“Zamanın silmediği anı, ölümün dindirmediği acı yoktur!” Don Kişot – Cervantes

436
Vladimir Nabokov: O yabansı soyluluğu ile bir yazınsal kahraman
Don Quijote (Don Kişot) – Miguel de Cervantes

Romanlarda sözümona «gerçek yaşam»ı aramak gibi ölümcül bir yanlıştan kaçınmak için elden geleni yapacağız. Gerçeklerin kurmacasıyla kurmacanın gerçeklerini uzlaştırmaya çalışmayalım. Bayanlar baylar, sözünü edeceğim beş yapıt birer peri masalıdır. Don Quijote da, Bleak House da, Ölü Canlar da peri masalıdır. Madame Bovary ile Anna Karenin ise su katılmamış peri masallarıdır. Ama bu peri masalları olmasa dünya gerçek olmazdı. Kurmaca bir başyapıt özgün bir dünyadır; bu yönüyle de okurun dünyasıyla bağdaşması beklenemez. Kaldı ki, «gerçek yaşam» şişirmesi, bu elle tutulur «olgular» da neyin nesidir ki? İnsan, dirimbilimcilerin silah yerine genlerle birbirlerine saldırdıklarını ya da savaşan tarihçilerin yüzyılların tozu içinde kucaklaşmış yuvarlandıklarını görünce kuşkuya düşüyor. Sözümona ortalama adamın, sözümona «gerçek yaşam»mın ana kaynakları, gazetesi ile beşe indirgenmiş bir dizi duyusu olsa da olmasa da, şu kesinlemeyi yapabiliriz: sıradan adamın kendisi bir kurmaca parçasından, bir istatistik ağından başka bir şey değildir.

Öyleyse «gerçek yaşam» kavramı bir genellemeler dizgesine dayanıyor; sözümona «gerçek yaşam »m, sözümona «olguları» da kurmaca yapıtla ancak genelleme biçiminde ilişki kurar. Kurmaca yapıt genellemelerden ne denli uzaklaşırsa, «gerçek yaşam» açısından o denli az anlaşılabilir demektir. Ya da bir başka deyişle, «gerçek yaşam» genel belirleyici, ortalama duygu, bilinen kalabalık, sağduyusal dünya olduğundan, kurmaca yapıtın ayrıntıları ne denli canlı ve yeniyse, yapıt o denli uzaklaşır sözümona «gerçek yaşam»dan. Bile bile atıyorum kendimi buzlu sulara; buzu kırmaya niyetliyseniz kaçınılmaz bu. Öyleyse, bu yapıtlarda sözümona «gerçek yaşam»ın ayrıntılı olgusal tasarımını aramak anlamsız. Öte yandan, kurmacayla yaşamın birtakım genellemeleri arasında bir bağıntı vardır. Fiziksel ya da anlıksal acıyı ele alalım sözgelişi; düşleri, deliliği ya da sevecenlik, bağışlama, adalet gibi şeyleri; insan yaşamının bu genel öğelerini ele alalım. Bunların kurmaca ustalarınca nasıl sanata dönüştürüldüğünü incelemenin yararında anlaşmalıyız.

Kendimizi kandırmayalım. Cervantes bir haritacı değil. Don Quijote’nin iğreti sahnesi kurmaca, hem de oldukça yetersiz bir kurmaca. İtalyan öykü kitaplarından fırlamış çağdışı kişilerle dolu akıl almaz hanları, arkadia çobanlan kılığına girmiş hicranlı manzumecilerle dolu akıl almaz dağlarıyla Cervantes’in bu ülkeyi anlatmak için çizdiği görünüm XVII. yy. İspanya’sı için ancak Santa Claus’ un XX. yy.’da Kuzey Kutbu için olduğu ölçüde gerçek ve geçerlidir. Besbelli, Gogol, Orta Rusya’yı ne denli az tanıyorsa, Cervantes de İspanya’yı o denli az tanıyor.

Yine de burası İspanya’dır. Burada «gerçek yaşam»m (bu durumda coğrafyanın) genellemelerini kurmaca yapıtınkilere uygulayabiliriz. Genel olarak Don Quijote’nin serüvenleri, birinci bölümde, Castilla’nın kurak düzlüklerinde, La Mancha’da Argamasilla ile El Toboso köyleri çevresinde, güneye doğru Morena Sıradağları’nda (Sierra Morena) geçer. Çizdiğim haritada bu yerleri bulmanızı öneririm. Gördüğünüz gibi İspanya dümdüz sözlerle, (bağışlayın, düzlüklerle) 4336 derece enlemler arasında uzanıyor; Massachusetts’den Kuzey Carolina’ya. Kitabın ana eylemi Virginia’nın karşılığı olan bölgede geçiyor. Üniversite kenti Salamanca’yı batıda, Portekiz sınırında bulacaksınız. Madrid ile Toledo’nun güzelliklerine İspanya’nınortasında rastlayacaksınız. Yapıtın ikinci bölümünde gezintinin genel akışı bizi kuzeye, Aragon’daki Saragossa’ya götürür, ama daha sonra değineceğim nedenlerle yazar kararından cayar, kahramanını doğu kıyısındaki Barcelona’ ya yollar.

Bununla birlikte, Don Quijote’nin gezilerini yerbetimsel (topografik) olarak incelersek, dayanılmaz bir kargaşayla yüzyüze geliriz. Ayrıntıları bir yana bırakıp bu serüvenler boyunca her adımda korkunç bir belirsizlikler yığını bulunduğunu belirtmekle yetineceğim. Yazar ayrıntılı ve kanıtlanabilecek, betimlemelerden kaçınır. Bu gezintileri, Orta İspanya’da, kuzeydoğuda Barcelona’ya varıncaya dek, tek bir bildik kente rastlamamacasma, tek bir ırmak geçmemecesine dört ya da altı eyalet boyu izlemek olanaksız gibi görünüyor. Cervantes’in yerler konusundaki bilgisizliği toptan ve sonal: bazılarının az çok kesin başlama noktası olarak benimsedikleri La Mancha bölgesindeki Argamasilla konusunda bile.
Uzamla işimiz bu kadar. Gelelim zamana.

Milton’un Paradise Losi’unun yayımlandığı yıl olan 1667’aen geriye, XVII. yy.’ın ilk iki onyılma, günlük güneşlik bir cehenneme kayıyoruz şimdi.
Tunçtan bir alev içinde, eşikten taliplerin üzerine atlayan Odysseus; günahkâr ile yılan bütünleşirken Vergilius’un yanıbaşında dehşetten titreyen Dante; melekleri ateşe tutan şeytan; bunlar ve benzerleri epik adını verdiğimiz bir sanat biçiminde ya da çığırında yer alır. Geçmişin büyük yazınları Avrupa’nın sınırlarında, bilinen dünyanın en uç köşelerinde doğmuşa benzer. Bu köşelerin, güneydoğu, güney, kuzeybatı noktalarının, sırasıyla Yunanistan, İtalya, İngiltere’nin farkındayız. Dördüncü bir nokta da güneybatıda İspanya.
Epik biçimin evrimine, ölçülü derisinden sıyrılıp, uyaklarının kemikleşmesine; kanatlı canavar epikle, eğlendirici düzyazı anlatının birden, doğurgan bir çaprazla çiftleşmesine; benzetmeyi başarısız da olsa sürdürürsek, yan evcilleşmiş bir memelinin doğuşuna tanık olacağız şimdi. Sonuç, doğurgan bir melez, yeni bir tür, Avrupa romanıdır.

Kısacası yer İspanya; zaman da 1605-1615 arası; kolayca toparlanıp başa çıkılabilecek bir onyıl. İspanyol yazını gelişmekte; Lope de Vega, çağdaşı Miguel de Cervantes, Saavedra’nınyazdığı bir kucak dolusu oyun gibi, artık günümüzde yaşamayan beş yüz oyun yazıyor. Bizim adam usulca köşesinden çıkmakta. Yapıtlarının girişinde kolayca bulabileceğimiz yaşamöyküsüne ben yalnızca birkaç dakika önyargıyla göz atacağım. İşimiz yapıtlarla kişilerle değil. Her şeyi Saavedra’nın kırıkdökük kaleminden öğreneceksiniz, benden değil.

Miguel Cervantes Saavedra (1547-1616); William Shakespeare (1564-1616). Cervantes doğduğunda İspanya İmparatorluğu gücünün ve ününün doruğundaydı. En kötü dertleriyle en iyi yazını yüzyılın sonunda baş gösterdi. Cervantes’in yazınsal çıraklığından, 1583’ten başlayarak Madrid yetersiz uyakçılarla, az çok incelmiş castilla düzyazıcılarıyla alabildiğine canlıydı. Daha önce de söylediğim gibi oyun yazarı Cervantes! tümüyle gölgede bırakan ve yirmi dört saat içinde, bir oyun için gerekli tüm şakaları ve ölümleri yerli yerine koyarak koskoca bir oyun yazabilen Lope de Vega vardı İspanya’da. Cervantes de vardı; asker, ozan, oyun yazarı, görevli (talihsiz İspanyol Armadası için halktan buğday toplama görevi karşılığında günde 60 sent kazanıyordu) olarak başarısızlık örneğiydi. Sonra, 1605’te Don Quijote’nin birinci bölümünü yazdı.

Don Quijote’nin her iki bölümünün de yaratıldığı yıllarda, 1605 ile 1615 arasında, yazın dünyasına çabucak bir göz atmaya değer. Gözlemcinin ilgisini çeken şudur : Avrupa’nın her yanını, İtalya, İspanya, İngiltere, Polonya, Fransa’yı sarmış, nerdeyse, hastalığa varan bir sone yazma çılgınlığı; bir duyguyu, imgeyi ya da düşünceyi beşyedi uyaklı yaldızlı parmaklıklar ardında (Latin ülkelerinde beş, İngiltere’de yedi) on dört dizelik bir kafese koymak için garip ama çok da aşağılanamayacak bir dürtü.

Bir de İngiltere’ye göz atalım. Elizabeth devrinin göz kamaştıran son parıltılarında Shakespeare’in değer biçilemeyecek tragedyaları —Hamlet (1601), Othello (1604),
Macbeth (1605), Kral Lear (1608)— ya yazılıyordu ya da yeni yazılmıştı. (Gerçekte, Cervantes deli şövalyesini yaratırken, Shakespeare de belki deli kralını yaratıyordu.) Shakespeare’in koyu gölgesinde, Ben Jonson, Fletcher ile birkaç oyun yazarı —sık bir yetenek örtüsü— gelişti. Kendi türünün varabileceği doruktaki Shakespeare soneleri 1609’ da yayımlandı; Kutsal Kitap’ın Kral James basımı, o güçlü düzyazı anıtı da 1611’de çıktı. Milton 1608’de, Don Quijoie’nin birinci ve ikinci bölümlerinin basım tarihleri arasında doğmuştu. İngiltere’nin Virginia kolonisinde Kaptan John Smith A True Revelation adlı yapıtını 1608’de, A Map of Virginia’yi 1612’de yayımladı. Pocahontas’ın öyküsünü anlatan, kabasaba ama güçlü bir anlatıcı, bu ülkenin kolonilerdeki öncüleri arasından çıkan yazarlardan ilkiydi.

Fransa için bu onyıl, ozan Ronsard ile denemeci Montaigne’in göz kamaştıran renkli devresinin hemen ardından, iki büyük çağ arasında kısa bir düşüş devresiydi. Şiir solgun yüzlü yetkinlik düşkünleriyle, ünlü ve etkili Malherbe gibi yetkin uyakçılar ama güçsüz hayalcilerin elinde ağırbaşlı ölümüne gidiyordu. Honoré d’Urfé’nin L’Astrée’si gibi anlamsız duygusal romanlar çağıydı. Ne bundan sonraki gerçek büyük ozan La Fontaine doğmuş, ne de Racine ile Molière gibi oyun yazarları sahneye çıkmıştı daha.

İtalya’da, tüm düşüncenin kuşku altında olduğu, sözün engellendiği, XVI. yy. ortasında başlayan bir baskı ve kıyım çağında bu on yıl, Giovanni Marini ile çömezlerinin abartılı, garip kalıpları, akıldışı benzetmeleri ötesinde söz etmeye değer hiçbir şeyi olmayan tumturaklı bir şiir çağıdır. Ozan Torquato Tasso on yıl önce, trajik biçimde sürüklediği yaşamını bitirmiş; büyük bağımsız düşünür Giordano Bruno daha yeni yakılmıştı (1600).

Almanya’ya gelince, Alman rönesansı (16001740) denilen çağın eşiğini oluşturan bu on yıl süresince hiçbir büyük yazar yoktur. Fransız yazını birçok önemsiz ozanı son derece etkiliyordu; İtalyan yazın topluluklarını örnek alan sayısız topluluk vardı.

Rusya’da XVI. yy. sonunda Korkunç İvan’ın ateşli yazıları ile (XIX. yy. rönesansmdan önce) tüm Rus yazarların en büyüğünün, Başpapaz Avvakum’un (16201681) doğumu arasında, uzatmalı bir baskı ve yalnızlık çağında ayırt edebileceklerimiz, ortak peri masalları, destan kahramanlarının yiğitliklerini söze döken türkücülerin tekdüze öyküledikleri uyaksız şiirlerdir. (Bu, Bwilina ların en eski metni 1620’de bir İngiliz, Richard James için yazılmıştı). Rusya’da, Almanya’da olduğu gibi, yazm daha ana kanundaydı.

Birtakım eleştirmenler, çoktan ölmüş belirsiz bir azınlık, Don Quijote’nin günü geçmiş kaba bir güldürüden başka bir şey olmadığını kanıtlamaya çalıştılar. Başkaları da Don Quijote’nin şimdiye dek yazılmış en büyük roman olduğunu öne sürdüler. Yüz yıl önce heyecanlı bir Fransız eleştirmen, SainteBeuve, «insanlığın kutsal kitabı» dedi ona. Bu büyücülerin etkisine kapılmayalım.

Viking basımında, çevirmen Samuel Putnam, Don Quijote üzerine Bell ile Krutch’ın yazdıklarını öneriyor.37 Bu kitaplardaki birçok şeye şiddetle karşı çıkıyorum. Şu tür savlara karşıyım: «(Cervantes’in) algılama gücü, Shakespeare kadar duyarlı, kafası aynı ölçüde esnek, düşlemi onun kadar etkin, güldürü yetisi de bir o kadar ustacaydı.» Hayır, olamaz, Shakespeare! komedyalarıyla sınırlasak bile Cervantes hepsinin gerisinde kalır. Don Quijote, Kral Lear’ın seyisi olabilir ancak, hem de başarılı bir seyis. Cervantes ile Shakespeare’in eşdeğerli olduğu tek durum yaptıkları etki ve ruhsal uyarıdır; yapıtta yaratılan, ama yapıttan bağımsızca yaşamını sürdürebilen bir imgenin, alımlamaya hazır gelecek kuşaklar üzerine düşmüş uzun gölgesinden söz ediyorum. Oysa, Shakespeare’in oyunları ilettikleri gölgeden ayrı, kendi yaşamlarını da sürdüreceklerdir.

Her iki yazarın da 1616’da, Ermiş George Günü’nde, Bell’in bilmiş ancak yanlış yargılamasıyla «düzmece görünüşlerin ejderhasını boğazlamak üzere birleştikten sonra» öldükleri belirtiliyor: boğazlamak bir yana, Cervantes de, Shakespeare de bu sevimli canavarı yanar döner pullarıyla melankolik bakışlarının da tadına varılabilsin diye, her biri kendi bildiği gibi tasmalayıp sergileyerek yazının sonsuzluklarında dolaştırdılar. (Bu arada, 23 Nisan’ın her ikisinin ölüm günü —benim de doğum— olduğu benimsenmişse de, Cervantes ile Shakespeare ayrı takvimlere göre bu günde öldüler; her iki tarih arasında on günlük bir süre var.)

Don Quijote’nin çevresinde dalga dalga yükselen gürültülü bir düşünce çatışması duyuyoruz; kimileyin, Sancho’nun güçlü, ayaklan yerde ama sıradan kafasının çınlayışıyla, kimi kez de Don Quijote’nin değirmenlere saldırısındaki öfkeyi anımsatarak sürüyor. Katolikler, protestanlar, cılız gizemciler, şişman devlet adamları, SainteBeuve, Turgenyev, Brandes türü, iyi niyetli ama ağzı kalabalık, çoktan göçmüş eleştirmenler, trilyonlarca kavgacı okullu, yapıtla yaratanı hakkında çatışan görüşlerini dile getirdiler. Aubrey Bell gibi, hiçbir başyapıtın evrensel bir kilisenin yardımı olmadan oluşturulamayacağmı düşünenler de var. Bell, «İspanya’daki kilise sansürcülerinin hoşgörülü tavrı »nı övüyor ve Cervantes ile kahramanının iyi yürekli karşı reformcuların bağrında iyi yürekli katolikler olduğunu ileri sürüyor. Tersine, Cervantes’in reformcularla birlik olduğunu sezdiren birtakım kavgacı protestanlar da var. Bell, yapıttan alınacak dersin, Don Quijote’ nin kendini bilmezliği olduğunu; yalnızca kilisenin etkinlik alanı olan kamu yararına bir şeyler yapmaya yeltenme budalalığı olduğunu söyler. Onun yandaşlan da Cervantes’in engizisyonla Lope de Vega ile Velazquez gibi pek az uğraştığını, bu yüzden yapıtta papazlara takılman yerler varsa bunların bütünüyle iyi niyetli, aile arası alaylar, kilise içi manastır şakaları, gül bahçesinde birer şenlik olduğunu öne sürerler. Başka birtakım eleştirmenlerse kesinkes tam tersi bir görüşü benimseyip Cervantes’in Don Quijote’de, sert bir protestan yorumcu olan Duffield’in «Roma törenleri» ya da «papaz işkencesi» diye adlandırdıklarına karşı öfkesini korkusuzca dile getirdiğini, çok da başarılı olmadan kanıtlamaya çalışırlar. Aynı yorumcu yalnızca Don Quijote’nin bir saplantı içinde olmakla kalmadığını, tüm «İspanyanın XVII. yy.’da aynı sayrıl delillerle tek bir düşünceye Cülkeyi yönetme) saplanmış adamlarla dolup taştığı» sonucuna varır. Çünkü eleştirmenin kesinlemelerle ortaya attığı gibi, kral, engizisyon, soylular, kardinaller, papazlar, vb., topu birden tek bir baskın inancın etkisindeydiler: cennete giden yol demir kafesli bir kapıdan geçiyordu, anahtarları da onların elindeydi.

Bu tür dinsel ya da dindışı, şeytanca ya da ağırbaşlı engellemelerin tozlu yolunu sürmeyeceğiz. Cervantes’in iyi ya da kötü bir katolik olup olmaması, giderek, iyi ya da kötü bir insan olup olmaması bile bir şey değiştirmez; gününün koşullarına karşı benimsediği tutumu da, her ne idiyse, pek önemsemiyorum. Kişisel olarak ben daha çok bu koşullara hiç de aldırış etmediği görüşünü paylaşmaya eğilimliyim. Bizi gerçekten ilgilendiren şey yapıtın kendisi, belli bir İspanyolca metnin az çok yeterli bir İngilizce çevirisidir. Metinden yola çıkarak, kuşkusuz, belki de yapıtın kendi dünyasını aşan bir ışıkta ele alınması gereken birtakım törel sezdirimlerle karşılaşırız; bu dikenlere gelip çattığımızda irkilmeyeceğiz. «L’homme n’est rien l’oeuvre est tout.» CYazar bir hiç, yapıt her şeydir.) der Flaubert. Birçok sanatiçinsanat adamında çıkmaza girmiş bir töreci yaşar; Don Quijote’nin töreciliğinin, yapıtın birtakım bölümlerinin kabuk tutmuş yarasına irdeleyici bir laboratuvar ışığı tutan bir yanı var.

Romanlar tekkuşcıklı ve çokkuşaklı olarak ikiye ayrılabilir.
Tekkuşaklıtek. bir ana insan varlığı çizgisi olanlar.
Çokkuşaklıböyle iki ya da daha çok çizgisi olanlar.
Bir ya da birden çok yaşam öyküsü her bölümde sürebilir ya da yazar benim açı adını verdiğim ana bakış ile yan bakışı kullanabilir.
Yan AçıAna yaşam ya da yaşamların etkin olduğu ama bu ana yaşamları yan kişilerin tartıştığı bölümlerle kesilen bölümler.
Ana Açı Çok kuşaklı romanlarda yazarın bir yaşamı anlatırken tümüyle bir başkasına geçişi ve geri dönüşü. Birçok yaşam uzun süre ayrı sürdürülebilir, ancak yazınsal bir biçim olarak çokkuşaklı romanın özelliklerinden biri bu yaşamların şu ya da bu noktada ama kesinlikle karşılaşmasıdır.
Örneğin, Madame Bovary neredeyse hiç açı değişikliği olmayan tekkuşaklı bir romandır. Anna Karenin ana açı değişimleri olan çokkuşaklı bir romandır. Don Quijote hangi türden? Birkaç açı değişimli bir buçuk kuşaklı roman denilebilir. Şövalye ile seyis aslında tek kişi, zaten seyis şövalye olma çabasında; ancak ikinci bölümde belli bir noktada yolları ayrılıyor. Yazar, Sancho’nun adasıyla Don Quijote’nin şatosu arasında ne yapacağını bilmez bir tavırla mekik dokurken açı değişimleri çok acemice. İkisi bir araya gelip de doğal şövalyeileseyisi bileşimine dönünce işin içindeki herkes —yazar, kişiler, okur— rahat bir soluk alıyor.
Yöntem yerine konu sorunlarına yönelen bir başka bakış açısından, çağcıl romanlar, aile romanları, (çoğunlukla benanlatımıyla aktarılmış) ruhbilimsel romanlar, giz romanları, vb. gibi türlere ayrılabilirler. Büyük yapıtlar çoğunlukla bu türlerin değişik bileşimleridir. Her neyse, daha fazla bilmişlik taslamayalım. Çok az değerli ya da hiç sanat değeri olmayan, gösterişçi yapıtlarla uğraşmaya zorlandığımızda ya da öte yandan, doldurulmuş kartal niteliğindeki bir başyapıtı kalkıp bir kuş yuvasına sığıştırmaya çalıştığımızda, tür sorunu ilginçliğini yitiriverir ve sorun bütünüyle çekilmez derecede sıkıcı olabilir.

Don Quijote çok eski, çok ilkel bir roman türüne girer. Bağlarla örtülü tepeler kadar eski; kahramanı kurnazın, başıboş tembelin, şarlatanın ya da eğlenceli serüvencinin biri olarak pikaresk —İspanyolca serseri anlamında picaro’ dan— romanla yakın akrabadır. Bu kahraman oldukça toplumdışı ya da topluma karşı bir amaç güderek, renkli, birbirine gevşek bağlarla örülü, güldürü öğesinin, lirik ile trajik amaca baskın çıktığı bir dizi olayda, bir işten ötekine, bir şakadan ötekine gider. Yazarın, belli bir törel iletinin devlet ya da kilise tarafından benimsetilmeye zorlandığı bir siyasal baskı çağında kahraman olarak bir boş gezenin boş kalfasını seçmesi; serseri, serüvenci, deli, temelde toplumdışı ve sorumsuz olduğundan, yazarın böyle bir seçme yaparak kahramanın toplumsal —dinsel— siyasal artalanını ilgilendiren herhangi bir dokunca yaratabilecek sorumluluktan kurnazca kaçınması, çok anlamlıdır.

Hayalci Don’umuzun serüvenlerinde, biri cılız öteki şişko iki grotesk roman kişisinin çektiklerinden daha çoğunu görürüz hiç kuşku yok, ama yapıt temelde ilkel bir biçime dayanır; o gevşek örgülü, gelişigüzel çatılmış, türlü renklerle bezenmiş pikaresk türde yazılmış, ilkel okurca da böylece benimsenip tadına varılmıştır.
Okuyacağımız öteki romancılar yoluyla da, bir bakıma, Don Quijote hep bizimle kalacak. En önemli ve unutulmaz özelliğini, yani o yabansı soyluluğunu, kasvetli evin Quijote’ınsi efendisi John Jarndyce’de, tüm kurmaca dünyasındaki en çekici ve yakın kişilerinden birinde farkedebileceğiz. Gogol’ün Ölü Canlar romanına gelince, sözdepikaresk örgesinde ve kahramanının üstlendiği garip arayışta, Don Quijote serüvenlerinin hastalıklı bir gülünçleşmesini, tüyler ürperten yankısını kolayca ayırt edebileceğiz. Flaubert’in Madame Bovary romanındaysa yalnızca hanımın kendisinin neredeyse bizim kasvetli soylumuz kadar delicesine romantik dolambaçlara daldığını farketmekle kalmayıp, daha da ilginç bir şeyi bulgulayacağız: son derece inatla, o çetin yapıt oluşturma serüveni r.rdmda koşarken Flaubert’e, büyük yazarların en belirgin özelliğiyle, yılmaz sanatın dürüstlüğüyle tam bir Don Quijote denebileceğini görürüz. Son olarak Tolstoy’un Anna Karemn’inde kararlı şövalyeyi, ana kişilerden birinde, Lyovin’de belli belirsiz ayırt edebileceğiz.
Bu yüzden Don Quijote ile seyisini uzaklarda alevlerle yanan bir günbatımına doğru ağır ağır ilerleyen iki küçük karaltı olarak; biri özellikle uzamış, iki koca kara gölgenin de yüzyılların bozkırından uzanarak buraya bize ulaştığını düşlemeliyiz.

Öyleyse, nedir son yargımız?
Don Quijote kendi gerçek değerlerinden çok, dört bir yana yayılan etkileri açısından önemli olan o yapıtlardan biri. Yapıtın dış ülkelerde hemen çevrilmesi anlamlıdır. Aslında birinci bölümün İngilizce çevirisi ikinci bölüm İspanyolca yayımlanmadan, 1612 gibi erken bir tarihte yapıldı. Fransızca ilk çeviri de 1614’te yapılmakla birlikte, yine erken sayılır. O günden bugüne değin yalnızca Fransızca elli ayrı çeviri, ilkini izledi. (Moliére’in, en ünlü Fransız oyuncu ve oyun yazarının 1660’ta Don Quijote’nin bir bölümünü Fransız sahnesine uyarladığını düşünmek eğlenceli). İngiltere ile Fransa yolu açtıktan sonra aşağıdaki çeviriler yapıldı: İtalya 1622, Hollanda 1657, Danimarka 1676, Almanya 1794, daha sonra da Rusya. Örneğin Almanya’da sırasıyla 1621 ile 1682’de yapılan alıntı ya da uyarlamalar bir yana, özgün metnin eksiksiz çevirilerini sayıyorum.

Sancho için söylenecek pek bir şey yok. Yalnızca efendisi varoldukça var o. Her tıknaz oyuncu kolayca canlandırabilir onu, güldürü öğesini de geliştirebilir üstelik. Ama Don Quijote’ye gelince iş değişir. Onun yarattığı imge karmaşık ve elde avuçta tutulamıyor.
En başlangıcından beri, özgün metinde Don Quijote kişiliği, çoğalan bir gölgeler dizisidir: l) Başlangıçtaki Señor Quijana, kendi halinde taşralı; 2) Sonuçtaki İyi Yürekli Quijano, taşralı savıyla Don Quijote karşısavının bireşimi; 3) Cervantes’in yapıta «gerçek öykü» tadı katmak için geride bir yerlere kurnazca yerleştirdiği «özgün», «tarihsel» olduğu varsayılan Don Quijote; 4) Düş ürünü arap tarihçi, Cid Hamete Benengeli’nin, yaratırken İspanyol şövalyesinin yiğitliğinin değerini vermediği alaycı bir biçimde sezdirilen Don Quijote’si, 5) Birinci Bölümün Mahzun Yüzlü Şövalyesinin yambaşında İkinci Bölümün Don Quijote’si, Aslanlar Şövalyesi; 6) Carrasco’nun Don Quijote’si; 7) Gerçek İkinci Bölümün ardında gizlenen düzmece uzantı, Avellaneda’nın Don Quijote’si. Böylece tek bir yapıtta bir araya gelip bölünen, sonra yine birleşen, en azından yedi rengi var Don Quijote izgesinin. Bir de, yapıtın çevreni ötesinde, bir yanda güvenilmez çevirmenlerin pislik çukurlarında, öte yanda yapıtın hakkını veren, doğru sözlü çevirmenlerin seralarında dünyaya gelen Don Quijote ordusu var. İyi yürekli şövalyenin tüm dünyada çoğalıp yayılmasına, sonunda hiçbir yerde yabancılık çekmemesine şaşmamalı: Bolivya’da bir karnaval kişisi, Eski Rusya’da soylu ama korkak siyasal heveslerin soyut simgesi.

İlginç bir görüngü ile karşı karşıyayız: kendisini doğuran yapıtla ilişkisini gitgide yitiren, anavatanını, yaratıcısının masasını yüzüstü bırakıp, önce İspanya’yı, sonra da uzayı dolaşan bir yazınsal kahraman. Sonuçta, Don Quijote bugün Cervantes’in dölyatağmda olduğundan daha büyük. Üç yüz elli yıldır insan düşüncesinin balta girmemiş ormanlarıyla tundraları içinden geçiyor, canlılığı ile ululuğu artıyor. Artık ona gülmüyoruz. Taşıdığı zırh acıma, bayrağı güzellik. İnce, kimsesiz, özverili, yiğit olan her şeyin simgesi. Gülünçleme bir erdem örneğine dönüştü artık.

Vladimir Nabokov
Edebiyat Dersleri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz