dertte. Hatırlıyor musun, düğünden önce Kutsal Foma gününde Anisim yeni yeni rubleler, elli kapiklikler getirmişti bana? O zaman bir paketi saklamış, ötekileri kendiminkilere karıştırmıştım… Tanrı toprağını bol eylesin amcam Dimitri Flatıç mal almaya sık sık Moskova’ya Kırım’a gider gelirdi. Bir karısı vardı amcamın, o mal almaya gidince başkalarıyla düşer kalkardı. Altı çocukları olmuştu. Amcam bazan, biraz çok içip de sarhoş olunca gülerek şöyle derdi: ‘Çocukların hangilerinin benim olduğunu bilmiyorum vallahi! Hepsi birbirine karıştı!’ Demek zayıf yaratılıştı bir insandı. Şimdi de ben paraların hangilerinin benim olduğunu bilmiyorum. Sahteleriyle sahicileri birbirine karıştı. Hepsi sahteymiş gibi geliyor bana.
— İstasyonda biletçiye üç ruble uzatırken, bu üç rubleyi sahte sanıyorum. Bir korku var içimde. Hasta olsam gerek.
O andan sonra aklını yitirir ve bir anlamda yaptıklarının bedelini öder, temize çıkar.
«Kapıyı açtı, parmağını bükerek yanma çağırdı Lipa’yı. Lipa, kucağında çocukla yaklaştı nna. Tsıbukin,
— Bir şeye ihtiyacın olursa çekinmeden söyle Lipa’cığım —dedi—. Ne istersen onu ye, hiçbir şeyi esirgemeyiz senden, sağlığın yeter bize… —Haç çıkararak kutsadı çocuğu..— Torunuma iyi bak bir de. Oğlumu kaybettim, torunum kalsın bana bari.
Göz yaşları yuvarlanıyordu yanaklarından aşağı. Hıçkırarak ağlamaya başladı; uzaklaştı Lipa’nınyanından. Biraz sonra yattı, uykusuz geçen yedi geceden sonra derin bir uykuya daldı.»
Bu zavallı Lipa’nınsonradan başına gelecek korkunç olaylardan önceki en mutlu gecesiydi.
Grigori, Aksinya’nın tuğla ocağı kurmak için istediği Butyokino’daki toprağı torununa vermek için düzenlemelere girişir. Aksinya çok öfkelenir.
«Hey Stepan! Hemen çıkıp gidiyoruz bu evden! Annemin, babamın yanma gidiyoruz, cezaevi kaçkınlarıyla bir çatı altında kalamam! Hazırlan!
Avluya gerili ipte çamaşırlar asılıydı; daha kurumamış kendi etekliklerini, bluzlarını ipten çekip alıyor, sağırın kucağına atıyordu. Sonra öfkeden iyice deliye dönmüş, çamaşırların çevresinde dolaşmaya başladı, kendisinin olmayan çamaşırları da ipten alıyor, yere atıp çiğniyordu.
Varvara inler gibi,
— Oh, durdurun onu çocuklar, durdurun! —diyordu—. Ne oldu ona böyle? Verin ona Butyokino’yu, Allah aşkına verin, verin!»
Şimdi de öykünün doruk noktasına geliyoruz.
«Aksinya mutfağa koştu. O gün çamaşır yıkanıyordu mutfakta. Lipa yalnız yıkıyordu, aşçı kadın çamaşırları durulamaya dereye gitmişti. Tekneden de, ocağın yanındaki kazandan da buhar çıkıyordu, mutfağın içinde dumandan göz gözü görmüyordu. Çok da sıcaktı. Daha yıkanmamış bir yığın çamaşır vardı yerde, yığının yanındaki tahta sırada da küçücük, kırmızı bacaklarını havaya dikmiş, Nikifor yatıyordu. Annesi, düşerse bir yanını incitmeyecek biçimde yatırmıştı onu oraya. Aksinya mutfağa girdiğinde Lipa çamaşır yığınından onun gömleğini almış, tekneye atmış, elini masanın üstündeki içinde kaynar su olan kovaya uzatıyordu…
Aksinya, Lipa’nın yüzüne nefretle bakarak çekip aldı gömleğini teknenin içinden.
— Ver onu buraya! Benim çamaşırlarıma dokunacak adam değilsin sen! Bir mahkûm karısısın; yerini, kim olduğunu bilmelisin!
Lipa korkuyla bakıyordu Aksinya’nın yüzüne, ne olup bittiğini anlayamıyordu; ama onun çocuğa bir anlık bakışını yakalayınca o anda anladı her şeyi, donup kaldı…
— Benim toprağımı aldın elimden, al sana öyleyse!
Aksinya bunu söylerken kaynar su dolu kovayı kaptığı gibi Nikifor’un üstüne boşaltmıştı.
Bunu, o güne kadar Ukleyevo’da işitilmemiş bir çığlık izledi. Ufaktefek, zayıf Lipa’nınöyle nasıl bağırabildiğini aklı almamıştı kimsenin. Bir anda derin bir sessizlik kaplamıştı avluyu. Aksinya, dudaklarında her zamanki içten gülümsemesi, bir şey söylemeden avludan geçip, eve yürüdü… Sağır, çamaşırlar kucağında, dolaşıp duruyordu avluda, sonra sessizce, hiç acele etmeden onları asmaya başladı gene. Aşçı kadın dereden dönünceye dek hiç kimse mutfağa giremedi, orada ne olup bittiğine bakamadı.»
Düşman yok edilmiştir. Aksinya yeniden gülümseme
ye başlar; toprak kendiliğinden onundur artık. Sağır adamın yeniden çamaşırları asmaya koyulması Çehov’un dâhice bir buluşudur.
Lipa hastaneden eve (uzun bir yürüyüşle) dönerken çocuk izleği sürer. Bebeği ölmüştür; bir battaniyeye sarılı küçük bedenini kucağında taşır.
«Lipa yamacı indi, köye varmadan küçük bir havuzun
kenarına oturdu. Bir kadın atını sulamaya getirmişti ha
vuza, ama içmiyordu hayvan. Kadın canı sıkkın, alçak sesle,
— Daha ne istiyorsun be yavrum? —diyordu—. Daha ne istiyorsun?
Kırmızı gömlekli bir çocuk suyun tam kenarında oturmuş, babasının çizmelerini temizliyordu. Köyde de, tepede de görünürlerde başka kimse yoktu.
Lipa ata bakarak,
— İçmiyor… dedi.»
Bu küçük topluluğa dikkat edin. Oğlan onun oğlu değil. Burada olup bitenler Lipa’nın da olabilecek yalın aile mutluluğunu simgeliyor. Çehov’un doğallığı zorlanmamış bu simgeselliğine dikkatinizi çekerim.
«Kadınla, çizmeleri yıkayan çocuk gittiler işte, yapayalnız kaldı Lipa havuzun başında. Güneş uykuya yatmaya hazırlanıyordu; altın işlemeli, kıpkızıl örtüsünü çekiyordu üstüne yavaş yavaş; kırmızı, leylak rengi uzun uzun bulutlar onun huzur içinde, rahat uyuması için kaplamışlardı gökyüzünü. Uzaklarda bir yerde bir balabankuşu, ahıra kapatılmış bir inek gibi hüzünlü, derinden bağırıyordu. Bu esrarlı kuşun sesini her ilkbahar duyarlardı, ama onun nasıl bir kuş olduğunu, nerede yaşadığını kimse bilmezdi. Yukarda, hastanenin bahçesinde de, havuzun çevresindeki çalılıklarda da, köyün ötesinde de, tarlalarda da bülbüller ötüyordu durmadan. Gugukkuşu birisinin günlerini sayıyor, ama her keresinde şaşırıp yeniden başlıyordu. Havuzda kurbağalar öfkeli öfkeli, yırtınırcasma bağrışıyorlardı, ne söyledikleri bile anlaşılıyordu: ‘Çok tuhafsın! Çok tuhafsın!’ Her yanı büyük bir gürültü kaplamıştı. Sanki bütün bu hayvanlar, bu ilkbahar gecesinde hiç kimse uyumasın, herkes —öfkeli kurbağalar bile— bu gecenin her dakikasının hazzını içlerine sindire sinclire tatsın diye mahsus bağırıp çağırıyorlardı: Öyle ya, canlılar bir kere geliyorlardı dünyaya/»
Avrupalı yazarlar arasında iyiyle kötüyü, kötünün geleneksel şiirde olduğu gibi tek bir bülbül, iyinin ise doğada olduğu gibi birkaç taneyi birden öttürmesiyle ayırdedebilirsiniz.
Lipn’nınyolda karşılaştığı adamlar büyük bir olasılıkla kaçakçı ama Lipa onları ayışığmda bambaşka görür.
«Lipa ihtiyara,
— Din adamı mısınız? diye sordu.
— Hayır, Firsanofluyuz.
— Demin yüzüme baktığında yüreğime bir hafiflik geldi. Delikanlın da sessiz bir çocuk. Din adamı olsalar gerek, diye düşündüm de.
— Gideceğin yer ırak mı?
— Ukleyevo’ya gidiyorum.
— Hadi bin, Kuzmenok’a kadar götürürüz seni. Orada yollarımız ayrılıyor, sen doğru gideceksin, biz sola sapacağız.
Vavila fıçı olan arabaya bindi, ihtiyarla Lipa ötekine bindiler. Vavila önde, ağır ağır gidiyorlardı.
— Oğlum bütün gün acı çekti —dedi Lipa—. Küçücük gözleriyle yüzüme bakıyor, susuyor, bir şey söylemek istiyor, ama söyleyemiyordu. Tanrım! İçimin acısından ikide bir yere düşüyordum. Kalkıp karyolasının yanma gidiyor, sonra gene düşüyordum. Söyler misin bana dedeciğim, çocuklar niçin acı çekerler ölürken? Büyük biri, bir köylü ya da bir kadın acı çekerse günahları affoluyor derler; peki hiç günahı olmayan bir çocuk niçin acı çekiyor? Niçin?
— Tanrı bilir! dedi ihtiyar.
Yarım, saat hiç konuşmadan gittiler. İhtiyar oldu ilk konuşan:
— Kişioğlu bilemez her şeyi, neyin niçin olduğunu. Kuşa dört değil de iki kanat verilmiştir, çünkü iki kanatla da uçabilir; kişioğluna ise evrenin sırlarının hepsini değil, yarısını, ya da dörtte birini bilecek kadar akıl verilmiştir. Yaşaması için yetecek kadar şeyi bilmesine izin vardır, biliyor da…
İhtiyar,
— Bir şey olmaz —diye tekrarladı—. Senin bu acın daha başlangıç. Hayat uzun, daha çok iyi günlerin, kötü günlerin olacak… —İki yanma bakarak ekledi—. Geniştir Rusya’ınız! Bir baştan bir başa bilirim Rusya’yı, çok şey gördüm, inan sözüme yavrum. İyi günlerin de olacak kötü günlerin de. Yayan Sibirya’ya gittim ben, Amur’a da, Altay’lara da gittim. Hatta yerleştim Sibirya’da, çiftçilik yaptım orada, sonra özledim anayurdumu, köyüme döndüm gene…
Sözün kısası, kupkuru bir değnektim köye geldiğimde; karım vardı, ama Sibirya’da kalmıştı, toprağa vermiştik onu orada. Böyle işte, şimdi de ırgatlık ediyorum. Var
sm olsun! Diyeceğim, sonra iyi günlerim de oldu, kötü günlerim de. Ölmek istemiyor canım, sevgili kızım, yirmi yıl daha yaşasam, isterim; demek ki iyi günlerim daha çok oldu.
İhtiyar gene iki yanma bakarak,
— Ucu bucağı yoktur Rusya’ınızın… — diye ekledi…
Lipa evin sokağına geldiğinde sığırları dışarı çıkarmamışlardı daha, herkes uyuyordu. Taşlığın merdivenine oturdu Lipa, beklemeye başladı. İlk çıkan ihtiyar oldu, bir anda, ilk bakışta anlamıştı durumu, uzun süre bir şey söyleyemedi, dudaklarını emdi durdu yalnızca. Sonunda,
— Eh Lipa —diye mırıldandı—, bakamadın torunuma…
Varvara yı uyandırdılar. Ellerini birbirine vurdu Varvara, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, hemen hazırlamaya koyuldu çocuğu.
— Güzel bir çocuktu… —diyordu—. Of, of… Bir oğlun vardı, onu da kollayamadm, salak kadın…»
Bebeğini öldürenin Aksinya olduğunu söylemek saf Lipa’nın akimın ucundan geçmedi. Öyle görünüyor ki aile Lipa’nındikkatsizlik edip çocuğu kazara devrilen bir sıcak su teknesiyle haşladığına inanıyordu.
Cenaze töreninden sonra:
«Lipa sofraya hizmet ediyordu. Bir ara papaz, ucunda bir mantar olan çatalım havaya kaldırarak avutmaya çalıştı onu.
— Yavrunuz için üzülmeyiniz. O yaşta ölenler Tanrısal huzura erişirler.
Nikifor’unun artık olmadığını Lipa herkes dağıldıktan sonra gereği gibi anlayabildi ancak, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Doya doya hıçkırmak için hangi odaya gideceğini bilemiyordu; oğlunun ölümünden sonra bu evde ona artık yer olmadığını, burada fazla olduğunu hissediyordu çünkü. Başkaları da hissediyordu bunu.
Birden kapıda beliren Aksinya,
— Ne zırlayıp duruyorsun be? —diye bağırdı—. Kes sesini!
Cenaze töreni nedeniyle yabanlıklarını giyinmişti Aksinya, pudralanmıştı.
Lipa susmak istedi, ama susamadı, daha yüksek sesle ağlamaya başladı.
Aksinya ayağım büyük bir öfkeyle yere vurarak,
— Dediğimi duymadın mı? —diye bağırdı—. Kime söylüyorum? Defol git bu evden, bir daha da adımını atma buraya, kürek mahkûmu karısı! Defol!
İhtiyar telâşlandı.
— Eh, eh!… Kızma Aksinya çığım, kızma anacığım… Görüyorsun, ağlıyor… Çocuğu öldü…
Aksinya öfkeli bir alayla,
— Görüyorum… —dedi—. Hadi bu geceyi geçirsin burada, ama yarın defolup gidecek! Evet, görüyorum!..
Alaylı alaylı ‘görüyorum’ diye tekrarladıktan sonra bir kahkaha attı, dükkâna yürüdü.»
Lipa onu eve bağlayan incecik bağı da yitirdikten sonra bir daha dönmemecesine evden ayrılır. Aksinya dışında herkesin gerçek yüzü yavaş yavaş açığa çıkar.
Varvara’nın erdemlerinin bir makina gibi işlemesi, durmadan pişirdiği reçellerle örneklenir; bir sürü reçel birikir, şekerlenir, yenmez olur. Zavallı Lipa’nınreçeli ne çok sevdiğini anımsarız. Kendi yaptığı reçeller Varvara’yı hedef alır.
Anisim’in mektupları yine o güzelim el yazısıyla yazılmıştır. Belli ki dostu Samorodov da Sibirya’daki madenlerde onunla cezasını çekiyor; böylece burada da gerçek aydınlanır.
«Çok hastayım, durumum ağır, Allah aşkına yardım edin bana.»
Yan deli, sefil, sevgisiz Yaşlı Grigori asıl yüzüne bürünen gerçeğin en canlı tasarımıdır.
«Bir keresinde —güneşli bir ilkbahar gününün akşam üzeriydi— ihtiyar Tsıbukin kilisenin kapısında, paltosunun yakasını kaldırmış, kasketini burnuna kadar çekmiş oturuyordu. Uzun tahta sıranın öteki ucunda bölge marangozu ile okul bekçisi yetmişlik dişsiz Yakof oturuyordu. Kostıl ile bekçi konuşuyorlardı aralarında. Yakof sinirli,
— Çocuklar Yaşlıları yedirip içirmek zorundadırlar… —diyordu—. Anneyi babayı saymalıdır insan. Gelin denen o şirret karı ise kendi evinden dışarı attı kaymbabas’Jnı, Adamcağızın yiyeceği yok, içeceği yok… nereye gitsin zavallı? Bugün üç gündür ağzına bir şey koymadı.
Kostıl şaşırmıştı.
— Üç gün ha!
— Böyle oturuyor, düşünüp duruyor işte. Aslında kabahat onda. Ne diye çıkarmıyor sesini? Mahkemeye verse gözünün yaşma bakmazlar o karının.
Kostıl bekçinin dediğini duymamıştı,
— Kimin gözünün yaşma bakmazlar mahkemede? diye sordu.
— Ne dedin?
— Kötü kadın değildir gelini, çalışkandır. Bu iş de onsuz… yani günahsız olmaz…
Yakof sinirli sinirli devam ediyordu:
— Kendi evinden çıkarıp attı adamcağızı. Ev seninse kov be kadın. Ne insanlar var şu dünyada! Allah kahretsin!
Tsıbukin kulak kabartıyor, öyle oturuyordu. Kostıl gülerek,
— Ha kendi evinmiş, ha başkasının —dedi—, yeterki sıcak bir yuvan olsun, karılar dırdır etmesin… Gençliğimde benim Nastasya’nınöldüğüne çok üzülüyordum. Ağzı var dili yok bir kadındı. Tek şey söylerdi her zaman: Bir ev al kendine Makarıç! Bir ev al kendine Makarıç! Bir at al kendine Makarıç!’ Ölüm döşeğinde de aynı şeyi söylüyordu: ‘Yayan gidip gelmekten kurtulmak için kendine bir yaylı al Makarıç!’ Bense yalnızca çörek alırdım ona, başka bir şey almazdım.
Yakof, Kostıl’ı dinlemeden devam ediyordu:
— Kocası olacak o sağır da aptalın teki, aptal bile olamaz, kaz, kaz. Neye aklı erer bir kazın? Sopayı indir kafasına, farkına, bile varmaz.
Kostıl, geceleri kaldığı atölyeye gitmek için kalktı. Yakof dn kalktı, konuşa konuşa yürüdüler. Onlar elli adım kadar uzaklaşınca ihtiyar Tsıbukin de kalktı, kaygan buz üzerinde yürüyormuş gibi kararsız adımlarla yürüdü arkala rından.»
Bu son bölümde dişleri dökülmüş yaşlı bekçiyi, yepyeni bir kişiyi sunmak Çehov’un dehâsının yeni bir örneği. Bununla öykünün sona ermesine karşın varlığın sürdüğünü sezdiriyor — her şeye karşın öykü yaşam gibi akıp gidecek, eski ve yeni kişileriyle sürecektir.
Masalın sonundaki bireşime bakın:
Akşam ağır ağır çöküyordu köyün üstüne, güneş, yamacı aşağıdan yukarı bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla çıkan yola vuruyordu ancak.
Aksinya’nınsimgesi olan parlak, yılansı patika, gecenin huzur dolu sessizliği içinde Yaşlı kadınlar ormandan dönüyorlardı, çocuklar da yanlarındaydı. Sepetleri mantar doluydu. Götürdükleri tuğlaları vagonlara yüklemiş köylü kadınlar, kızlar topluca dönüyorlardı istasyondan. Yüzleri gözleri kırmızı tuğla tozu içindeydi. Şarkı söylüyorlardı. En önde Lipa yürüyordu; Tanrıya şükür, günün bittiğine, artık dinlenebileceğine seviniyormuş gibi, gökyüzüne bakarak ince sesiyle katılıyordu şarkıya. Annesi gündelikçi Praskovya da kalabalığın arasındaydı; kolunda bohçası, her zamanki gibi sık sık soluyarak yürüyordu.
— Lipa, Kostıl’ı görünce,
— Merhaba Makarıç —dedi—. Merhaba amcacığım!
Kostıl sevinmişti Lipa’yı gördüğüne.
— Merhaba Lipa’cığım! —diye cevap verdi—. Hey hatunlar, güzel kızlar, sevin bu zengin marangozu! Hoho! Çocuklarım, yavrularım benim! —Hıçkırdı Kostıl—. Gözümün nuru bebeklerim!
Kostıl çok işe yaramamakla birlikte sonuç olarak masalın iyi yürekli bir kişisidir. Sanki bu dünyadan değil
miş gibi yaşamakla birlikte, evlenme töreninde sanki bir yıkımı önlemek için boşa çaba harcarmışçasına huzur dolu sözler söylemişti.
KÜÇÜK KÖPEKLİ KADIN30
Küçük Köpekli Kadın öyküsüne kapıyı vurmadan girer Çehov. Mırın kırın etmez. Daha ilk paragrafta öykünün kadın kahramanını, Karadeniz kıyısında, Kırım’ın Yalta adlı sahil kasabasının rıhtımında, yanında küçük beyaz köpeğiyle dolaşan genç, sarışın kadını karşımızda buluruz. Derken, hemen ardından öykünün erkek kahramanı Gurov ortaya çıkar. Çocuklarıyla birlikte Moskova’ da bıraktığı karısı son derece canlı çizilir: uzun boyu, kalın kaşları, kendini «kafası derin düşüncelerle dolu bir kadın» olarak tanımlarken takındığı tavır… Yazarın derlediği ufak tefek ayrıntıların büyüsü dikkatimizi çeker; adamın karısının konuşurken belli bir sessiz harfi söyleyememesi, kocasını, adının en uzun ve en eksiksiz biçimiyle çağırması; bunların her ikisi de, tam bu kadına yakışan, kazık gibi duruşla sarkık kaşlı suratın tumturaklı saygınlığıyla örtüşen kişilik özellikleridir. Zamanının toplumsal ve kadın özgürlüğüne ilişkin görüşlerini benimsemiş sert bir kadın; kocası kalbinin ta derinlerinde onun sığ, donuk ve zarafetten yoksun olduğunu düşünmektedir. Buradan, doğal olarak kocasının onu sürekli olarak aldatmasına, adamın kadınlara karşı olan tavrına geçeriz,«şu aşağı ırk» der kadınlara, ama o aşağı ırk olmadan da edemez. Burada, Rus aşklarının hiç de Maupassant’ın Paris’indeki kadar hercai olmadığına dikkat çekilir. İşi yavaştan alan, ama bir kere başladılar mı da can sıkıcı güçlüklere dalan bu namuslu, çekimser Moskovalılar türlü çapraşıklıklardan, türlü sorunlardan baş alamazlar.
Sonra yine aynı etkileyici, doğrudan saldırı yöntemi; köprü görevi gören «Bir akşam…» sözleriyle yeniden geriye, küçük köpekli kadına doğru kayıveririz. Kadına ilişkin her şey, hattâ saçının biçimi bile erkeğe onun canının sıkıldığını anlatmaktadır. Serüven ruhu —gözde bir sahil kasabasındaki yalnız kadına karşı olan davranışının genellikle aslı olmayan adi söylentilerden güç aldığını çok iyi bilmektedir— işte bu serüven ruhu aralarında bir bağıntı oluşturacak olan küçük köpeği çağırmaya iter onu. İkisi de bir lokantadadırlar.
«Yüzünde bir gülümsemeyle beyaz tüylü köpeği yanına çağırdı, hayvan yaklaşınca korkutmak istercesine parmağını salladı. Küçük köpek hırladı. Gurov gene parmak salladı.
Kadın başını kaldırıp baktıysa da hemen gözlerini yere indirdi.
— Korkmayın, ısırmaz, dedi yüzü pancar gibi kızararak.
— Kemik versem yer mi? diye sordu Gurov bu fırsatı kaçırmak istemediği için. Kadın evet anlamında başını sallayınca ikinci sorusunu yapıştırdı:
— Yalta’ya geleli çok oldu mu?
— Beş gün oluyor.»
Konuşmaya başlarlar. Yazar, Gurov’un kadın meclislerinde çok hoşsohbet olduğuna dikkatimizi çekmiş bulunmaktadır; ama okuyucunun bunu verili saymasındansa, (konuşmaları «parlak» olarak niteleyip de tek bir örnek vermeyen alışılmış yöntemi bilirsiniz) Çehov erkeğe gerçekten hoş, şirin şakalar yaptırır;
«Nedense buraya gelen herkes can sıkıntısından söz eder. Sanki geldikleri yerlerde canları sıkılmıyordu. Yaltada rastladığınız yabancılara sorun; ‘Ah, ne can sıkıcı yer! Tozdan geçilmiyor!’ derler. Cennet köşelerini bırakıp geldiklerini sanırsınız.»
Bu nükte, konuşmalarının geri kalan bölümü konusunda epeyce bir fikir vermektedir, konuşmanın geri kalanı dolaylı olarak aktarılır. Derken Çehov’un en belirgin doğa ayrıntıları yoluyla atmosfer yaratma yöntemine ilk olarak tanık oluruz, «denize leylak rengi, yumuşak, insanın içini ılıtan, garip bir aydınlık vurmuştu»; Yalta’da bulunmuş olan herkes bunun oranın yaz akşamlarını nasıl eksiksiz biçimde aktardığını bilecektir. Öykünün ilk bölümü Gurov’un otel odasında tek başına kaldığında, uykuya dalarken kadını düşünmesi, onun ince, zayıf boynunu, güzel gri gözlerini gözünün önüne getirmesiyle sona erer. Çehov’un kadına ancak şimdi, erkek kahramanın düşgücü aracılığıyla, gözle görülür ve kesin bir biçim, önceden de tanık olduğumuz can sıkıntısıyla keyifsizliğe kesinkes uyan yüz çizgileri verdiğine dikkat edin:
Yatıp uyuyacağı sırada onun da bir süre önce kızı gibi enstitüye gitmiş bulunduğu; yabancı bir erkekle konuşmasındaki, gülüşlerindeki çekingenliğe, sıkılgan hareketlerine bakılırsa ilk kez böyle bir durumla karşılaştığı; kocasından başka bir adam peşine düştüğüne, adam gözlerini ondan ayıramadığına göre gizli amacını sezmemiş olamayacağı geldi aklına. İnce, zayıf boynu, kızarık gri gözleri zihninde canlandı.
‘Bu kadının gene de acınacak bir yanı var,’ diye düşünürken uyuyakaldı.»
Bir sonraki bölüm (öyküyü oluşturan dört minik bölümün her biri dört ya da beş sayfadan uzun değildir), bir sonraki bölüm Gurov’un bir hafta sonra deniz kıyısındaki küçük çardağa giderek kadına tozlu, rüzgârlı, sıcak bir günde şuruplu su, dondurma getirmesi ile açılır; derken akşam olup da hava dinginleştiğinde, limana yeni gelen vapuru seyretmek için sahile inerler. Hemen ardından «… saplı gözlüğünü de düşürerek kaybetti,» diye sürdürür Çehov ve öyküyle doğrudan ilgisi olmayan —öylesine söylenivermiştir— bu gelişigüzel kurulmuş cümle yukarıda sözü edilen onulmaz hüzünle örtüşür bir anlamda.
Sonra kadının odasında onun şaşkınlığı ile yumuşakbaşlı sarsaklığı incelikli bir biçimde aktarılır. Sevgilidirler artık. Kadın, eski tablolardaki günahkâr kadın pozunda saçını yüzünün her iki yanından sarkıtmış oturmaktadır. Masada bir karpuz durmaktadır. Gurov kendine bir dilim keser ve ağır ağır yemeye başlar. Bu gerçekçi ayrıntı gene tipik bir Çehov öğesidir.
Kadın ona geldiği uzak kentteki yaşamından söz eder, Gurov onun saflığından, kafasının karışıklığından ve gözyaşlarından biraz sıkılmıştır. Kocasının adını ancak o zaman öğreniriz: von Diderits; büyük olasılıkla Alman kökenlidir.
Günün ilk saatlerinin buğusu içinde Yalta’da dolaşırlar.
«Oreanda’ya çıkınca kilisenin yanındaki bir sıraya oturdular, konuşmaksızın denizi seyre koyuldular. Yalta aşağıda sabah sisleri arasında belli belirsiz seçiliyordu, yukarda dağların tepesini durgun, beyaz bulutlar sarmıştı. Ağaçların yemyeşil yaprakları kıpırtısızdı. Ağustosböceklerinin ardı arası kesilmeyen cıvıltısı, denizin tekdüze uğultusu insanın içine huzur veriyor; bizi bekleyen sonsuz dinginliği akla getiriyordu. Aşağıda deniz ne Yalta, ne Oreanda yokken de hep böyle uğulduyor olmalıydı. Şimdi de uğulduyordu, bizler öbür dünyaya göçüp gittikten sonra da aynı kayıtsızlıkla, sağır vurdumduymazlıkla uğuldamasını sürdürecekti. … Tan ağartısında daha bir güzel gözüken genç bir kadınla yan yana otururken, denizin, dağların, bulutların, geniş bir gökyüzünün oluşturduğu olağanüstü doğa karşısında dinginleşip doğanın güzelliğiyle büyülenmiş bulunan Gurov, şöyle bir düşünülürse, eğer yaşamın yüce amaçlarım, insanlık onurunu unuttuğumuz zaman yapıp ettiklerimizi saymazsak, şu dünyada her şeyin gerçekte ne kadar güzel olduğunu aklından geçiriyordu.
O sırada biri yanlarına yaklaştı —bekçi olmalıydı—, onlara şöyle bir göz attıktan sonra çekip gitti. Bu ayrıntı bile Gurov’a gizemli, aynı zamanda güzellikle dolu gözüktü. Aşağıda bir vapurun limana yanaştığı seçiliyordu. Feodosya dan gelen bu vapurun tüm ışıkları sönüktü, yalnızca tan yerinin ağartısıyla aydınlanıyordu.
Uzun bir sessizlikten sonra Anna Sergeyevna;
— Otlara çiy düşmüş, dedi.
— Evet. Otele dönsek iyi olur.»
Sonra günler geçer, artık kadının yaşadığı kente geri dönmesi gerekmektedir.
«Perondan ayrılırken, ‘Ben de artık kuzeye dönmeliyim. Eve gitme zamanı geldi’, diye düşündü.»
Burada bölüm biter.
Üçüncü bölüm bizi doğruca Gurov’un Moskova’daki yaşamının içine sokar. Rusya’daki şen kışların zenginliği, Gurov’un aile sorunları, kulüplerle lokantalarda yenen yemekler, bütün bunlar çabucak ve canlı bir biçimde çizilir. Sonra başına gelen tuhaf şeye bir sayfa ayrılır; küçük köpekli kadını unutamamaktadır. Birçok dostu vardır, ama yaşadığı serüveni anlatmak için duyduğu garip arzuyu bir türlü doyuramaz. Çok genel bir biçimde aşktan ve kadınlardan söz edecek olsa, hiç kimse ne demek istediğini anlamaz, sadece karısı kaim kaşlarını çatıp: «Dimitri, sana da hoppalık, hiç yakışmıyor,» der.
Derken Çehov’un sessiz sedasız öykülerinin patlama noktası diyebileceğimiz bir noktaya geliriz. Sokaktaki adam aşkı anlatan düzyazı ile sıradan düzyazı arasında bir ayrım yapar; oysa sanatçı için her ikisi de şiir malzemesidir. Gurov’un öykünün en romantik yerinde Yalta’da bir otel odasında yatağa çökerek çiğnediği karpuz dilimi buna bir örnektir. Bu karşıtlık, sonunda Gurov’un gecenin geç saatinde kulüpten çıkarlarken bir arkadaşına içini döküvermesiyle sürdürülür; «Ah biliyor musunuz, Yalta’ya gittiğimde, ne tatlı bir kadınla tanıştım!» Bir memur olan arkadaşı, kızağına biner, atlar hareket eder, sonra ansızın dönüp Gurov’a seslenir. «Ne var?» der Gurov, haklı olarak biraz önce söylediği sözlere verilecek cevabı bekleyerek, «Haklıymışsınız,» der adam, «yediğimiz mersinbalığı biraz kokuyordu!»
Bu olay Gurov’un girdiği yeni ruh durumuna, yaşamları iskambil oyunuyla yemekten ibaret olan vahşiler arasında yaşadığı duygusuna doğal bir geçiş sağlar. Ailesi, çalıştığı banka, tüm varoluş biçimi, her şey boşuna, heyecan vermekten uzak ve anlamsızdır sanki. Aralık ayında bir yortu günü karısına Petersburg’a iş yolculuğuna gideceğini söyler ama bunun yerine kadının oturduğu S’ye yollanır.
Rusya’daki kent ve kentli sorunlarına duyulan saplantılı ilginin çığ gibi büyüdüğü o geçmiş günlerde, Çehov’u eleştirenler onun burjuva evliliğinin sorunlarını iyice gözden geçirip çözmek yerine önemsiz ve gereksiz saydıkları ayrıntılar üzerinde durmasına çok öfkelenirlerdi. Değil mi ki Gurov, günün erken saatlerinde o kente inip de yöredeki otelin en iyi odasını tuttuğunda, Çehov onun içinde bulunduğu ruh durumunu anlatmak ya da sallantılı ahlaki konumunu iyice abartmak yerine, kelimenin en soylu anlamıyla sanatçı olmayı seçer; dikkatimizi askerlerin giydiği cinsten bir kumaşla kaplanmış odanın tabanına, gene tozdan kül rengine dönüşmüş bir ucunda mürekkep hokkası bulunan başı kopuk, süvari şapkalı elini havaya kaldırmış heykelciğe çeker. Hepsi bu kadar; görünürde hiç denecek kadar az şey ama tümüyle özgün edebiyat. Aynı türden bir ayrıntı da otel kapıcısının Diderits adını söylerken değişikliğe uğratmasıdır. Gurov adresi bulduktan sonra gidip eve bakar. Evin tam karşısında, çivili tahtalardan yapılmış külrengi bir çit vardır. «Bu çitten kaçabilirsen görürüz,» der Gurov kendi kendine ve bu noktada daha önceden taban, heykelcik ve kapıcının okuma yazma bilmeyenlere özgü aksanıyla vurgulanmış bulunan külrengi iç karartıcı ritm son bir darbeyle noktalanır. Bu beklenmedik küçük dönüşlerle buluşlarındaki tüy hafifliği Çehov’u bütün Rus romancılarının üzerine çıkarır, Gogol ve Tolstoy’la aynı düzeye getirir.
Çok geçmeden yaşlı bir hizmetçinin tanıdık, küçük, beyaz bir köpekle birlikte evden çıktığını görür. Köpeği (bir tür şartlı reflekse kapılarak) çağırmak ister, ama yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlar, öyle ki o heyecan içinde köpeğin adını unutur; gene sevimli bir buluş. Daha sonra Geyşa operasını ilk defa sergileyen yöre tiyatrosuna gitmeye karar verir. Çehov altmış kelime içinde bir taşra tiyatrosunun eksiksiz resmini çizer, bu arada olanca utangaçlığı içinde loca perdesinin arkasına gizlendiği için sadece elleri gözüken valiyi de unutmaz. Sonra kadın ortaya çılcar. Gurov o an dünyada kendisi için, küçük kent kalabalığında kaybolmuş, bütünüyle gözlerden uzak, elinde kaba bir saplı gözlük tutan şu incecik kadından daha yakın, daha sevgili, daha önemli birisi olmadığını açıkça anlar. Kocasını görür, kadının onun uşağın teki olduğunu söylediğini hatırlar; adam tam bu tanıma uymaktadır.
Bunun ardından Gurov’un kadınla konuşmayı başardığı sahne gelir, sonra deliler gibi türlü türlü merdivenlerle koridorlara çıkıp inerek, dalıp çıkarak değişik memur üniformaları içindeki adamların arasında dolaşırlar. Çehov, merdiven sahanlığında sigara içerken aşağıya bakan iki okulluyu da unutmaz.
«Kadın fısıltıyla şunları söyledi:
— Hemen gitmelisiniz! İşitiyor musunuz beni, Dmitri Dmitriç? Sizi görmek için Moskova’ya geleceğim. Yaşam boyu mutlu olmadım, şimdi de mutlu değilim. Hiçbir zaman, hiçbir zaman mutlu olmadım. Daim fazla acı çekmemi istemezsiniz, değil mi? Hemen gidin buradan. Yemin ederim, Moskova’ya yanınıza geleceğim. Ne olur, şimdi ayrılalım! Hayatım, sevgilim, bir tanem benim, burada ayrılalım!
Adamın elini son kez sıkarak merdivenlerden hızla aşağı indi. Gurov uzaklaşırken dönüp dönüp geriye bakan sevgilisinin gözlerinden gerçekten mutlu olmadığını okudu… Orada bir süre daha durdu, seslerin kesilip her şeyin sakinleşmesinden sonra paltosunu vestiyerden alarak tiyatrodan çıktı.»
Dördüncü ve son kısa bölüm Moskova’daki gizli buluşmalarının havasını verir. Kadın Moskova’ya ayak basar basmaz Gurov’a kırmızı şapkalı bir haberci yollar. Bir gün Gurov kadına gitmek üzere yola çıkmıştır, kızı da yanındadır. Kız onunla aynı yönde okuluna gitmektedir. İri taneli sulu kar ağır ağır yağmaktadır.
Gurov, kızına ısının sıfırın üstünde üç olmasına rağmen kar yağdığını söylemektedir. Bunun nedeni sıcaklığın sadece toprağın yüzeyinde kalması, atmosferin üst tabakalarındaki havanın ise tümüyle farklı olmasındadır.
Hem konuşur hem de yürürken, bir yandan da kimsenin bu gizli buluşmalardan haberi olmadığını ve olmayacağını aklından geçirir.
Bir türlü anlayamadığı şey yaşamının sahte olan bölümünün, çalıştığı bankanın, kulübünün, sohbetlerinin, topluma karşı görevlerinin; bütün bunların gözler önünde olup bitmesi, öte yandan gerçek ve ilginç olan bölümün gizli kalmasıdır:
«Gurov’un iki türlü yaşamı vardı. Birisi, çevresinde herkesin, eşin dostun yaşamları gibi, bütün yakınlarının görüp bildiği, şartlanılmış doğrulardan ve yalanlardan oluşan, görünürdeki yaşantısıydı. Öbürü ise gizliden gizliye sürdürmekte olduğuydu. Belki de çeşitli durumların bir rastlantı sonucu garip bir biçimde bir araya gelmesinden olacak, kendisi için en önemli, en ilginç, en kaçınılmaz bulduğu, çok içten davrandığı ve kendini hiç aldatmadığı, yaşamının özü saydığı şeylerin tümü, herkesten gizlediği bu dünyada yaşanıyordu. Dıştan görüneni ise bir aldatmacaydı. Bir örtü gibi altında gizlendiği, gerçekleri gözlerden ırak tutmaya çalıştığı bir aldatmaca. Bankadaki işi gibi, kulüpteki arkadaşları arasında ‘aşağı ırk’ türünden tartışmalar gibi, karısıyla jübilelere gitmeleri gibi… Başkalarının yaşantısını göz önüne aldığında her gördüğüne inanmaması gerektiğini anlıyordu. Gecenin karanlık örtüsü altında en gerçek, en ilginç anların yaşanması gibi, her insanın gizlilik örtüsü altında da değişik bir yaşantısı olmalıydı. İnsanoğlunun asıl kişisel varoluşu gizlilik içinde sürüp gitmekteydi; belki de bu yüzden olacak, uygar insanlar kişisel gizlerine saygı gösterilmesi konusunda son derece titizdiler.»
Son sahne daha baştan sezdirilen bir hüzünle yüklüdür. Buluşurlar, kadın hıçkırıklarını tutamaz, birbirlerine en gönülden bağlı bir çift, dostların en seveceni oldukları duygusu içindedirler, erkek saçlarının hafifçe kırlaştığını görür ve aşklarının ancak ölümle biteceğini anlar:
<… Oysa kollarını doladığı sevgilisinin omuzları ıpılıktı, o sardıkça kollarının altında titriyordu. Sonunda kendi yaşamı gibi sararıp solacak, böylesine güzel, insanın içini ısıtan bir yaşama acımamak elde miydi? Ne diye seviyordu bu kadın onu? Gurov kadınlara aslında neyse bundan daha değişik görünürdü; onlar da onu Gurov olduğu için değil, hayallerinde yaşattıkları, yaşamları boyunca aradıkları adam olarak severlerdi. Yanıldıklarını anladıkları zaman sevgileri gene de eksilmezdi. Ama hiçbiri onunla mutluluğu sonuna dek sürdürememişti. O da öyle; birisiyle tanışıyor, bir araya geliyor, sonra sevmediğini anlayarak ayrılıyordu. Aralarında istediği her şey geçiyordu, yalnızca asıl aradığı sevgi yoktu.
Ancak şimdi, saçlarına ak düşmeye başladığı zaman, yaşam boyu tutmadığı aşkı bulmuştu.»
Konuşurlar, içinde bulundukları durumu, bu bıktırıcı gizlilikten nasıl kurtulacaklarını, nasıl her zaman birlikte olabileceklerini tartışırlar. Bir çözüm bulamazlar ve Çehov öykülerinde her zaman olduğu üzere öykü kesin bir noktayla bitmez, yaşamın doğal akışı içinde söner gider:
«Biraz daha kafa yorsalar bir çözüme ulaşacaklardı sanki; o zaman güzel, yeni bir yaşam başlayacaktı. Aşklarının sonunun daha çok çok uzaklarda olduğu, ancak en çetrefil, en zor günlerin bundan sonra başladığı açıkça ortadaydı.»
Yirmi, yirmi bir sayfa uzunluğundaki bu olağanüstü kısa öyküde, öykü anlatmaya ilişkin bütün geleneksel kurallar yıkılır. Öykünün sorunsalı yoktur, düzenli doruk noktaları yoktur, sonunda ahlak dersi çıkmaz. Gene de, yazılmış yazılacak en güzel öykülerden biridir.
Şimdi bu ve başka Çehov öykülerinde ortak olan çeşitli özellikleri sayalım:
I. Öykü mümkün olan en doğal biçimde anlatılmaktadır. Turgenyev ve Maupassant’da olduğu gibi yemekten sonra şöminenin başında anlatılır gibi değil, bir kişinin bir diğerine kendisi için önem taşıyan olayları yavaş yavaş ama hiç ara vermeksizin, alçak sesle anlatışı gibi.
II. Kusursuz ve canlı karakterler çizme işi son derece ufak fakat çarpıcı özelliklerin dikkatle seçilmesi ve dağıtılması yolu ile sağlanmıştır, sıradan yazılarda sürekli görülen betimlemeler, tekrarlar ve yoğun vurgulara hiç yüz verilmemiştir. Şu ya da bu betimlemede sahnenin tümünü vermek için tek bir ayrıntı seçilmiştir.
III. Öyküde belirgin bir ahlak dersi ya da bir mesaj yoktur. Bu öyküyü Gorki’nin ya da Thomas Mann’ın «özel ulak» öyküleriyle karşılaştırın.
IV. Öykü bir dalga sistemi, şu ya da bu ruh durumunun gölgeleri üzerine kurulmuştur. Gorki’nin dünyasında «madde» bu dünyayı oluşturan moleküllerse, burada, Çehov’da madde parçacıkları yerine bir dalga dünyasıyla karşı karşıyayız ki, aslına bakarsanız bu modern bilimin evren anlayışına daha yakındır.
V. Öykünün şurasında burasında öylesine ince bir mizahla altı çizilen şiirli yazı ve düzyazı karşıtlığı uzun vadede yalnızca öykü kahramanlarının işine yarar; gerçekte —ki bu da gerçek dehalara vergi bir şeydir— Çehov için en yüce ve en adi olan arasında bir fark bulunmadığını karpuz dilimi ve leylak rengi deniz kadar valinin ellerinin de «güzellik artı merhamet»ten oluşan bir dünyanın mihenk noktaları olduğunu sezeriz.
VI. Öykü gerçekten sona eriyor sayılmaz, çünkü insanlar yaşadıkça dertleri, düşleri ve umutları da olası ve kesin bir sonuca bağlanamaz.
VII. Öyküyü anlatan, birçok önemsiz ayrıntıya değinmek üzere yer yer anlatısını bölmektedir. Başka bir öyküde olsa, bunlar olayın dönüm noktalarını haberleyen işaret levhaları gibi kullanılırdı; örneğin, tiyatrodaki oğlanlar konuşulanları dinler, dedikodular alır yürür ya da mürekkep hokkası heykelcik, öykünün yönünü değiştirecek bir mektubu haberlerdi; oysa bu önemsiz ayrıntılar belli anlamlar taşımadığı içindir ki, öyküye gereken havayı vermekte en önemli rolü oynarlar.
Edebiyat Dersleri – Vladimir Nabokov