Aile Diziminde Suçlu ile Kurban
Suçlu-kurban konusu, denge ve aidiyet yasalarıyla yakından ilgilidir. İki kişi arasında ciddi bir çatışma çıktığında, çevredekilerin ilk tepkisi kimin “haklı”, kimin “haksız” olduğunu tespit etmektir. Söz konusu iki kişi, aralarındaki çatışmadan ciddi zarar görürlerse, hukuk sistemi devreye girerek kimin haklı, kimin haksız olduğuna karar verir. Bu durumda, haklı-haksız ayrımına bizim dışımızdaki bir irade karar vermiş olur. Ancak hukuk neye karar verirse versin, işlenen suçların kendilerine has bir etkileşimleri vardır ve yer aldıkları aile sisteminin kolektif psikolojisini derinden etkilerler. Suçluyla kurban arasında ise özel bir ilişki vardır ve bunu ayrıca ele almak gerekir. Cinayet işleyen ya da ciddi bir saldırganlık yahut yaralama veya haksızlık yapan bir kişinin, kurbanıyla arasında, kendi aile bireyleriyl e olandan daha güçlü bir bağ oluşur. Bu güçlü bağdan dol ayı, zarar görmüş kişi akraba olmamasına rağmen aile sistemine dahil olur ve her sistem üyesi gibi sistemdeki yerini ve hatırlanmasını gözeten kolektif vicdanın etkisi altına girer.
Dizimlerde bağlılık dinamiğinin çift taraflı işlediğini gözlemleriz. Kurban, suçlunun aile sistemine dahil olduğu gibi, suçlu da kurbanın aile sistemine dahil olur. Savaşta yer alan veya toplama kampında bulunan bir kişinin aile sistemine, kendisiyle aynı kaderi paylaşanlar kadar kendisine zulmedenler de -2. Dünya Savaşındaki Naziler gibi- dahildirler. Saldırganlık veya haksızlık içeren her ölüm kalım meselesi böylesine bir bağ oluşturur. Kişisel vicdan ve değer yargıları, aile üyelerini taraf tutmaya, görüş oluşturmaya ve kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda karar vermeye zorlar. “İyi” ve ahlaklı olanla “kötü” ve ahlaksız olan arasında seçim yapmaya çalışılır. Kimin yanlışlık yaptığına karar vermek için bazılarını suçlayarak dışlar, bazılarıyla da empati kurarak özdeşleşiriz. Ancak zihnin derinlerindeki kolektif bilinçdışında böyle ayrımlar yoktur. Önceden de gördüğümüz gibi kolektif vicdan, herkesin yerli yerinde olmasını, her bir bireyin de ayrımcılığa tabi tutulmadan hatırlanılmasını ister. Söz konusu kişinin, bir despot veya canavar mı, yoksa bir kahraman mı olduğuyla ilgilenmez. Kolektif vicdana göre her suçl u, her kurban, her mağdur ve her diktatör eşit aidiyet hakkına sahiptir. Geleneksel ahlak değerlerimizin daha yüzeysel anlayışıyla, aile bireylerini kötü ya da yanlış olarak yargıladığımızda onları dışlamış oluruz. Onları görmezden gelir, yaşamlarımızdan çıkarır, kalbimiz ve aile albümlerinden atarız. Anılarını, bize verdikleri rahatsızlığı hissedemeyeceğimiz kadar derine gömüp varlıklarını unuturuz. Ancak çıkmaz şuradadır ki aile bireyleri, aile sisteminden birini ne kadar ısrarla dışlamaya çalışırlarsa —örneğin bu kişinin katil olduğunu varsayalım— kolektif vicdan da bu kişinin aile içinde temsil edilmesini o kadar zorunlu kılar ve bu görevi yeni kuşaktan biri devralır. Varlığı reddedilen kişilerden asla vazgeçilemediğine dizimlerde tekrar tekrar tanık oluruz. İster beğenin ister beğenmeyin, bu kişi yeni nesilden biri tarafından temsil edilecektir. Tahmin ettiğiniz gibi, kimimiz bu acı ilacı yutmakta zorlanırız. Bir ya da daha fazla aile bireyini soykırımda kaybetmiş Musevi bir aileye, Nazi ölüm taburlarını aile sisteminin bir parçası olarak görüp kabul etmek hakaret gibi gelebilir. Önceki kuşaktan aile bireylerinin, toplama kamplarındaki korkunç tıbbi deneylerde parmağı olduğunu düşünen bir Alman ailesi, bunu görmezden gelmeyi tercih edebilir. 3. Bölümde gördüğümüz örneği hatırlarsak kadın danışan, Naziler tarafından öldürülen öz dedesini, ancak dizime Nazileri temsil eden birini yerleştirip onları da aile sistemine dahil ettiğimizde fark edebildi. Nazi temsilcisinin girmesiyle bir rahatlama hissedip onun yanında durmak istedi. Bu hareket, katılımcının suçu işleyenlerle özdeşleşip kurban olan dedesini reddettiğini gösteriyordu. Naziler aileden dışlanmış ve hatıraları bastırılmıştı. Bir örneğe daha bakalım: İsveçli Anna, babasının kendisine karşı saldırgan tutumundan şikayetçidir. Dizimde kendisini babasının tam karşısına yerleştirerek aralarındaki çatışmayı gözler önüne serer. Ailesinin geçmişine ilişkin sorular sorduğumuzda kendi büyükbabasının (babasının babası) öldürüldüğünü öğreniriz. Dedeyi (kurban) ve onu öldüren kişiyi (katil) temsilen iki kişiyi dizime eklediğimizde Anna’nın babasının katille, Anna’nın da dedesiyle, yani kurbanla özdeşleştiğini görürüz.
Aile Diziminde Kutsal Düzen: Öfke de, sevgi gibi bağlayıcı bir ilişkidir
Ailede her iki taraf da temsil edilir ve dedeye yapılan genç kuşak tarafından tekrar edilir. Baba, katille özdeşleşip saldırgan olur ve bu saldırganlığını kızına yöneltir. Kızı ise kurbanla özdeşleşmiştir. Kurban-fail arasındaki çatışma kızıyla babası arasında oynanır. Bu bir çifte aktarımdır. Peki neden böyle olur? Dizim dinamiklerinde, kurbanın tüm dikkatinin katile, katilin de tüm dikkatinin kurbana odaklandığını görürüz. Böylece aralarında çok güçlü bir bağ oluşur. Anna’nın aile sisteminde baba, kendi babasının katiline yönelttiği dikkati kendine çekmek için çareyi katille özdeşleşmekte bulur. Kendi kızı da, babasının kendi babasına ilgisini fark edip kurban olan dedesiyle özdeşleşerek babasının dikkatini çekmeye çalışır. Aslında babayla kızı arasında yaşanan şiddet, çocuğun ebeveyninin dikkatini çekme çabasından başka bir şey değildir. Nasıl açıklarsak açıklayalım, çözüm hep aynıdır. Yapılması gereken kökteki çatışmayı ortaya çıkarıp suçluyla kurbanı aralarına kimsenin girmesine izin vermeden birbirleriyle yüzleştirmektir. Anna dedesinden ayrılıp onun kaderine saygı göstermelidir. Babasının kendi babasına duyduğu sevgiye tanık olduğunda, ilgiye duyduğu istekten vazgeçip babasıyla yaşadığı çatışmadan sıyrılabilir. Annesinin yanında güven bulur. Bu dizimlerde, kurban ile suçlu arasındaki bağın şaşırtıcı gücünü görürüz. Bunu iyice belirginleştirmek için, her ikisini de dizime dahil etmemiz gerekir. Aralarındaki bağ, ailelerine duydukları bağdan güçlüdür. Yeni kuşakların da, ne kadar zor olursa olsun bu dinamiğe saygı göstermeleri gerekir. Ailenin yeni üyeleri, kurban adına intikam alma ya da suçlu adına cezalandırılma eğiliminde olabilirler ama daha önce de gördüğümüz üzere bu hareketler acıyı çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu işlere karışma hakları yoktur. Ancak karışma arzusuna karşı koymaları zordur, böylece söz konusu akrabaya ihanet ederek onu yüzüstü bıraktıklarını düşünürler.
Yargıç Rolünden Vazgeçmek
Geçmişin düğümlerinden özgürleşmek istediğimizi zannederiz ama bunun için hem kolektif hem de kişisel vicdana karşı gelmemiz gerektiğinden özgürleşmekte zorlanırız. Böylesine bir adım atmak için yargıçlık rolümüzden vazgeçmemiz gerekir. Taraf tutamayız. Suçu işleyeni cezalandırma isteğimizden vazgeçmemiz gerektiği gibi kurbana acımayı da bırakmalıyız. Hatta tam tersini yapıp kurbanı onurlandırmalı ve suçludan uzaklaşmalıyız. Yargıç rolünden vazgeçmek, iyi ve kötünün ötesine geçerek doğru-yanlış ayrımını geride bırakmamızı gerektirir. Suçu işleyene iade ederiz. Kurbanı ise kendi kaderiyle baş başa bırakmanın dışında bir seçeneğimiz olmadığını kavrarız. Tüm bunları yaparken, kendi ailemizle yakınlığımızdan vazgeçip bunun yaratacağı suçluluk duygusuyla baş edebilmeliyiz. Ailemizle fazlasıyla özdeşleşmiş ve onlara çok bağlıysak büyük resmi gözden kaçırırız. Suçluyu nasıl tanımladığımıza da dikkat etmeliyiz. Birini öldürene katil denir. Ancak katil kelimesi, bu kişinin insanlık özüne bir hüküm niteliğinde olmamalıdır. Söz konusu kişiye katil dememizin nedeni birini öldürmüş olmasıdır ve bu kişi işlediği suçun sonucuna katlanmak zorundadır. Ancak, sürekli ve alışkanlık halini almış cinai bir niyet ifade eden bir terim kullanmaktansa “birini öldürmüş kimse” tanımlaması, daha isabetli ve hiçbir mahkumiyet barındırmayan bir ifade olurdu. Bu şekilde o kişinin insanlığına karşı yargılı davranmadan, öldürme eyleminin altını çizmiş olur, söz konusu kişiyi, aidiyet ve denge yasaları doğrultusunda aile sistemine daha kolayca dahil edebiliriz. Aynı şey kurban için de geçerlidir. Kişi, eğer bir cinayete kurban gitmiş ya da kötü bir şekilde acı çekmişse, çaresiz, acınacak biri olarak değil, her şeyiyle tam bir insan olarak anılmayı hak eder. Kaza sonucu sakatlanmış ve tekerlekli iskemleye mahkum olmuş bir kadın, salt özrüyle ilişkili olarak algılanır. Oysa sakatlığı yaşamının yalnızca bir parçasıdır. Tekerlekli iskemleye bağlı olsa da her kadın gibi öncelikle kadındır. Tekerlekli iskemlede oluşu bir başkasının sorumsuzca araba sürüşünden kaynaklanıyorsa, telafi bekleyen biz olamayız. Ancak ve ancak onun böyle bir hakkı vardır. Eğer bunu kendimize iş edinir ve başkaları adına intikam almaya kalkışırsak söz konusu kişinin insanlık itibarını zedeleriz. Olayları bu açıdan görmek kolay değildir ve esaslı bir içgörü ile olgunluk gerektirir. Aile dinamiklerinin temel ilkelerini görmemiz, anlamamız ve desteklememiz gerekir. Ne yazık ki bu ilkeler, kişisel hak hukuk anlayışımızla hiç bağdaşmayabilirler.
Bu Dinamiği Seansta Ortaya Çıkarmak
Aile Diziminde genel olarak yaptığımız, kimin dışlandığını bulmak, kurban ya da suçluyla kimin özdeşleştiğini ortaya çıkarmaktır. Temsilcilerin, danışan tarafından yerleştirilişleri ve hissettikleri duygular ile fiziksel tepkilerinden aradığımız bilgiye ulaşırız. Genellikle danışanı, özdeşleştiği aile bireyinin karşısına yerleştiririz. Bu hareketimiz, danışanın özdeşleştiği kişiye duyduğu sevgiyi ortaya çıkarır. Bir başka yol da danışanı, bu kişinin yanına yerleştirmektir. Burada kendini daha rahat hisseder. Aradaki sevginin gün ışığına çıkmasıyla danışan, kendi davranışlarının arkasındaki motivasyonun önceki kuşaktan bir aile bireyine duyduğu sevgi olduğunu anlar ve bu anlayış içinde derin bir değişime neden olur. Bu kadarını özümsemek bile başlı başına bir iştir. Kimi zaman danışan, hareketlerinin gerisindeki motivasyonu gördüğünde, kurbanın veya suçlunun kaderini taşımaktan vazgeçer ve yaşamına yeni bir yön verir. Kimi zaman tam olarak vazgeçemese de, özdeşleşmenin yükü hafifler ve masumiyetinin bir kısmını geri kazanır.
Özdeşleşme Nedir?
Özdeşleşme genelde bilinçdışı ve farkına varılmadan gerçekleşen bir süreçtir. Biriyle özdeşleştiğimde o kişiyi tam olarak göremem, çünkü onunla bir olmuşumdur. Tıpkı burnunu televizyon camına yapıştırarak seyretmeye benzer. Ekrandaki görüntüleri seçemeyecek kadar televizyona yakınızdır. Ancak bilinçli olarak geri adım atıp özdeşleştiğim kişinin gözlerine baktığımda her şey değişir. Özdeşleştiğim kişiyle doğrudan göz göze bakışmak ondan farklı olduğumu hissetmemi sağlayarak beni bu anın gerçekliğine getirir. Bu bakışma sayesinde, özdeşleşmeden çıkarak karşı taraftan ayrı olduğumu algılarım. Özdeşleştiğim kişinin başından geçeni ancak bu şekilde görüp eğer kurbansa kaderine, suçluysa da yaşadığı suçluluk duygusuna saygı duyabilirim. Benim müdahalem olmadan kişinin kendi kaderini taşıyabileceğine güvendiğimi, yaşamında başından geçenlere saygı duyduğumu göstermiş olurum. İdeal koşullarda, katılımcıyı en çok rahatlatan, kurbanla suçlu arasındaki uzlaşmaya tanık olmaktır.
Bundan dolayı, dizimlerde her ikisinin de temsil edilmesine özen gösterip karşılıklı yerleştiririz ve birbirlerinin gözlerine bakmalarında ısrar ederek gelişmeleri gözlemleriz. Kurbanın ya da suçu işleyenin temsilcileri acı, nefret, şiddet, çaresizlik, suçluluk, utanç gibi yoğun duygular yaşayabilirler. Bu duygular, duruma ve hareketin çözüme ne kadar yaklaştığına bağlı olarak kendilerini gösterir. Dizimin son aşamasında suçluyla kurban yan yana uzanabilir. Bu onların ölmüş olduğunu gösterir. Eğer suçu işleyen hâlâ hayat-taysa ölmeyi hak ettiğini gösterir. Bazen de birbirlerine sarılarak kavuşurlar. Her dizimde böylesine olumlu ve iyileştirici bir sonuca ulaşamayabiliriz. Uzlaşma hareketi ancak asıl suçlu ile asıl kurban arasında gerçekleşebilir. Danışan onlardan biriyle özdeşleşmişse geriye bir adım atıp sahneyi onlara bırakmalıdır. Aksi takdirde, uzlaşma hareketi engellenir. Kurbanla suçlu birbirleriyle yüzleştikleri anda iyileşme süreci başlar ve bir kere başladıktan sonra ne kadar sürede tamamlanacağının hiçbir önemi yoktur. İki karşıt güç birbirlerine çekilirler. Birbirine karşıt iki enerjinin, karşıtlıkları oranında birbirlerine çekilmeleri evrensel bir ilkedir. Bu ilke bağlamında her zaman uzlaşmaya, barışa doğru içsel bir hareket vardır.
Kurbanla suçlunun, dizim sırasında yan yana uzandıklarında hissettikleri rahatlama bunun göstergesidir. Uzlaşma ölümde olmuştur. Bu, bir ya da birkaç dizim sonunda tamamlanacak bir süreç değildir. Ölmüşlerin boyutunda, kendi zamanında tamamlanır. Dizimde, iki hasmın dürüstlük ve içtenlikle karşılaşmalarını sağlamak dışında bir şey yapmayız. Bu karşılaşma, aileye sonradan katılan bir çocuk olarak taraflardan biriyle özdeşleşmiş danışanın durumunu değiştirir. Aynı şekilde çocuğun taraf tutmamasını ve her ikisinin arkasındaki daha büyük bir güce bakmasını isteyerek hem kurbanın hem de suçlunun yaşanmış olanla yüzleşmesini sağlarız. Böylece iki taraf için de bir adım atılmış olur.
Ulusal ve Kültürel Çatışmalar
Karşıt güçlerin çatışmasına aile sistemlerinde sık rastlarız. Karşıtlığın olduğu oranda onları bir araya getirmeye yönelik güçlü bir kolektif eğilim de vardır. Bu uzlaştırma çabası içinde genç kuşaktan bir aile bireyinin körü körüne dışlanmış tarafla özdeşleşerek onu temsil etme çabası hiçbir işe yaramadığı gibi, çatışan tarafların gerçek bir uzlaşmaya varmasını da engeller.
Milletlerarası ve ülke sınırları dahilindeki karşıt politik görüşlerin çatışması da bir tarafa karşı diğer tarafla özdeşleşme dinamiğine dayanır. Ne zaman iç savaş geçirmiş bir ülkenin vatandaşlarıyla çalışsam, iç savaşın çoğu zaman kuşaklardır aile içinde sürdüğünü gözlemlerim. Barselona’dan Sebastian’ın annesiyle babası İspanyol’dur. Babasının babası, iç savaşta Cumhuriyetçilerin yanında yer almış, savaş sonunda 7 yılını bir toplama kampında geçirmiştir. Annesinin ailesi ise, Cumhuriyetçileri bastırdıktan sonra İspanya’yı diktatörlüğüyle yıllarca idare etmiş milliyetçi General Franco taraftarıdır. Dizim yapıldığında anneyle babanın ayrı durduklarını ve çocukların da iki tarafa bölünmüş olduğunu gördük. Danışan, babasından çok annesine yakın duruyordu. Anne, sanki düşmanıymış gibi kocasına bakamıyordu. Beliren resim, birbirleriyle savaş halindeki iki bölüğü çağrıştırıyordu. İç savaşın iki cephesi ebeveyn ve çocuklar tarafından temsil ediliyordu. Savaşın ön cephesi bu ailenin tam ortasından geçmekteydi. Sebastian anneye yakın dursa da gözleri toplama kampına kapatılmış dedesindeydi. Dedesiyle özdeşleşmişti. Dizimde annenin, milliyetçilerle özdeşleşmesinin etkisiyle, tek oğlunu Cumhuriyetçi bir aileden gelen kocasından uzak tuttuğunu görmekteydik. İç savaş sırasında her iki taraftan da ölenleri dizime
dahil edip yere yan yana uzanmalarını sağlayınca annenin içinde bir şey çözüldü ve kocasına bakmaya başladı. Bu hareket danışanı rahatlatmıştı. Dizimin sonuna doğru danışan, iç savaşın iki cephesine ve dedesine, yargılamadan, yüreğinde yer vermeyi başardı. Genelde uzlaşma, karşı tarafların, savaş kayıplarına bakmalarıyla sağl anır. Her iki taraf da uzun bir süre yalnız kendi kayıpl arına değil, karşı tarafın kayıplarına da —yani tüm ölenlere— bakarak beraber yas tutarlar ve bu onların yakınlaşmasını sağlayarak çatışmayı sonlandırır. Banu, 30’lu yaşların başında hoş bir Türk kadınıdır. Terk edilmekle ilgili sorunu olduğunu dile getirir. Ne zaman bir erkekle ilişki kursa terk edileceğinden korkmaktadır. Erkek kardeşine de psikolojik olarak sınır kişilik bozukluğu (borderline) teşhisi konmuştur. Dizimde, babanın aileden uzağa yöneldiğini ve erkek kardeşin de onun yolunda durduğunu gördük. Sorumuz üzerine baba tarafının Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle Yunanistan’dan göçe zorlanmış Türkler olduğunu öğrendik. Türkler, Yunanistan’dan yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ne, Yunanlılar da eski Osmanlı bölgelerinden Yunanistan’a sürülmüşlerdir. Yeni ülke sınırlarının belirlendiği bu dönemde büyük ölçekte nüfus değişimi olmuştur. İki tarafta da pek çok insan ölmüştür.
Öncelikle Yunanistan ve Türkiye için iki temsilciyi, arkasından da Hıristiyanlık ve İslam dinleri için iki temsilciyi dizime eklediğimizde bu iki toplum, iki din arasında asırlardır süren çatışma ortaya çıktı ve çatışmanın bu ailede nasıl devam ettiğini gördük. Banu’nun babası, ailesinin, anayurdu Yunanistan’a duyduğu özlemi taşımaktaydı. Aile servetinin büyük bir bölümünün geride kalması da duyduğu özlemin acısını derinleştirerek Hıristiyanlığa karşı öfke duymasına neden olmuştu. Oğlunun, yani Banu’nun erkek kardeşinin ailede dışlanmış ve nefret edilen Hıristiyan Yunanlılarla özdeşleşmiş olduğunu, ancak aynı zamanda Türk ve Müslüman olmakla bu destanda kurban rolünü de üstlendiğini gördük. İçinde yaşadığı bu bölünme, psikolojik rahatsızlığını açıklar görünüyordu. Danışan olan Banu ise Türklükle özdeşleşmiş ve babasıyla ailesi adına Hıristiyanlara öfke duymaktaydı. Danışan için çözüm, yaşananlardan aynı ölçüde zarar görüp pek çok ölü veren Hıristiyanları onurlandırmakta yatıyordu. Böylece Banu hem çatışmaya karışmaktan çekildi hem de baba tarafının yaşadığı acıya saygı göstermiş oldu. Yaşadığı terk edilme korkusu, Yunanistan’daki evlerini terk etmek zorunda kalan babaannesi ile büyükbabasının korkusuydu. Banu, babasının ilgisini çekmek için onlarla özdeşleşmişti. Bu dizimde bir sonraki adım, İslam ile Hıristiyanlığı temsil eden kişilerin öncelikle birbirlerine, sonra da aralarındaki savaşın kurbanlarına bakmalarıydı. Yukarıdakine benzer pek çok duruma tanık oldum. Örnek verecek olursam: Aileleri milliyetçilerle komünistler arasındaki savaşta bölünmüş Tayvanlı danışanlar; Fransız sömürgecilerle Vietnamlı milliyetçiler arasında bölünmüş Fransız-Vietnamlı danışanlar; Katoliklerle Protestanların çatışmasını ailelerinde halen yaşayan Kuzey İrlandalı danışanlar. Bu gibi çatışmalar söz konusu olduğunda, aile sisteminde her iki tarafın da temsil edildiğini bilmeliyiz. Hangi taraf daha çok dışlanmışsa aile sisteminde o kadar yer tutar. Gerçek huzur ve birliğe ancak her iki tarafın da yüreğimizde buluşmasına izin verdiğimizde ulaşabiliriz. Bert Hellinger’in önerdiği bir meditasyonla bu buluşmayı destekleyebiliriz. Aşağıda bu meditasyonun bir uyarlamasını sunuyorum: Gözleriniz kapalı, rahat bir şekilde oturun. Aile bireyleri arasında yaşanmış bir çatışmayı hayalinizde canlandırın. Birkaç kuşak öncesine gidebilirsiniz. Birbirleriyle çatışan iki kişiyi ya da iki tarafı belirleyin ve hayalinizde önce bir tarafa, sonra diğer tarafa bakın. İçinizde yargılama ya da taraf tutma eğilimi olup olmadığına bakın.
Yüreğinizin yavaşça iki tarafa açıldığını hissedin, özellikle de yargılı olduğunuz ve kucaklamakta zorlandığınız kişi, millet veya dine yüreğinizde büyük bir yer açın. Şimdi her iki tarafın da yüreğinizde buluşup bir olduğunu imgeleyin. Hellinger, şizofreni vakalarının çoğunda, aile içinde gizli bir cinayet olduğunu ve şizofren kimsenin aynı anda hem katil hem de kurbanla özdeşleştiğini ortaya çıkardı. Buna göre, şizofrenide gördüğümüz çift kişilik, her iki tarafın da tek bedende temsil edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumda çözüm, ailedeki cinayeti ortaya çıkararak danışanın özdeşleşmelerden kurtulmasına yardımcı olup karşıt tarafların kavuşmasını sağlamaktadır.
Uygulamacı Olarak Bu Dinamikle Çalışmak
Kurban ile suçlu dinamiğiyle çalışan bir Aile Dizimi uygulayıcısı olmanın şartı değer yargılarından tamamen kurtulmuş olmaktır. Taraf tutmamayı başarmalı ve taban tabana zıt iki yönü kapsayacak kadar genişlemeyi bilmelidir. Bunun için de uygulayıcıların kendi aile dinamikleriyle çalışmış ve artık yargıyla ahlakın ötesinde durabiliyor olmaları gerekir. Yargısız olmak şarttır. Aynı zamanda uygulayıcı, dahil etme bölümünü kabul edilemez bulup direnç gösterecek danışanlara da hazırlıklı olmalıdır. Bunun ne kadar zor olduğunu günümüz Almanya’sının 3. Reich dönemine ilişkin tavrında gözlemleyebiliriz. Almanlar bugün bile, Nazi’lere tarih kitaplarında yer vermekte ve onların da kendileri gibi Alman olduklarını kabul etmekte zorlanırlar. Genel eğilim, Nazileri kişisel hafızalardan silip hiç varolmamışlar gibi davranmaktır. Bir diğer aşırı tutum da, Nazilerin varolduklarını kabul eden Almanlar arasında “Bir daha hiç olmasın diye olanları her zaman hatırlayacağız” yaklaşımıdır. Bu yaklaşım da geçmişi geride bırakmamanın bir diğer yoludur. Hellinger, yukarıdaki düşüncelerinden ötürü, vatanı Almanya’da çok tartışma konusu olmuştur. “İyi” ya da “kötü”yü parmağıyla işaret etmeden, yanlışı doğruyu yargılamadan, kolektif vicdanın doğası ve aidiyet yasası gibi dizim dinamiklerini, toplumda kabul görsün diye allayıp pullamadan bize sunar. Pek çoğumuz için tarafsız duruşu anlamak ve savunmak zordur. Ne var ki yaşamın gerçeği budur. Dizimlerde çözüm süreci çoğunlukla suçluların dahil edilmesiyle başlar, kurbanlarla değil. Dışlanmış olan suçlulardır, kurbanlar değil. Suçluları yargılayıp varlıklarını görmezden geldikçe daha çok suçlu yaratmaya devam edeceğiz. Kolektif vicdan, asla kimsenin unutulmasına izin vermez. Günümüz Almanya’sında yükselen Neo-Nazi hareketleri de bunun delilidir. Atalarımızın içinde bulundukları çatışma ve savaşları bitirmenin yolu inkar veya üstümüze almak değildir.
Sevginin Kökleri – Svagito R. Liebermeister