İyilik yapma içgüdülerimiz, ender durumlarda tertemizdirler. Hükmetme duygusu sinsidir, birçok kılığa girer ve çoğu zaman başkalarına karşı iyi davranışımızdan aldığımız zevkin nedenidir. Buna sık. sık başka bir öğe de katılır. İnsanlara “iyilik etmek”, onları bazı zevklerden yoksun bırakmayı da içerir.
MUTSUZLUĞUN NEDENLERİ
İnsanlar Neden Mutsuz Olurlar?
İşkence Korkusu
Aşırı işkence korkusu bilinen bir delilik biçimidir. Bu hastalığa yakalananlar, öldürülmek, hapsedilmek istendiklerini ya da kendilerine büyük bir kötülük yapılacağını sanırlar; bu olası işkencelerden korunmak için çoğu zaman şiddete başvurduklarından bu durumları onların bir yere kapatılmalarını gerektirir. Bu durum yalnızca, deliliklerin çoğunda olduğu gibi, normal insanlardaki yaygın bir eğilimin aşırı halidir. Ben, akıl hastalığı uzmanlarının işi olan aşırı hallerden söz etmek niyetinde değilim. Burada değindiklerim daha ılımlı hallerdir. Bunlar sık sık mutsuzluğa yol açarlar ve delilik olarak tanımlanacak kadar aşırı olmadıkları için, bunlarla hastanın kendisinin başa çıkması olasıdır. Yeter ki derdinin tanımını kabul ederek, bu derdin kendi içinden geldiğine, düşmanların ya da kötü niyetlilerin olmadığına inansın.
Yaşantısında hep nankörlük, sertlik ve hainlikle karşılaştığından yakman bu tipi hepimiz yakından tanırız. Bu gibi insanlar, görünüşte çok haklıdırlar ve kendilerini uzun zamandır tanıyanlarda acıma uyandırırlar. Genel olarak, anlattıkları öykülerin hiçbiri olmayacak şey değildir. Yalandıkları kötü davranışların bazılarıyla gerçekten karşılaşmış da olabilirler. Sonunda dinleyenin kuşkusunu uyandıran, yakman kişinin karşılaşmak talihsizliğine uğradığı alçaklıkların çokluğudur. Olasılık hesaplarına göre, aynı toplumun bireyleri, aşağı yukarı eşit sayıda kötü davranışla karşılaşabilirler. Eğer birisi, belirli bir sürede herkesten kötülük gördüğünü söylüyorsa, bunun nedeni büyük olasılıkla kendisindedir: ya hepsini uyduruyordur ya da bilinçsiz olarak öyle bir biçimde davranıyordur ki, karşımdakileri öfkelendiriyordun Deneyimli olanlar, herkesten kötülük gördüğünü söyleyenlerden hemen kuşkulanırlar; kuşkulandıkları için de onlara anlayışlı davranmazlar ve böylece bu zavallıların: “Cümle âlem bana düşman” inançlarını pekiştirmiş olurlar. Gerçekten başa çıkılması güç bir derttir, çünkü sempati gösterilse de, gösterilmese de, tetiklenmiş olur. İşkence korkusuna eğilimli birisi, anlattığı bir talihsizlik öyküsüne inanıldığında, bunu belgelerle kanıtlamaya kadar götürür. İnanılmadığında ise, bütün insanlığın kendisine kötü davranışına yeni bir örnek elde etmiş olur. Hastalığın alt edilmesi için anlayış gösterilmesi ve bu anlayışın yararlı olabilmesi için de hastaya bildirilmesi gerekir. 8u bölümde, hemen herkesin az çok çektiği işkence korkusunun öğelerinin ayırt edilebilmesini sağlamak ve sonra da bunların ortadan kaldırılmasına yarayan düşüncelerimi ileri sürmek amacındayım. Bu iş, mutluluk savaşının bir önemli bölümüdür, çünkü herkesin bize tekme attığını düşünürken mutlu olmamız mümkün değildir.
Mantıksızlığın en yaygın biçimlerinden birisi de, tanıdıklar hakkında arkalarından kötü şeyler söyleme eğilimidir. Tanıdıkları, hatta dostları söz konusu olunca, kötüleyici sözler söyleme isteğine pek az kimse karşı koyabilir; böyle olduğu halde, insanlar kendileri hakkında olumsuz bir şey söylendiğini duyunca hem öfkelenir, hem de hayret ederler. Öyle anlaşılıyor ki, kendileri herkes hakkında olumsuz şeyler söylerken, başkalarının kendileri hakkında olumsuz söylemlerde bulunmalarını yadırgamaktadırlar. Bu yaklaşım aşırı dereceye vardırıldığıda, işkence korkusuna yol açabilir. Kendimize duyduğumuz sevgiyi ve saygıyı başkalarından da bekleriz. Oysa başkaları hakkında düşündüklerimizden fazlasını, o
başkalarının bizim hakkımızda düşünmesini beklemek akıla değildir. Bunu akıl edemeyişimizin nedeni de, kendi becerilerimizin çok büyük ve görünür, başkalarının becerilerinin ise ancak pek iyimser gözlere görünebilecek derecede küçük olduğunu düşünmemizdir. Falanca kişinin sizin için ağza alınmayacak sözler söylediğini öğrendiğinizde, onun hakkında doksan dokuz kez yeri geldiği halde, yeride, kötüleyici eleştiride bulunmaktan kaçındığınızı hatırlar, yüzüncü kez yine gerçekliğine inanarak söylediklerinizi aklınıza bile getirmezsiniz. Böyle olunca da, bunca sabrın ödülü bu mu olacaktı, diye düşünürsünüz. Ne var ki aslında onun davranışı ile sizinki arasında hiçbir fark yoktur, çünkü o, sizin dilinizi tuttuğunuz doksan dokuz fırsat hakkında hiçbir şey bilmemektedir; onun bildiği, yüzüncü fırsatta söylemiş olduklarınızdır. Eğer birbirimizin düşüncelerini okuyabilseydik, bence bunun ilk sonucu, bütün dostluklar sona ererdi; ikinci sonucu çok iyi olurdu, çünkü arkadaşsız bir dünya çekilmeyeceğinden, insanlar birbirleri hakkındaki gerçek düşüncelerini saklama gereksinimi duymadan dost olmayı öğrenirdi. Arkadaşlarımızın kusurları bulunduğunu, ama genellikle iyi insanlar olduklarını düşünür, onlardan hoşlanırız. Ama onların da bize karşı benzer düşünceleri olmasını nedense bir türlü kabullenemez, kusursuz olduğumuzu düşünmelerini isteriz. Kusurlarımızın bulunduğunu kabullenmek zorunda kaldığımız zaman ise, bunu çok fazla ciddiye alırız. Hiç kimse mükemmel olmayı beklememeli ya da böyle olmadığı için üzülmemelidir.
İşkence korkumuzun nedeni, yeteneklerimizi olduklarından büyük görmemizdedir. Diyelim ki, ben bir piyes yazarıyım; üstelik tarafsız kişilerin, çağımızın en büyük piyes yazan olarak beni gösterdiğini kabul edelim. Ne var ki, bazı nedenlerle piyeslerini pek ender oynanmakta, oynandıkları zaman da başarı sağlayamamaktadır. Bu garip durumu nasıl yorumlayabiliriz? Yönetmenlerin ve oyuncuların şu ya da bu nedenle bana karşı olduklarını düşünürüm ve bu, benim için hemen inanılmaya değer bir neden olur: Tiyatro dünyasının elebaşlarına boyun eğmemişimdir, eleştirmenleri pohpohlamamışımdır, oyunlarımda bazı gerçekler vardır ki, dokundukları kimseleri çileden çıkarmakta ve bu nedenle yeteneklerim takdir edilmeden gölgede bırakılmaktadır.
Bir de yeni buluşunum olağanüstü özelliklerine hiç kimsenin dikkatini çekememiş olan buluşçu vardır; fabrikatörler düzenlerini kurmuşlar, hiçbir yenilik istememektedirler; birkaç ileri düşünceli fabrikatörün ise kendi adamları vardır ki, bunlar da tanınmamış buluşçuların ortaya çıkmalarına engel olmaktadır; yüksek kurullar da her nedense gönderilen yazıları ya yitirirler ya da hiç okumadan geri çevirirler; başvuruları özel kişiler ise, şaşılacak derecede vurdumduymazdırlar. Bu durum nasıl açıklanabilir? Buradan şu anlaşılıyor ki, birileri yeni buluşlardan elde edilecek paraları aralarında bölüşmek için, çok sıkı bir işbirliği oluşturmuşlar; bu birlik içinde bulunmayan hiç kimse sesini duyuramamaktadır.
Bir de, gerçek bir nedenden dertli olan, ama kendi deneyimini genel olarak düşünen ve evrensel sorunu çözeceği sonucunu çıkaranlar vardır; diyelim ki, bu kişi Gizli Servis hakkında bir rezaleti öğrenmiştir, ama bu rezaletin örtbas edilmesi devletin iyiliğine olacaktır. Kişi, bildiği bu sır sayesinde tanınmış bir kimse olabileceği halde olamamaktadır. En dürüst ilgililer bile, bir kişiyi çileden çıkaran bu kötü durumu düzeltmek için hiçbir şey yapmamaktadırlar. Buraya kadar olanlar kişinin söylediği gibidir. Ama ilgililerin kayıtsız kalışları onu o kadar etkilemiştir ki, bütün yüksek mevkidekilerin, çıkarları için suçları örtbas etmekten başka bir şey yapmadıklarına inanır olmuştur. Düşüncelerinin yansı doğru olan bu gibiler çok inatçı olurlar; kendileriyle ilgili bir olay, görmedikleri yüzlerce olaydan daha çok etkiler onları. Bu da yanlış değerlendirmeler yapmalarına ve tipik olayları değil de seyrek olanları çok daha önemli görmelerine yol açar.
Sık karşılaşılan başka bir işkence korkusu kurbanı da, insanlara her zaman iyilik eden, onlardan hiçbir minnettarlık görmeyince de şaşırıp dehşete düşen hayırseverdir. İyilik yapma içgüdülerimiz, ender durumlarda tertemizdirler. Hükmetme duygusu sinsidir, birçok kılığa girer ve çoğu zaman başkalarına karşı iyi davranışımızdan aldığımız zevkin nedenidir. Buna sık. sık başka bir öğe de katılır. İnsanlara “iyilik etmek”, onları bazı zevklerden yoksun bırakmayı da içerir: İçki, kumar, aylaklık gibi. Bu durumda, var olan toplumsal ahlakın yaygın bir öğesi, yani yalnızca dostlarımızın saygısını kazanmak amacıyla kaçındığımız günahları işleyenlere karşı duyduğumuz çekememezlik rol oynamaktadır. Örneğin tütünün yasaklanmasını isteyenleri ele alalım. (ABD’nin bazı eyaletlerinde bu yasak vardır ya da bir zamanlar vardı). Bunlar elbette sigara içmeyen ve başkalarının tütünden zevk almaşını çekemeyenlerdir. Eğer bunlar, eski tiryakilerin kendilerini kötü bir alışkanlıktan kurtardıkları için onlara teşekkür edeceklerini beklerlerse, büyük bir olasılıkla hayal kırıklığına uğrarlar. O zaman da, yaşamlarını toplumun iyiliği uğruna harcadıklarını ve kendilerine en çok teşekkür borçlu olanların en az minnettarlık gösterdiklerini düşünmeye başlarlar.
Eskiden, hizmetçi kızların ahlaklarından sorumlu olduklarını düşünen hanımlarda da aynı yaklaşım görülürdü. Ama bugün, hizmetçi sorunu öylesine duyarlı bir konu ki, bu hanımların iyilikleri epeyce azalmış bulunuyor.
Siyasal yaşamın üst basamaklarında da aynı şeyler olur. Kişisel rahatını bir yana itip, yüksek ve soylu amaçlarına ulaşmak için politikaya atılan, sonunda da en üst seviyeye yükselen devlet adamı, kendisine karşı dönen halkın nankörlüğüne şaşırır. Yaptıklarında halk için olmayan şeyler de bulunduğunu ya da yönetme zevkinin az çok payı öldüğünü hiç düşünmez. Yandaş basında yazılanlar, partisinden olanların söylemleri ona gerçeklerin ifadeleri gibi gelir ve partinin sloganlarının davranışlarının gerçek nedenleri olduğunu
sanmaya başlar. Yapayalnız kaldığında, her şeyden bıkmış, hayal kırıklığına uğramıştır; hayatını adayarak halka hizmet gibi nankör bir işe giriştiği için pişmanlık duyar.
Bu örneklerin gösterdiği dört gerçeği yeterince anlayabildiğimizde işkence korkusuna karşı korunabiliriz. Bunlardan birincisi: Davranışlarınızın asıl nedeni, size göründüğü gibi yardımseverlik değildir; bunu unutmayın. İkincisi: Yeteneklerinizi gözünüzde büyütmeyin. Üçüncüsü: Kendinize duyduğunuz ilgiyi başkalarından aynı düzeyde beklemeyin. Ve dördüncüsü de: İnsanların çoğu, işkence yapmayı isteyecek kadar sizi düşünmezler. Bu dört gerçek üzerine bir iki söz söyleyeceğim.
Davranışlarını düzenleyen güdülerinden kuşkulanmak özellikle hayırseverler ve yöneticiler için gereklidir. Bu gibilerin dünyanın tamamı ya da bir kısmı hakkında birtakım düşünceleri vardır ve bazıları mantıklı, bazıları saçma olan bu düşüncelerini gerçekleştirdiklerinde, insanlığa ya da insanlığın bir bölümüne büyük bir iyilik yapmış olacaklarına inanırlar. Ama bunlar şunu anlayamamaktadırlar ki, yaşamlarını değiştirmek istedikleri insanlar da, kendi görüşlerine uygun bir dünya istemektedirler. Yönetici eğiliminde olanlar, kendi görüşlerinin doğru, kendi görüşleriyle çelişen düşüncelerin ise yanlış olduğundan emindirler. Ama bu öznel kendinden emin oluş, nesnel doğruluğun kanıtı olamaz. Bundan başka, çoğu durumda, inana, yapacağı değişiklikleri görmekle duyacağı zevki gizlemek için yalnızca bir kamuflajdır. İktidar tutkusuna yol açan bir başka güdü olan kibrin de bu konuda büyük rol vardır. Parlamento üyeliği için aday olan ülkücü, kendisine milletvekili dedirtmek için çaba harcadığını söyleyenlerin kuşkuculuğuna hayret eder; böyle olduğunu başımdan geçtiği için biliyorum. Seçim sona erip de, düşünmeye zaman bulabildiğinde ise, kuşkucu seçmenlerin haklı olabileceklerini içinden geçirir. Ülkücülük, basit güdülerin garip kılıklara girmesine neden olur, bu yüzden halkımızın kuşkuları gerçekçi ve yerindedir. Geleneksel ahlak o kadar yardımseverlik gerektirir ki, birçok durumda yeteneklerin sınırları aşılır ve dürüstlükleri ile övünenlerin bir çoğumda, ulaşılamayacak olanı elde ettiklerini sanırlar. En erdemli olanların büyük çoğunluğunun davranışları bile, kendi çıkarlarına yönelik güdüler taşır. Ama buna üzülmemek gerekir, çünkü böyle olmasaydı insan türü devam edemezdi. Zamanının tamamını başkalarının karnını doyurmaya ayırıp kendini beslemeyen kişi yok olur. Belki yalnızca kötülükle mücadele etme gücü kazanmak için yemek yediklerini söyleyenler olabilir, ama bu düşünceyle alman besinin sindirilebileceğinden kuşku duyarım, çünkü tükürük bezleri yeterince çalışmayacaktır. Bu nedenle, haz duyularak yenilen yemek, başkalarının iyiliği gözetilerek sofraya oturmaktan daha mantıklıdır.
Yemek konusundaki bu yaklaşım başka şeyler için de geçerlidir. Yapılacak iş ne olursa olsun, belirli bir istek ve heves olduğunda başarılabilir, istekli ve hevesli olmak ise, kendimize yönelik güdülerimizin arasında, eşimiz, çocuklarımız gibi bizim için çok değerli olanları koruma güdülerimizin de bulunmasını gerektirir. Yardımseverliğin bu kadarı insanın doğasında vardır, ama geleneksel ahlak kurallarıyla benimsetilmek istenildiği kadarı yoktur ve pek ender sahip olunabilir. Onun için, ahlaklarının yükseklikleriyle övünmek isteyenler, mümkün olmayan bir kendini düşünmezlik derecesine ulaştıklarına inanmak zorundadırlar; bu bakımdan, ermişlik çabası, kolaylıkla işkence korkusuna yol açacak bir kendini aldatmadır.
Dört gerçekten İkincisinin, yani yeteneklerimizi gözümüzde büyütmenin ahlaklı olmadığını açıkladık. Ama ahlakla ilgisi olmayan yeteneklerimizi de olduklarından daha yüksek değerlendirmemeliyiz. Piyesleri başarılı olmayan oyun yazan, oyunlarının kötü olduğu savını soğukkanlılıkla karşılamak, bunun karalama olduğunu düşünerek hemen yadsımamakdır. Savın gerçek olduğunu saptarsa da tümevarıma bir yaklaşımla kabullenmelidir. Tarihte değeri bilinmemiş yetenekler bulunduğu doğrudur, ama bunların sayısı, kusurlarına değer verilmiş olanların sayısından çok daha azdır. Çağdaşları tarafından anlaşılmayan bir dâhi, yoluna devam etmekte kesinlikle haklıdır. Ama kendini beğenmiş ve yetersiz olanın direnmemesi gerekir. Değeri bilinmeyecek eserler yaratmak amacıyla hareket eden birisinin, bu iki gruptan hangisine girmesi gerektiği tespit edilemez. Bunların birindenseniz, ayak diremeniz kahramanlık, diğerindenseniz gülünçtür. Hangi gruptan olduğumuzu anlamak belki de öldükten yüz yıl sonra mümkün olacaktır. Dâhi olduğunuzu düşünüyorsanız ve arkadaşlarınız size katılmıyorlarsa, bir deney yapabilirsiniz; bu belki şaşmaz bir deney değildir ama oldukça değerlidir. İçinizden gelen bir dürtüyle mi düşüncelerinizi ya da duygularınızı dile getirmek için eser veriyorsunuz, yoksa alkışlanmak isteğiyle mi? Bir sanatçıda alkışlanmak isteği güçlüdür ama ikinci plandadır; şöyle ki, sanatçı bir eser yaratmak ister ve bunun beğenileceğini umar, ama beğenilmese de tarzını değiştirmez. Öte yandan, alkışlanmak isteği asıl güdüsü olan sanatkâr ise beğenilmediğinde başka bir tarza dönebilir. Sanatıyla alkış toplayamamışsa, üstelememelidir. Sözü biraz daha genelleştirelim; yaptıklarınız ne olursa olsun, eğer yeteneklerinizi başkaları sizin kadar yüksek görmüyorsa, yanıldıklarına fazla bel bağlamayın. Eğer kesinlikle yanıldıklarını düşünürseniz, ardından yeteneklerinizin başkaları tarafından bilinmesine engel olmak isteyenler bulunduğunu düşünmeye başlayabilirsiniz ki, bu da mutsuz olmanıza neden olabilir. Çok yetenekli olmadığınızı kabullendiğinizde önceleri çok üşütebilirsiniz, ama bu üzüntünüz bir gün sona erer ve normal bir yaşama dönebilirsiniz.
Üçüncü gerçeğimiz; başkalarından fazla şey beklememekti. Eskiden kızlarından birisinin yatalak anneye hastabakıcılık etmesi ve hatta hiç evlenmemesi beklenirdi. Bu, başkalarından mantığa aykırı olan bir özveride bulunmalarını istemektir. Bu durumda özveride bulunanın kaybı, bencilin kazancından büyük olmaktadır. İnsanlarla, özellikle en çok değer verdiklerinizle ilişkilerinizde, onların yaşama, sizin görüş açınızdan değil, kendi açılarından bakacaklarını kolay olamasa da kabul edin. Hiç kimseden, yaşamını başkası uğruna temelden değiştirmesini beklememeliyiz. Bazen büyük bir özveri bile normal görülebilir, ama doğal görülmeyen özverilerde bulunulmamalı ve özveride bulunmayan hiç kimse de suçlanmamalıdır. insanlar çoğunlukla, hasta bencilliğin sınırları aşmasına, normal egonun sağlıklı tepki vermesinden rahatsız olurlar.
Dördüncü gerçek de, başkalarının sizi düşünmeye, sizden daha az zaman ayırmalarıydı, işkence korkusu delilik derecesinde olan, herkesin işlerini güçlerini bırakmış, gece-gündüz kendisine kötülük etmek için uğraşmakta olduğunu sanır. Daha akıllı olan işkence manyağı da, her davranışın kendisine yönelik olduğunu düşünür. Böyle düşünmek, tabii gurur vericidir. Büyük bir kişiyse, gerçek de olabilir. İngiliz hükümeti yıllarca Napolyon’u küçültmeye çalışmıştır. Ama önemli olmayan birisi, herkesin kendisine karşı olduğunu düşünmeye başlamışsa, deliliğin yolunu tutmuş demektir. Örneğin, resmi bir ziyafette bir konuşma yaptınız diyelim. Gazeteler bu ziyafette konuşanların hepsinin fotoğraflarını yayınladıkları halde sizin fotoğrafınızı yayınlamamışlarsa bu neden olabilir? Elbette ki konuşanların hepsi sizden daha önemli sayıldığı için değil; gazete sekreterlerine, sizi bir yana bırakmaları için emir verildiğindendir. Peki, niçin böyle bir emir vermişlerdir? Sizden korktukları için. Böylece fotoğrafınızın basılmamış olmasının esprili bir açıklamasını yaptık. Ama böyle bir avunma mutluluk getirmez. Aslında gerçeğin öyle olmadığını bilirsiniz ve bunu düşünmemek için de giderek daha mantıksız olasılıklar üzerinde durmak zorunda kalırsınız. Ve bu olasılıklara inanmak giderek daha fazla çaba harcamayı gerektirir. Üstelik bu olasılıklar, birçok düşmanınız bulunduğu mantığıyla oluşturuldukları için, kendinize olan saygınızı bütün dünyaya karşı tek başınıza kaldığınız bir durumda koruma zorluğunu yaşarsınız. Kendini aldatmaya dayanan bir gönül doyumu her an çökebilir. Gerçek ne kadar tatsız ya da acı olursa olsun, yüz yüze gelmeli, alışmalı ve yaşayışımızı ona uydurmaya çalışılmalıyız.
Bertrand Russel
Mutlu Olma Sanatı