Nasıl oldu da, insanoğlu, doğaya karşı kazandığı utkunun doruğundayken, kendi yarattığı şeylerin tutsağı haline geldi, nasıl oldu da, ciddi olarak kendi kendini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı?
***
İnsanın yaşamı sürdürme düzeyini aşma yaşantısında özel bir durum olmaktan öte gitmezler. Bunun asıl anlatımı, kuttörenlerde, simgelerde, resim, şiir, drama ve müzikte görülür. Faydacı düşünce süreçlerimiz, mantıksal olarak, bütün bu görüngülerin, yaşamı sürdürme işlevine hizmet ettiği yorumuna ulaşmaya çalıştılar. Lewis Mumford ve diğerleri gibi daha ciddi gözlemciler, sanatın daha gelişmiş biçimleriyle mağara resimlerinin ve ilkel çömlekler üzerindeki süslemelerin faydacı bir amaca yönelik olmadığı olgusunu vurguladılar. Gerçekten de bunların işlevinin, insanın bedeninin değil de ruhunun yaşamını sürdürmesine yardım etmek olduğu söylenebilir.
Güzellik ile hakikat arasındaki bağ buradadır işte. Güzellik, “çirkin”in değil, “yapay”ın karşıtıdır; güzellik, bir şeyin ya da bir kişinin “olduğu gibiliğinin” duyumsal anlatımıdır, duyumlara seslendiğini dile getirmektir. Zen Budacı düşünceye göre güzellik yaratmak, kişinin, gözünde canlandırdığı şey olmasını olası kılmak için, o şeyi doldurmak üzere kendisini tümüyle boşalttığı bir zihinsel durum gerektirir. “Güzel” ve “çirkin”, kültürden kültüre farklılık gösteren geleneksel kategorilerden başka bir şey değildir. Güzelliği anlamadaki başarısızlığımızın iyi bir örneği, ortalama insanın — bazen bedenimiz için daha az hoş olmakla birlikte — sanki yağmur ya da sis de aynı ölçüde güzel değilmiş gibi, “günbatımı”nı, bir güzellik örneği olarak sunma eğilimidir.
İnsan Doğası ve Değişik Dışavurumları
Teknoloji toplumunda insanın içinde bulunduğu durumu tartıştığımıza göre, şimdi, teknoloji toplumunu insancıllaştırmak için ne yapılabileceği sorununu inceleyeceğiz. Ama bu işe başlamadan önce, insan olmanın ne demek olduğunu yani, toplumsal dizgenin işleyişinde temel etmen olarak ele almak durumunda olduğumuz insan öğesinin ne olduğu sorusunu sormalıyız kendimize.
Bu yanıtı oluşturmak için “ruhbilim” denen alanı aşmak gerekir. Burada ona, tarihin, toplumbilimin, ruhbilimin, dinbilimin, söylence bilimin, fizyolojinin, iktisatın ve sanatın verilerini değerlendiren ve bunları, insanın anlaşılması işinde uygun yönleriyle ele alan bir bilim dalı anlamında, “insan bilimi” demek daha doğru olsa gerek. Bu bölümde yapabileceğim, kaçınılmaz olarak son derece sınırlı. Bu kitabın bağlamında ve seslendiği okurlar açısından bana en gerekli gelen yönleri tartışmayı seçiyorum.
İnsanoğlu, insan olmanın belli, özgül bir biçimini, kendi özü olarak kabul etmeye kolayca razı edilmiştir — hâlâ da edilmektedir. İnsan, kendi insanlığını, kendisini özdeşleştirdiği toplum açısından bu kandırmacanın gerçekleştiği ölçüde tanımlar. Bu genel kural olmakla birlikte, birtakım ayral durumlar da olmuştur. Çünkü kendi toplumunun boyutlarının ötesine bakan insanlar olmuştur daima — bunlar, kendi yaşadıkları dönemde aptal ya da suçlu damgasını yemiş olabilirler, ama gene de insanlık tarihi sayfalarından bakıldığında, bu insanların büyük insanlar listesini oluşturdukları görülür — işte bunlar, baktıkları ufuklarda evrensel olarak insansal denebilecek, ve o belirli toplumun, insan doğası anlayışıyla çakışmayan bir şey gören insanlardı. Kendi toplumsal varoluşlarının sınırlarının ötesini görebilecek denli gözüpek ve düşgücü zengin insanlar vardı her zaman için.
Özgül ve kesin olarak insan olanı tek bir sözcükte dile getirebilecek birkaç “insan” tanımını anımsamak yararlı olabilir. İnsan, Homo faber-alet yapan olarak tanımlandı.
Gerçekten de bir alet yapıcıdır insan, ama atalarımız, tam anlamıyla insan haline gelmeden de alet yapıyorlardı.
İnsan, Homo sapiens olarak da tanımlandı, ancak bu tanımlamada, anlam, sapiens sözcüğüyle neyin anlatılmak istendiğine bağlı. Yaşamı sürdürmenin daha iyi yollarını, istediğimizi elde etmek için daha iyi yöntemleri bulmak amacıyla düşünceyi kullanmaksa, hayvanlar da bu yetiye sahip; hem, bu türden bir başarı söz konusu olduğunda insanla hayvan arasında olsa olsa niceliksel bir fark olabilir. Ancak, eğer sapiens sözcüğüyle, görüngünün çekirdeğini anlamaya çalışan düşünce anlamında, aldatıcı yüzeysel görünümden, “gerçekten de gerçek” olana nüfuz eden düşünce, amacı yönlendirmek, çarpıtmak değil de anlamak olan düşünce anlamında bilgi anlatılmak isteniyorsa, Homo sapiens, gerçekten de insanın doğru bir tanımlamasıdır.
İnsan, Homo ludens — oynayan insan olarak da tanımlandı; buradaki oynamak, yaşamı sürdürmek için o anda gerekli olan şeyleri aşan amaçsız etkinlikler anlamına geliyor.
Gerçekten de, mağara resimlerini yaratanların döneminden günümüze dek insanlar belli bir amaca yönelik olmayan etkinliklerde bulunmuşlardır.
İki tanımlama daha eklenebilir bunlara. Bir: Homo negans, yani “hayır” diyebilen insan —gerçi, yaşamım sürdürmek söz konusu olduğunda, ya da çıkarları gerektirdiğinde insanların çoğu “evet” derler. İnsan davranışını konu alan istatistiklere göre, insana evet-çi-insan demek gerekir. Ama insansal gizilgüç açısından, insanoğlu, “hayır” diyebilme yetisiyle, hakikati, sevgiyi, bütünselliği, fiziksel varoluşu pahasına bile kabul edişiyle tüm diğer hayvanlardan ayrılır.
İnsanın bir başka tanımı da Homo espefans — umut eden insan olabilir. İkinci bölümde belirttiğim üzere, umut etmek, insan olmanın temel koşullarından biridir. İnsan umut etmekten vaz geçerse, — nerede olduğunu bilse de bilmese de — cehennemin kapısından girmiş demektir, kendi insanlığını geride bıraktı demektir.
Belki de insanın türsel özelliğinin en önemli tanımlaması, onu “özgür bilinçli etkinlik” diye dile getiren Marx tarafından yapılmıştır. Daha sonra bu kavramın anlamını tartışacağım.
Burada andıklarımıza daha birkaç tanımlama eklenebilirdi belki, ama gene de, “İnsan olmak ne demektir?” sorusuna yeterli bir yanıt verilmiş olmazdı. Bu tanımlamalar, daha eksiksiz ve daha sistematik yanıt verme çabası göstermeksizin insan olmanın yalnızca bazı öğelerini vurguluyorlar.
Bu soruya yanıt vermek yönünde yapılan her girişim, bu türden bir yanıtın en iyi olasılıkla gerçeküstü bir spekülasyondan ya da belki şiirsel bir spekülasyondan başka bir şey olamayacağı, ne olursa olsun, kesinliği ve doğruluğu araştırılmaya açık bir gerçekliği dile getiren sözler değil de öznel bir tercihi dile getiren sözler olacağı görüşüyle karşı karşıya gelecektir. Bu “doğruluğu araştırılmaya açık gerçeklik” sözleri, kendi kavramlarım bir nesnel gerçeklik çerçevesinde dile getiren ancak konunun doğasıyla ilgili bir son sözü bulunmayan kuramsal fizikçileri getiriyor akla. Gerçekten de, şu anda, insan olmanın ne anlama geldiği konusunda kesin bir şey söylemek olanaksız; insan evrimi, insanın daha yeni yeni tam anlamıyla insan olmaya başladığı içinde bulunduğumuz tarihsel am çok gerilerde bıraktığında bile bu konu kesinlik kazanmış olmayacaktır belki. Ama insanın doğası konusunda kesin bir sonuca ulaşma olasılığına kuşkuyla bakmak, bilimsel yargılara varılamayacağı, yani olguları gözlemleyerek sonuçlar çıkarılamayacağı anlamına gelmez; daha mutlu bir yaşama kavuşma isteğiyle yola çıkılmış olsa da, insan doğasına değgin doğru bulgular dile getirilmelidir.
(Burada Marx’in, Aristoteles’in insanı bir siyasal hayvan olarak sunan ünlü insan tanımını eleştirdiğine ve onun yerine insanın bir toplumsal hayvan olduğu kavramını getirdiğine, Franklin’in insanı alet-yapan hayvan olarak tanımlamasına da, “Yankiye özgü bir yaklaşım” diye karşı çıktığına işaret etmek yerinde olacaktır.)
Zaten Whitehead’in sözleriyle, “Mantığın işlevi, yaşama sanatını geliştirmektir.
İnsan olmanın ne anlama geldiği sorusuna yanıt bulmada hangi bilgilerden yararlanabiliriz?
Yanıta, bu türden yanıtlara genellikle ulaşılan yoldan varılmaz: insan iyi midir, kötü müdür, seven bir yaratık mıdır, yıkıcı bir yaratık mı, kolay aldanır bir tür müdür, bağımsız mı, vb. soruları bizi yanıta götürmez. Çok açıktır ki, insanoğlu, tıpkı müziğe yatkın ya da müzikte perde ayrımı yapma yetisinden yoksun, resme karşı eğilimli, ya da renk körü, bir aziz ya da kötülük dolu olabileceği gibi bütün bu saydıklarımız da olabilir. Bütün bunlar ve daha birçok başka nitelikler, insan olmanın çeşitli olasılıklarıdır. Hatta, hepsi de hepimizde vardır. Bir kişinin kendi insanlığının tam anlamıyla bilincinde olması, Terence’in dediği gibi, “Homo sum; humani nil a me alienum pııto” (Ben bir insanım, insansal olan hiçbir şey bana yabancı değildir), kavramının, herkesin insanlığa ait her şeyi — hem bir aziz hem de suç işleyen birinin niteliklerini kendi içinde taşıdığının, Goethe’nin sözleriyle, kişinin kendisinin işleyebileceğini düşleyemeyeceği hiçbir suçun olmadığının, bilincinde olması demektir.
İnsanlığın bütün bu dışavurumları, insan olmanın ne anlama geldiği sorusuna yanıt vermez.
Bunlar yalnızca, nasıl, hem birbirimizden farklı ama gene de insan olabileceğimiz sorusuna yanıt vermektedir. Eğer insan olmanın ne anlama geldiğini bilmek istiyorsak, farklı insansal olasılıkları açısından değil, insan varoluşunun bütün bu olasılıkların, olası seçenekler olarak ortaya çıkmasına kaynaklık eden koşulları açısından yanıt bulmaya hazırlanmalıyız. Bu koşullar, fizikötesi spekülasyonların bir sonucu olarak değil, insanbilimin, tarihin, çocuk ruhbiliminin, bireysel ve toplumsal psikopatolojinin (ruh hastalıkları biliminin) verilerinin incelenmesiyle açıklık kazanabilir.
Erich Fromm
Umut Devrimi