Düzen” kelimesinin pek çok anlamı vardır: “Evi çok düzenlidir” cümlesindeki gibi derli toplu bir kişiliği tanımlayabilir ya da “Bu düzen değişmeli” cümlesindeki gibi toplumu veya hükümeti oluşturan kuralların tümünü ifade edebilir. Aile Diziminde ise “düzen” kelimesini hem kronolojik olarak kimin kimden önce geldiğini, yani belli bir sırayı ve önceliği tanımlamak hem de kişilerin yerli yerinde olma hallerini ifade etmek için kullanıyoruz. Bu iki tanımın harmanlanmasından “düzen” kelimesinin bizim kullandığımız anlamı ortaya çıkıyor. Hellinger’in kendisi buna “sevgi düzeni” der ve kastettiği, ilk gelenin ilk geldiği, son gelenin son geldiği ve aile sistemindeki sevginin ancak bu düzene saygı gösterildiğinde sağlıklı bir şekilde aktığıdır. Düzen kelimesinin yüzeysel anlamı yaşama geliş sırasıyla ilgilidir. Ancak kelimenin derininde bir rahatlık ve ahenk hissi vardır. Bir başka deyişle, dünyaya geliş zamanı kişinin aile içindeki konumunu belirler ve bu düzene uyulduğunda her şey sağlıklı bir şekilde akar, sistem de rahatlar.
Aile sisteminde gizli kapaklı dengesizlikler olmadığı takdirde, köken aile için en doğru dizim, önce ebeveynlerin, sonra da büyükten küçüğe doğru çocukların saat yönünde yerlerini almalarıdır. Bazı durumlarda çocuklar ebeveynlerinin karşısında onlarla yüz yüze dururlar. Ailenin bir daire şeklinde durduğunu farz edersek, bu da saat yönünde bir yerleştirmedir. Bu düzenlemede her aile üyesi kendisini “ait oldukları yerde” ve rahat hisseder. Sözünü ettiğimiz düzen, aile psikologları veya terapistleri tarafından yaratılmamıştır. Varoluşsal bir düzendir. Dizimler sırasında ilk olarak Hellinger tarafından keşfedilmiş, daha sonra diğerleri tarafından onaylanmıştır. Algılarımız yoluyla bize ulaşan bilgileri, zaman ve mekan içerisine aklımızla yerleştirerek bizi çevreleyen dünyayı algılarız. Aynı olgu içimizde taşıdığımız aile resmi için de geçerlidir. Zihnimiz, her aile bireyinin özel konumuna bir anlam yükler. Çözümlenmemiş aile kilitlenmeleri, çoğunlukla aile bireylerinin yeniden konumlandırılmasını gerektirir. Her yeni dizimde, aile bireylerinin temsilcilerinden aldığımız bilgiler doğrultusunda en uyumlu konumlandırmayı araştırıp keşfederiz. Aile sistemine ayak basma ya da bu sistemin bir parçası olma zamanı, kişinin aile içindeki yerini belirleyerek dizimdeki konumunu ortaya çıkarır. Kolektif vicdan bu konumlandırmaya bekçilik eder. Yani esasında aile içindeki herkes doğru yerde durup durmadığını içten içe bilir. Farkında olsak da olmasak da, hepimizin zihninde geliş sırasına göre belirlenmiş katı bir “aile düzeni” vardır. İrlanda doğumlu Maureen örneğine bir göz atalım. Yedi kardeşlerken dört kardeşlerini doğumdan hemen sonra veya anne karnındayken kaybetmişler. Maureen yaşamının çeşitli alanlarında sürekli bir kafa karışıklığı ve güvensizlik duymaktan ve belli bir proje ya da kariyer hedefine odaklanıp sonuçlandırmakta zorlanmaktan şikayetçiydi. Öncelikle aile düzenini kurdum: İlk olarak ebeveyni yerleştirip sonra yaş sırasına göre sağdan sola tüm çocukları onların karşısına dizdim. Dizime Maureen’in ölmüş abla ve ağabeylerini de dahil ettim. Bu basit yerleştirme, danışana derin bir rahatlama getirdi. İlk kez, aileye ait herkesin orada olduğunu ve ailede hakkı olan yerde durduğunu hissetmişti. Duruma daha da netlik kazandırmak için Maureen’in kendisini dizime katarak sırayla kardeşlerinin önünde durmasını, her birine, “Sen ikincisin” ya da “Sen benden önce geldin, erken gittin, ben de bir süre sonra yanına geleceğim” ya da “Ben daha büyüğüm, sen daha küçüksün ve sen de ailemize aitsin, senin de bir yerin var” demesini istedim. Böylece Maureen, tüm kardeşlerinin aile içindeki yerlerini onurlandırdı. Oldukça basit gözükse de bu deneyimin Maureen üzerinde güçlü ve iyileştirici bir etkisi oldu. Yaşamında ilk defa ölmüş abla ve ağabeyleriyle yüzleşti, onlarla konuştu ve en önemlisi aile içinde kendi yerini bularak, konumuna ilişkin kafa karışıklığını çözdü. Aile bireylerinin temsilcileri ve özellikle de Maureen, her çocuğun aileye aidiyet hakkının tanınmasıyla huzura kavuşmuştu. Dizimde kişinin konumu, ya “düzene” ya da “düzensizliğe” işaret eder. Örneğin kız çocuk babasının yanına, annesi de kızının yanına yerleştirilmişse, kızın konumu ailede fazla önemli olduğunun göstergesidir. Aile sistemindeki bir dengesizlikten dolayı annesinin yerini almıştır. Bunun sonucu olarak babasına eşiymiş gibi davranıp annesini küçümseyecektir. Dizimde yer alan herkes bir şeylerin doğru gitmediğini derhal hissedebilir. Ancak anneyi babanın yanına koyup kızı da annenin yanına yerleştirdiğimizde, aile bireylerinin temsilcileri rahatlarlar. Daha karmaşık sistemler de vardır. Örneğin ebeveynden birinin bir ilk eşi ve hatta bu eş ten çocukları olabilir. Böyle bir durumda ilk eş ve çocukların, düzende ilk gelmeleri, ikinci eş ve çocukların saat yönüne, yani sisteme geliş zamanlarına göre, onlardan sonra yer almaları gerekir. Herkes kendi gerçek konumunda olmalıdır ve bu konum kesinlikle başkası tarafından alınmamalıdır. Sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi eski eşlerin unutulması büyük sorunlara yol açar.
Dolayısıyla düzen, sadece ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkiyi değil, aileye sonra katılanla öncekiler arasındaki konumu da tanımlar. Şimdi sizi, bahsettiğim temel dinamikleri anlamanıza yardımcı olacak hayali bir oyuna davet ediyorum. Önce birkaç küçük nesne bulun; kalem, para, CD kapakları, gözlük kabı, çiçek, kol saati gibi. Ne tarafa baktığını bilmeniz için her nesnenin kendisi ya da üstündeki desen bir yön göstermeli. Nesneleri masaya yerleştirin ve oyunu oynarken birkaç dakikalığına rahatsız edilmeyeceğinizden emin olarak rahatça oturun. Hazır olduğunuzda gözlerinizi kapatın ve köken ailenizin her bir bireyini gözünüzün önüne getirin. Buna, hiç sözü edilmeyen gölge bireyleri de katın. Her birine zaman ayırarak, onlara karşı hissettiklerinizin farkına varın. Kimleri kolay hatırlıyorsunuz, kimleri hatırlamakta zorlanıyorsunuz? Hatırlamakta zorlandıklarınıza biraz daha zaman ayırın. Şimdi, topladığınız küçük nesneler arasında her bir aile bireyini temsil edecek bir nesne seçip masanın üzerine birbirlerine göre yerleştirin. Her “kişinin” hangi yöne baktığını belirleyin. Önünüzde oluşan resme bakın ve herkesin konumlarına göre birbirleriyle nasıl hissettiklerini hayal edin. Kim kime bakıyor? Kim dışlanmış? Kim doğru yerde değil? Kim gitmek istiyor? Şu ana kadar aklınıza gelmemiş eksik biri var mı?
Bu oyunu tam bir seansa çevirmeyeceğiz ama böylesine kişisel bir dizimde bile karmaşık dinamiklerin hemen ortaya çıkıverdiğini görüyoruz.
Sevgi Düzeni: Ebeveynler ve Çocuklar
Her ailede önce ebeveyn gelir — ebeveyn olmasa çocuk da olmazdı. Bir başka deyişle, ana babanın çocuklarına verdikleri ilk ve en önemli armağan, yaşamıdır. Kişi sadece bir çocuğu doğurduğu için ana babadır; ana babalığın özü budur. Bu bir paket anlaşmasıdır. Ebeveyn-çocuk ilişkisinin bu tanımına hiçbir şey eklenip çıkarılamaz. Bu anlamda tüm ana babalar eşittir ve eşit yeterliktedir. Doğumdan sonra çocuk sürekli ana babasından beslenir. Büyümesi için gerekli besinin temini, dış tehlikelerden korunma, eğitim yıllarında sevgi desteği vb. ana babadan gelir. Bu süreç, çocuk kendine yeterli bağımsız bir yetişkin olana dek sürer. Ana baba verir, çocuk alır. Aile Dizimi açısından bu tek taraflı akışı anlamak çok önemlidir. Ebeveyn ancak tam teslimat yapabilir, çocuk da ancak tam teslimatı alabilir. Bu anlamda, ebeveyn-çocuk ilişkisi oldukça dengesizdir ve çocuk hiçbir zaman kendine verileni geri ödeyemez. Ana babanın verme eylemi çoğumuza doğal gelse de, bolluk derecesi ve sürecin uzunluğu takdiri şayandır. Doğumdan yetişkinliğe kadar hiç durmadan devam eder. Çocuğun geri ödeyebileceğinden kat kat fazlası verilmiştir. Onların hakkını ödemenin tek yolu minnet hissedip bunu onlara ifade etmektir. Sonunda çocuk kendisine verilen armağanı ana babasına değil de kendi çocuğuna vererek geri öder. Doğa, bu şekilde yaşamı gözeterek nesilden nesle salt bireyin değil, tüm türün sürekliliğini sağlar. Görmüş olduğumuz gibi, aldığımız her hediyeye eşit değerde bir karşılık vermek isteriz, ancak bu çocuğun başarabileceği bir şey değildir. Ana babalarının yaptıklarını görüp de geri ödemeyle dengeleyememek, çocukların ebeveynleri için önemli bir şey yapma arzularının altındaki nedendir. Ana babasının acı çektiğini gören bir çocuk buna dayanamaz ve bir başkasının yükünü ya da kaderini yüklenemeyeceğini anlayamadan, onları bu kaderden kurtarmaya çalışır. Çocuk kendi ailesine “yardım” etme çabasıyla suçluluk duygusundan kurtulur. Ancak bu tutum ebeveynliğin doğal düzenine karşıdır. Bu düzende çocuk alır, ana baba verir. Buna karşı gelen bir çocuk kendi ana babasına ebeveynlik yaparak onları çocuklaştırır ve tüm ilişki alt üst olur. Bazen de çocukların ebeveynlerine öfkeli olduklarına tanık oluruz. Aslında bu öfke, aldıklarına karşılık verememe duygusuyla başa çıkma çabasıdır. Sonunda çocuk öfkesini mazeret olarak kullanarak ailesini terk eder. Oysa bu terk ediş yüzeyseldir. Öfke duyduğumuz bir kimseyi asla terk edemeyiz. Öfke de, sevgi gibi bağlayıcı bir ilişkidir. Çocuklarda bu iki davranış şeklini görürüz: Ya ana babaya öfke duyarlar ya da onlar için her şeyi yapmak isterler. Her iki davranış şeklinde de çocuk ana babadan ayrılamayıp onlara bağlı kalır. Bu durumun üstesinden gelmenin doğal ve olgunluk gerektiren yolu, ana babamızın bizim için yaptıklarına derin bir minnet duymamız ve bunu onlara ifade etmemizdir. Bu hareketimizle bir yandan onlarla bağ kurarak güçleniriz, öte yandan onlardan ayrılıp kendi başımıza kalırız.
Ana Babaya Saygı
Aile Dizimine göre aile düzenine saygı gösterilmediğinde, aile bireyleri arasında uyumsuzluk baş göstererek önce gerginliğe, daha sonra da çatışmaya neden olur. Bu çalışmada yaptığımız gibi aile düzenine saygı gösterdiğimizde uyum sağlanır. Buna “Kutsal Düzen” adını vermemizin nedeni, düzenin aile sistemindeki denge ve uyumun sağlanmasındaki merkezi önemidir. Yoksa buradaki “kutsal” kelimesinin dini bir anlamı yoktur. Çocuk ebeveynine sevgi ve minnet duyarsa geştalt değişir. Onlara, “Bana yaşam verdiğiniz için teşekkür ederim” veya “Siz olmasaydınız ben de burada olamazdım” dediğinde onların varlığını kendi yaşamında kucaklar ve kendisine katkılarını tam olarak içselleştirip bütünlüğüne ulaşır. Aile Diziminde bu düzeni tanımlamak için kullandığımız basitleştirilmiş dil, başta size garip gelebilir. “Büyük” ve “küçük” gibi her türlü imayı içeren kelimeler kullanırız — örneğin çocuk fiziksel olarak kendi ana babasından büyük olabilir. Aile Diziminde kullandığımız bu basitleştirilmiş dilin nedeni, ruhun bunları gerçek olarak algılaması ve bu sözcüklerin daha derin bir varoluşsal düzene hitap etmeleridir. Bir seans sırasında çocuk babasına “Sen büyüksün, ben küçüğüm” derse “Kutsal Düzeni” dile getiriyordur. Fiziksel büyüklüğe değil, öncelik sırasına gönderme yapıyordur — ana baba çocuktan büyüktür, çünkü çocuğun varlığının kaynağıdırlar. Ana babamıza oranla kendi “küçüklüğümüzü” benimsediğimizde, onlardan enerji ve güç alır ve bunu kendi çocuklarımıza aktarabiliriz. Öte yandan kendimizi daha “büyük” hissederek ebeveynimize vermeye çalışırsak, kendi çocuklarımızdan ya da eşimizden alma çabasına girer ve ilişkilerimizi altüst ederiz. Ortaya çıkan duruma göre aileye duyulan saygıyı ifade etmenin değişik yolları vardır. Örneğin ana babası arasındaki çatışmada taraf tutan çocuğun geri çekilerek çocuk olduğunu ve karışmaya hakkı olmadığını hatırlaması gerekebilir. Ebeveyne saygı duymak demek onların bizim için yaptıkları seçimleri şartsız kabul etmek anlamına da gelebilir. Söylediklerimiz, bir yetişkine yersiz ve haksız görünebilir. Özellikle de ebeveynimizin acımasızca ya da aptalca davrandığını düşünüyorsak asiliğimizi veya müdahalemizi haklı görebiliriz. Ancak Aile Diziminde neden-sonuç ilişkisi önemlidir ve yargı yoktur. Öncelikli olan, katılımcının içinde bulunduğu durumdan nasıl çıkacağıdır ve ailenin huzursuz ruhlarını huzura erdirmek istiyorsak, “Kutsal Düzen”i görüp gözetmemiz gerekir. Almanya doğumlu Hanna, babasını hiç görmemişti. Annesi, Amerikalı bir askerle ilişkisinden olan Hanna dünyaya geldikten sonra bir Almanla evlenmişti. Hanna’ya ikinci eşinin gerçek babası değil de üvey babası olduğunu söylememiş, kızı gerçeği yıllar sonra öğrenmişti. Hanna, annesini ve öz babası olan Amerikan askerini yerleştirerek bir dizim başlattı. Yüzleri birbirlerine dönüktü. Uzunca bir süre sonra anne adama doğru ilerledi, ancak adamdan bir tepki gelmeyince geriye bir adım atıp yana bakmaya başladı. Dizime Hanna için de bir temsilci dahil ettiğimizde anne utanç ve öfke duydu ve Hanna’nın babasını görmesini engelleyecek şekilde durdu. Hanna’nın annesine “Sana yardımcı olacaksa babama bakmam ve onu aramam” cümlesini söylemesini istedim. Anne rahatladı ve birden derin bir acı duyarak ağlamaya başladı. Hanna dizimde kendi yerini aldı ve annesinin acısını görerek, bu acıyı annesiyle bıraktığını belirtti. Ancak bu cümleyi söyledikten sonra gerçek babasına bakabilmişti. Kayda değer değişim, annesinin kendisine öz babasından bahsetmeme kararını Hanna’nın onaylaması ile gelmişti.
Ailemizin bizim için verdiği kararları kabul etmemiz onlarla doğru bir ilişki içine girmemizi sağlar. Böylece masumiyetimizi yeniden kazanıp sorumluluklarını onlara bırakırız. “Kutsal Düzen” yeniden kurulmuştur. Ana babamızın geçmişte yaptıklarına öfkelenir, şikayet eder ve onları yanlış yapmakla suçlarsak kendimizi onlardan üstün görürüz. Kutsal Düzen açısından bakıldığında onları “küçük”, kendimizi “büyük” yapmaya çalışarak kolektif vicdanı ihlal ederiz. Sonunda da yaptığımız ihlali dengelemek amacıyla kendimizi cezalandırırız.
İnsan ilişkilerini yöneten, ancak iyi anlaşılamamış yasalardan birine burada açıklık getirmemiz önemlidir: Reddettiğimize bağlanırız. Ebeveynimizden her şikayet edişimizde onların bize yaptıkları katkıya “hayır” der, bize verdiklerini geri çeviririz. Onları reddederek kendimizi ayrı ve özgür kıldığımızı sanırız ama onlardan böyle olumsuz bir yolla ayrılabilmemiz mümkün değildir. Reddetme bağlayıcı bir ilişki türüdür. Biz ana babamızız. Onlara “evet” dediğimizde kendimize de “evet” demiş olur uz. Bu boyun eğmekt en gel en bir “evet” değil, kabul etmekten gelen bir “evet”tir; mevcut duruma “evet” demektir. Böylece kendimizde sahip çıkmadığımız parçalara da “evet” demiş oluruz. Babamın sevmediğim yönleri büyük olasılıkla kendimde de sevmediğim yönlerdir. Ana babama tüm yüreğimi açıp onları içime aldığımda kendimi de tüm yüreğimle kabul ediyorum demektir. Birey olarak olgunlaşmamız için ana babamızı hatalarıyla kabul edip bizi bu dünyaya getirdikleri için minnet duymamız gerekir. Söylediğimin kolay olduğunu iddia etmiyorum. Ana babamız başka türlü olsalardı biz de daha iyi durumda olurduk inancı çok yaygındır. Daha anlayışlı olsalardı, daha çok destek verselerdi, daha az eleştirip daha az katı olsalardı… hatta belki daha katı olsalardı. Bazılarımız daha da ileri giderek, başka bir ana babaya sahip olsalar daha iyi durumda olacakları inancıyla, arkadaşlarının ya da televizyon dizilerinin ideal ana babalarına özenirler.
Oysa farklı bir ana babayla ben de ben olmazdım. Başka bir ana baba isteyerek başka biri olmak isterim. Sürekli başka biri olmaya çabalarsam kendimle nasıl mutlu olabilirim ki? Kutsal Düzen açısından kendimle huzur bulmamın tek yolu vardır: Sahip olduğum ana babayı şükranla onurlandırmak. Bu ruhsal ve kutsal bir harekettir ve derin saygıyı ifade eder. Ana babanızı onurlandırdığınızda sadece onları değil, onların ana babalarını, büyükanne ve büyükbabalarını.yani sizden önce gelmiş herkesi onurlandırırsınız. Geldiğiniz yer, sizi buraya getirenler, yaşamın sizden akışı karşısında saygıyla eğilirsiniz. Yaşamınızın kaynağı ve köklerinizin önünde derin bir hürmetle eğilmektir bu.
Onuru İfade Etmek
Ebeveynine öfkeli olan ve onlardan almış olduklarından başka şey bekleyen insanlar, kabul etme halinden çok ümit etme halinde yaşarlar. Yaşamlarında alttan alta bir muhtaç olma ve beklenti vardır. Kendilerini kurban olarak görüp güçlerini kaybeder ve değişim olasılıklarını da yok ederler. Alamadıkları sevgiye yoğunlaşarak aldıkları ve hatta belki hâlâ onlara akmakta olan sevgiyi gözden kaçırırlar. Ana babalarından sürekli daha fazlasını isteyerek onlara takılıp kalırlar. Çoğumuz bir ara bu ikilemde kalmışızdır. Ne zaman gücümüzün yetmediği bir şeyi değiştirmek istesek, değiştirmeye çalıştığımız şey bizi tutsak eder. Hissettiğimiz rahatsızlık ve huzursuzluktan dolayı değiştirmeyi istediğimizi sanırız. Oysa aslında huzursuzluğu yaratan değiştirme arzumuz ve bunu başaramıyor olmamızdır. Böylece bu mutsuz çıkmazda yaşarız: Tüm dikkatimizle beğenmediğimize odaklanmışızdır, sahip olduklarımızdan zevk almayı unuturuz. Böylece çocuk ne ana babadan ayrılabilir ne de onları tam olarak yüreğine alabilir. Ancak onlara “Bana verdikleriniz için teşekkür ederim” cümlesini içtenlikle söylediğinde bu bağdan kurtulup ilerlemeye başlayabilir. Aykırı gibi gelse de onlardan özgürleşme olanağı ancak ana baba önünde saygıyla eğilip onları onurlandırdığında ortaya çıkar. Aile Dizimi seansında, bu onurlandırmayı ifadenin pek çok yolu vardır. Bunlardan bir tanesi katılımcıyı temsil edenin veya katılımcının kendisinin, anne ya da babasına şunları söylemesidir: “Sen benim annemsin, bana verdiğin yaşamdan dolayı sana teşekkür ederim. Bu büyük armağanı tüm getirdikleriyle alıyorum. Ödemiş olduğun bedel için teşekkür ederim. Ben de bir bedel ödüyorum. Yaşamımla güzel bir şey yapacağım ki tüm bunlara değsin. Sen benim için doğru annesin, ben de senin için doğru çocuğum. Sen büyüksün, ben küçüğüm. Sen verirsin, ben alırım.” Böylelikle katılımcı, annesinin aile içindeki yerini saydığını gösterir. Bu şekilde onurlandırma ana babadan ayrılmanın tek yoludur. Diğer yollar eksik kalacaktır. Sözünü ettiğimiz, tüm çocuklar için geçerlidir. İster ana babaları tarafından istismar edilmiş ister özürlü olsunlar, hiç fark etmez.
Yükün Sevgiyle İadesi
Max ve Antonella örneklerinde gördüğümüz gibi çocuklar, büyükanne ve büyükbabayı ailede temsil etmek adına onlarla özdeşleşebilirler. Örneğin Max, dedesiyle özdeşleşerek, annesinin acı dolu yükünü kendi üzerine alıp annesini çocuk konumuna sokuyordu. Kolektif vicdan büyükbabayı torunu aracılığıyla aile resmine sokarak kimsenin dışlanmamasını sağlamaya çalışır. Ancak bu, çocuğun “küçük”, annenin “büyük” olmasını gerektiren Kutsal Düzen yasasını ihlal etmektedir. Ortaya bir çatışma çıkar. Çocuk ana babaya duyduğu sevgiden dolayı onların psikolojik yüklerini üstlenmek ister. Oysa onların yüküne azıcık yardım etmesi bile rollerin değişmesine, çocuğun onlardan büyük bir hale gelmesine ve Kutsal Düzeni ihlal etmesine neden olur. Kolektif vicdan, çocuğun aleyhine ve olgunlaşma sürecine karşı çalışır. Çocuk içinden çıkılması güç bir duruma mahkum olur. Çıkması güçtür, çünkü annesinin acısını yüklenmemesi annesine ihanet gibi gelir ve bundan suçluluk duyar. Ancak hiç kimse bir diğerinin kaderini yaşayamaz. Hiç kimse bir başkasının psikolojik yükünü taşıyamaz. Gene de her çocuk derin ve ilkel bir hayatta kalma dürtüsü ile -aidiyet ihtiyacıyla- ana babası yerine acı çekmek ister. Ebeveyne derin biyolojik bağlılıktan kaynaklanan bu kör sevgi, bazı durumlarda çocuğun ana babasının yerine ölmek istemesine yol açacak kadar güçlüdür. Buna “kör sevgi” dememizin nedeni çocuğun yapmaya çalıştığı şeyin imkansızlığını görememesidir. Hepimizin bu hayatta yaşadığımız acılar ve olaylarla tek başımıza başa çıkmamız gerektiğini kavrayamaz. Yetişkin olmakla çocuk olmak arasındaki fark budur. Büyümek demek ayrı varlıklar olduğumuzu ve başkalarının yaşamlarını yaşayamayacağımızı anlamaktır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi çocukların zengin bir hayal dünyaları vardır ve her çocuk kendisi acı çektiğinde ana babasının daha az acı çekeceği gibi bir büyülü düşünceye sahiptir.
Ancak sonuç hep aynıdır: Acı yarıya ineceğine ikiye katlanır. Bir kişi acı çekeceğine iki kişi acı çeker. Çocuk annesinin acısını üstlenme çabasıyla, annesinin kendi acısıyla kendi başına yüzleşip baş etme hakkını ihlal eder. Annesinin de kendisini sevdiğini ve kendi travmalarıyla çocuğuna acı çektirmek istemeyeceğini anlamaz. Çocuğun acıyı yüklenme çabası hiçbir işe yaramadığı gibi annenin yükünü de ağırlaştırır. Evli ve çocuk sahibi bir katılımcı dizim başlatır. Dizimde temsilcisi, ailesinden uzaklaşarak, kendisi küçükken intihar eden babasına yakınlaşmak ister. Babasının acısını yüklenmeye çalışan çocuk durumuyla gene karşılaşıyoruz. Ancak babanın temsilcisi ne olduğunu anlayıp öfkelenir. Baba oğlunun kendi kaderine karışmasını veya kaderini yüklenmesini istemeyerek oğlunu ailesine geri iter. Başkasının acısını üstlenme çabasının hiçbir işe yaramadığını görmek, kör sevgiden bilinçli sevgiye doğru atılan önemli bir adımdır. Aile Dizimi çerçevesinde çocuğun bilinçsiz sevgisi, “Sevgili anne, sen yaşamında çok acı çektin, artık senin yerine ben çekeyim” derken, bilinçli sevgi, “Sevgili anne, bana verdiğin yaşamdan ve tüm yaptıklarından dolayı sana çok teşekkür ederim. Yaşamında acı çektiğini gördüm ve acını kendin taşıman için sana bırakıyorum” demektedir. Bu çok daha olgun bir yaklaşımdır, ancak sanki anneden ve tüm sorunlardan kurtulmak istercesine soğuk ve mesafeli bir şekilde yapılamaz. Sadece içten ve sevgiyle yapıldığında yük anneye iade edilir, aksi halde biz taşımaya devam ederiz. Acı yükünü iade, zor bir harekettir. Çocuk bu derin hareketi yaptığında annesine ait olma, ona yakın olma özleminden doğan güçlü bir suçluluk duygusuyla yüzleşir. Anneye yükünü taşımasında yardım etmemek çocuğun suçluluk duymasına neden olur. Gelecek bölümde suçluluk duygusunu derinlemesine irdeleyeceğiz. Aile Dizimi seansında katılımcının, kör sevgiden bilinçli sevgiye geçmeye ne kadar hazır olduğunu tartmaya çalışırız. Bu yatırımdan vazgeçmek pek de kol ay değildir. Ana babamız için bir şeyl er taşıyarak kendimizi onlara derinden bağlı hissederiz ve bu bağı kaybetmek istemeyiz. Aslında hiçbirimiz kendi başımıza ayakta durma peşinde değiliz. Ancak ana babamıza “Tüm bunları sana bırakıyorum ve her şey için teşekkür ediyorum” dediğimizde, kendi başımıza kalırız. Büyümenin başka yolu yoktur. Ana babamıza derinden teşekkür edip bizim için yeterli özveride bulunduklarını söylersek artık onlardan bir beklentimiz kalmadığını belirtmiş oluruz. Ancak çoğumuz sıcak aile yuvasından uçmaya direnç gösterir. Onların kanatları altındaki yerimiz, ne kadar boğucu olursa olsun, uçup dünyadaki gerçek yerimizi keşfetmekten daha az riskli ve daha güvencelidir. Bu yüzden yetişkin olduğumuzda bile çocuk kalırız. Kendi ayaklarının üstünde durmak insana büyük güç kazandırır, ancak ailemizden bağımsız olmaya hazır olmak ve onlarla ilişkimize bilinçli sevgiyi getirmek cesaret isteyen bir adımdır.
Svagito R. Liebermeister
Kaynak: Sevginin Kökleri