Haklarında konuşmamayı tercih ettiklerimiz hatırlanmak ister
Çoğumuz yaşamla ölümü birbirlerine karşıt olarak algılarız. Sanki ölüm elden geldiğince ertelenmesi gereken bir felakettir. Ya sürekli bir ölüm korkusuyla yaşarız ya da ölümün kaçı-nılmazlığıyla yüzleşmemek için başka işlerle oyalanıp ölüm yokmuş gibi davranırız. Ölmüşlerle hayattakiler ayrı boyutlara ait olsalar da kolektif vicdanda süreklilik vardır. Bunu anlamadığımızdan ailenin ölmüş bireyleriyle hayatta olan bireyleri arasında kesin bir ayrım yaparız. Ölüm konusuyla yüzleşmeyi göze aldığımızda, bizden önce yaşamış aile bireylerinin, kendilerinden sonraki aile sistemi üzerindeki etkilerini ve yeni kuşakları nasıl şekillendirdiklerini açıkça görebiliriz. Ataları hürmetle anarak onlara tapınmanın, tüm ilkel kabilelerde merkezi önemi vardır. Belki de ölmüşlerin davranışlarımızı pek çok açıdan yönettiklerini sezgisel olarak bilirler. Ölmüşlerin aslında tam olarak ölü olmadıklarını; yaşamış olduklarının bugün bizim yaşamımızın bir parçası olduğunu ve başlarından geçenlerin bizi etkilediklerini bilmektedirler.
Bir dizimde atalarımızın yaşamımızın bir parçası olduğunu gözlemlediğimizde iki karşıt yönde bizi farklı sonuçlarla etkilediklerini de görmeye başlarız. Kuşaklar ötesinden onlarla nasıl ilişki kurduğumuza bağlı olarak üzerimizde olumlu veya olumsuz etkileri vardır. Amcanız çok genç yaşta ölmüş olsun. Babanız, kendi ağabeyini, ağabeyi olarak hatırlarsa, ölmüş olduğunu kabul ederek onunla sevgiyle vedalaşırsa, bunun sizin üzerinizde olumlu bir etkisi olacaktır. Öte yandan babanız ve ailesinin, ağabeyin varlığını görmezden gelmesi sizi olumsuz etkiler. Olumsuz etki, kolektif vicdanın ailedeki herkesin hatırlanması gereğinden kaynaklanır. Bu doğrultuda amcanızı aileye hatırlatma görevini yüklenmenize neden olur. İngiltere’den Harold, ölmüşlerin yaşayanları nasıl etkilediklerine iyi bir örnektir. Harold, kendini babasına yakın hissetmediğini ve babasının hayattayken kendisine pek ilgi göstermediğini paylaşmıştı. Harold’un dizimini yaptığımızda, büyükbabasının (babasının babası), birkaç yıl boyunca Birinci Dünya Savaşının ön cephelerinde savaştığını ve insanlık dışı şartlarda yaşayarak dehşetli ölümlere tanık olduğunu öğrendik. Dizimde de ailesinden uzağa, ölülerin, birlikte savaşırken ölen silah arkadaşlarının yanına gitmek istedi. Harold’un temsilcisi, büyükbabasının acısına tanık olup savaşta ölenleri onurla andığında, büyükbaba oğluyla torununa ilk defa baktı. Bunun üzerine baba da kendi oğlu olan Harold’a döndü. Bu hareketten önce baba, kendi babası gibi ölüme yoğunlaşmış ve çocuğuna bakmamıştı. Gördüğümüz gibi, savaş kurbanları akraba olmamalarına rağmen aile sistemi üzerinde güçlü bir etkiye sahip olabilirler. Bu örnekte, büyükbabayla silah arkadaşları arasındaki güçlü bağ, ölmüşlerin, hatırlanmayı bekleyen dışlanmış “aile bireyleriyle” aynı etkiye sahip olmalarına neden olur. Psikoterapi, kendimizde reddettiğimiz parçalara yönelmemizi nasıl sağlıyorsa, Aile Dizimi de geçmişte unutulmuş kişilere yönelmemizi sağlayarak aile sistemimize ait olanlara açılmamıza yol açar. Onları şimdi, bu anda hatırlamalı ve yüreğimizde hak ettikleri yeri vermeliyiz. Aile geçmişinde unutulan kişiler genelde alışılmışın dışında kaderleri olanlardır. Sıra dışı durumlarda acı çekmiş, genç ölmüş, intihar etmiş, suç işlemiş ya da şiddete maruz kalmış kimselerdir. Bazen günah keçisi, bazen çapkın, bazen de kaçak olmuşlardır. Haklarında konuşmamayı tercih ettiklerimizdir. İşte özellikle bu haklarında konuşmamayı tercih ettiklerimiz hatırlanmak ister. Hatırladığımızda, genellikle arada kötü duygular, dargınlıklar olmadığını ve bize iyi temennilerde bulunduklarını görürüz. Bu hatırlama aile içinde iyileşmeye neden olur.
Aşağıdaki örnekte ölmüş bir kişinin nasıl dua sunduğunu göreceğiz: İtalyan danışan Rosella’nın anneannesi, ilk çocuğunu, yani Rosella’nın büyük teyzesini doğum sırasında kaybetmişti. Teyze ailede unutulmuştu. Dizimde Rosella, kendisi, annesi ve anneannesi için seçtiği temsilcileri yüzleri aynı yöne dönük ve birbirlerini göremeyecekleri şekilde yerleştirdi. Bu yerleştirme aile sisteminde birinin eksik olduğunu gösterir. Eksik kişinin büyük teyze olduğunu varsayıp aynı yöne bakan üç kadının önüne teyze için bir temsilci yerleştirdik. Rosella’nın temsilcisi bir anda rahatladı, teyzesini gördüğüne memnun olmuştu. Teyzenin ölmüş olduğunu belirtmek için yere uzanmasını istediğimizde Rosella da gidip onun yanına uzandı. Bu da teyzesiyle arasında güçlü bir bağ olduğunu göstermekteydi. Rosella’nın temsilcisine ayağa kalkıp annesinin yanına gitmesini söyledim. Bunun üzerine anneanne ölü kızına yaklaştı. Anneanne yaşadığı kaybın acısını hissederek ağlamaya başladı ve diz çöküp Rosella’nın teyzesini kucakladı. Bu hareket dizimdeki herkese dokundu, herkes rahatlamıştı. Çözüm için kadınları düzene göre yerleştirdim: Önce anneanne, sonra teyze, ardından Rosella’nın annesi ve
son olarak da Rosella’nın kendisi (bu noktada Rosella temsilcisiyle yer değiştirdi). Ardından anneanneden ilk çocuğu olan teyzeyi, ikinci çocuğu olan Rosella’nın annesine şu cümleyle tanıştırmasını istedim: “Bu senin ablan. Çok erken gitti. O birinci, sen ikincisin.” Teyze ile Rosella’nın annesi, iki kız kardeş birbirlerine sevgiyle baktılar. Anne, “Seni gördüğüme ve ablam olmana sevindim. Kalbimde hep bir yerin olacak” dedi ve Rosella’yı göstererek ekledi: “Bu benim kızım, lütfen ona dostça bak.” Rosella önce anneannesinin, sonra da teyzesinin önünde saygıyla eğildi ve “Sevgili teyze, ben senin yeğeninim, lütfen duanı eksik etme” dedi. Teyze şefkatle gülümsedi. Sonra Rosella annesine bakarak, “Sevgili anne, ablanın kalbimde bir yeri var. Onu ne kadar özlediğini biliyorum. Benimle kaldığın için teşekkür ederim” dedi. Rosella ile annesi kucaklaştılar, dizim bu şekilde son buldu. Görüldüğü üzere, hak ettiği yerde hatırlanmayan ölmüş bir aile bireyinin, tüm aile üzerinde güçlü bir etkisi vardır. Anneanne ilk çocuğunun yasını tutmamıştır. Belki de onu kaybetmenin acısıyla başa çıkamamıştır. Bilinçdışı bir şekilde peşinden ölüme gitmek ister. Böyle durumlarda Rosella’da da gördüğümüz gibi, aileye sonradan katılan çocuk, “Senin yerine ben giderim” der. Bunun olası bir sonuçlarından biri olarak Rosella yaşamı dolu dolu yaşamak yerine bir ölü gibi yaşayabilir. Ölü teyze dizime dahil edilip yası tutulunca bir şey tamamlanır ve teyze Rosella’yı kutsar. Rosella bunun üzerine geçmişi peşinden sürüklemeksizin yaşamada daha özgür olacaktır. Dizimde kullandığımız cümleler, kayıp kişiyi şükranla hatırladığımızı ve aile düzenine saygı gösterdiğimizi ifade ederek çözüme katkıda bulunurlar. Bu örnekte bütün kilitlenmenin kaynağı, büyükanne ile ilk çocuğu arasındaki çözümlenmemiş sevgi bağı idi. Ölmüşlerden aldığımız duaları olumlu ve güç vericidir. Onları içtenlik ve açık yüreklilikle hatırladığımızda onlar tarafından da tanınır ve kendimizi rahatlamış, korunmuş ve desteklenmiş hissederiz. Onları hatırlamadığımız veya yaşamımızdaki önemlerini anlayamadığımızda bize verebilecekleri destekten mahrum kaldığımız gibi onlara da tutsak oluruz. Kolektif vicdanın etkisi altında onların kaderleriyle özdeşleşir ve kendi yaşam hedeflerimize yönelemeyiz.
Ölmüşleri Bırakamamak
Ölümü yüreğimizi dağlayan birini unutmayı seçmek acıdan kaçma çabamızın en yaygın şeklidir. Ancak bazılarımız bunun tam tersi bir yol izlerler. O da ölen kişinin anısına sıkı sıkıya sarılmaktır. Bu da oldukça yaygın bir davranış biçimidir. Bize acı vereni kolaylıkla hatırlıyorsak, onu unutamayarak yaşanılanın doğal bir şekilde sonlanmasına izin vermiyoruz demektir. Buna örnek olarak sürekli yasta olan aileleri gösterebiliriz. İngiltere Kraliçesi Viktorya’nın tarihe geçen yası buna iyi bir örnektir. Kocası Prens Albert’in ölümünden sonra yaşamı boyunca karalar giymiş ve çocuklarını da bu şekilde giyinmeye zorlamıştır. Kendimizi ölen hakkında durmadan konuşurken, onu yüceltirken ya da ona övgüler dizerken buluyorsak benzer bir davranış içindeyiz demektir. Aile sisteminin genç kuşakları bu şekilde davranırsa bir anlamda saygısızlık etmiş olurlar. Bu davranış kolektif vicdanı ihlal eder. Kaybedilen kişi bizden önce gelmiştir ve başına gelen kendi kaderidir. Onu kaybetmiş olmamız ona sahip olduğumuz anlamına gelmez. Yaşamının sonu tamamen kendine aittir ve ailenin genç bireylerinin bu işe karışmaya hakları yoktur. Ölmüşleri unutamayanlar, onların aile sistemindeki önemlerinin ve yerlerinin farkında olabilirler ama buna rağmen onları huzur içinde bırakamazlar. Ölmüşlerin dikkatini çekmenin pek çok yolu vardır; zamanında
onları hak ettikleri şekilde sevemediğimizi düşünüp gittiklerinde sevgimizi abartmak; bizi geride bıraktıkları için bize borçlu olduklarını düşünmek; bize acı vermek için öldüklerini düşünüp onlara kızgın olmak bunlardan bazılarıdır. Ancak dizimlerde tekrar tekrar ölmüşlerin kendi kaderleriyle barışık olduklarını ve arkamızdan dualarını eksik etmediklerini görürüz. Sorun onların tarafında değildir. Sadece biz, soyun devamını sağlayan bizler, yaşamla aynı fikirde değilizdir.
Kendi Önemini Abartmak
Geçmişten kurtulamamamızın en yaygın nedenlerinden biri sorumluluk duygusudur. Sanki sevdiğimizin ölüm nedeni bizimle doğrudan bağlantılıymış gibi ölümlerinden kendimizi sorumlu tutarız. Örneğin bebeği zatürreeden ölen bir anne, çocuğunu hastalıktan korumada yetersiz kaldığını düşünür. Suçluluk hisseder ve başka türlü davransaydı çocuğunu ölümden kurtarabileceği düşüncelerine kapılır. Kendimizi sorumlu ve suçlu hissederek, farklı bir sona ulaşmanın kendi ellerimizde olduğu izlenimine kapılırız. Olanın gerçekliğini kabul etmek yerine kendimizi suçlayarak işkence çektiririz. Anne, bebeğini
sevgi ve şükranla hatırlayarak yaşamına devam etmek yerine, kendi acısına ve suçluluk duygusuna odaklanıp ölmüş bebeğiyle bağını korur. Bu devam ederse diğer çocuklarını göremez hale gelir. Tüm ilgisi, yanı başında oynayan hayattaki çocukları yerine ölmüş çocuğuna yönelmiştir. Bu senaryonun daha az belirgin bir başka boyutu vardır: Anne, çocuğunun ölümünden dolayı kendini suçlama noktasında takılıp kaldığında, sadece kendi kaderine değil, bebeğinin kaderine de müdahale etmiş olur. Bebeğine, kendinden bağımsız bir varoluş tanımaz, onun kendine özgü bir kaderi olduğunu kabul etmez. Bebeğini kendisinin uzantısı, kaderini de kendisininkiyle bir olarak görür. Söz konusu bir bebek olduğunda annenin böylesine bir özdeşleşme yaşamasını anlamak nispeten daha kolaydır. Ne de olsa bebek ana rahminden yeni ayrılmıştır. Ancak aynı davranışın ölmüş bir ablaya veya kocaya gösterildiğine de tanık oluruz. Kişi aynı yoğunlukta bir suçluluk yaşayabilir, ancak ölenlerin bağımsız bir kadere sahip olma haklarını göz ardı etmiş olur. Bunun bir örneğiyle kısa süre önce yaptığım bir dizimde karşılaştım. Danışan kadının kız kardeşi toplama kampında öldürülmüştü. Danışan, tüm yaşamı boyunca kendisi hayattayken kız kardeşinin ölmüş olmasından suçluluk ve sorumluluk duymuştu. Şimdi bu davranış ne anlama gelir? Öncelikle danışanın, olayların daha farklı sonuçlanabileceğini düşündüğünü gösterir; başka türlü davransaydı kardeşi belki de hâlâ hayatta olurdu. Oysa bu hiç gerçekçi bir düşünce değildir; yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kendini sorumlu tutmanın ikinci anlamı, kardeşini kaybetme acısıyla yüzleşmemesidir. Üçüncü anlamı, bu şekilde kardeşinin kaderine müdahale etmesidir. Kardeşinin kaderinde ölmek, kendi kaderindeyse yaşamak vardır. Suçluluk duyarak kendini yaşamdan alıkoyar ve hem kendi hem de kardeşinin kaderine saygısızlık etmiş olur. Dördüncü anlamı ise kendi çocuklarına tam bir annelik yapamayacak kadar meşgul olmasıdır. Kendi kardeşinin öldürüldüğünü görmek hiç şüphesiz son derece yıkıcı bir deneyimdir. Belki de hiç kimse böylesine bir deneyimden sonra yaşamını normal bir şekilde sürdüremez. Acı verici, yaşamanın zor, suçluluk duymanın ve kadere isyan etmenin kolay olduğu bir durumdur. Ancak şu bir gerçek ki, hepimizin kendi zamanımızda, kendi özgün yolumuzda ilerlemek ve bunu ölmüş sevdiklerimize takılıp kalma kilitlenmesi olmaksızın yapmak zorundayız. Bağımlılıklarımızın arkasındaki süreci anlamak onlardan özgürleşmemizin ilk adımıdır.
Doğum Sırasında Ölüm
Dizimlerde en güçlü etkiye sahip olaylardan biri annenin doğumda ölümüdür. Etkisi birkaç kuşak sürebilir. Annenin ölümü kolektif vicdan tarafından neredeyse cinayetle bir tutulur. Anneyi hamile bırakan onu öldürmüş gibi algılanır. Evet, anneyle sevişerek ve onu hamile bırakarak ölümüne giden yolu başlatmıştır, ancak sonuç bu olsa da kasıtlı olarak yapılmamıştır. İlkel kültürlerde, kabileye yeni üyeler kazandırmakta kadının oynadığı rol, bu olayın kolektif vicdanda neden “suç” olarak algılandığının açıklaması olabilir. Genç ve doğurgan bir kadını kaybetmek kabilenin devamlılığı için bir tehlikedir. Kolektif vicdanın dahil etme ve denge taleplerini karşılamak için, aslında ortada bir suç olmadığı halde, genç kuşaktan bir aile bireyi, erkekleri veya çocuk yapmayı reddederek suçluluk duygusunu üstlenebilir. Çözüm gerçekte yaşanmış olanı ortaya koyup olan biteni bilinçli bir şekilde algılamamızdadır. Böylesine bir dizimde, doğum sırasında ölen annenin merkeze yerleştirilerek, onurlandırılması ve herkesin onun önünde saygıyla eğilmesi gerekir. Onu bu şekilde dahil edip hatırladığımızda hamile kalarak aldığı riske saygı göstermiş oluruz. Özellikle eski kuşaklarda doğumun bir ölüm kalım meselesi olmasına rağmen anne doğurmayı göze almıştır. Bu bakış açısı anneye itibar kazandırır. Ancak çoğu zaman bu yeterli olmaz. Kolektif vicdan
kocayı olaydan sorumlu tuttuğundan koca dışlanmış kalır. Kocayı dizime dahil ettiğimizde genç kuşaktan aile bireyleri ona bakmak ve onurlandırmak istemez, onu bir tehlike olarak algılarlar. Bu tutum gerçeğin yanlış yorumlanmasından kaynaklanır. Kolektif vicdanın güçlü olduğu kadar adil olmaktan uzak ve kör olduğunu da görürüz. Çözüm, hayatını kaybeden kadınla kocasının yüzleşmesiyle aralarındaki sevginin ortaya çıkmasında yatar. Bu sevgiyi görmek herkesi etkiler. Kadın yaşamını, erkekse karısını ve bazı durumlarda çocuğunu kaybetmiştir. Kayıplarını birbirleriyle paylaşırlar. Arada sevgi vardır, risk vardır ve annenin ölmüş olduğu gerçeği vardır. Bu açığa çıkarıldığında ve özellikle kendilerinin de aynı sevgi aracılığıyla yaşama geldiklerini anladıklarında, yeni kuşak yaşanandan güç kazanır. Günümüzde doğum sırasında ölüm nispeten azalmışsa da çocuklar annelerini genç yaşta kaybedebilirler ve bu onlar için bir yıkımdır. Annenin çocuklukta kaybedilmesi, hayatta deneyimlene-bilecek en ağır olaylardan biridir. Özellikle de yaşanılan acı, zihnin bilinçaltı katmanlarına itilip bilinçli akıl tarafından “unutulduğundan”. Bu konuyu gelecek bölümde ele alacağız.
Gerçek İnsanlar, Gerçek Olaylar
Dizim sırasında ölmüşlerin temsilcileri, danışanın geçmişindeki kanlı canlı insanları mı, yoksa onun zihnindeki anılarını mı temsil ederler? Aynı soru danışanın hayatta olan aile bireyleri için de geçerlidir. Söz konusu kimselerin hiçbiri fiziksel olarak odada olmadıklarına göre gerçekten burada mıdırlar? Kolektif vicdan, ölüyle yaşayan arasında bir ayrım yapmaz. Dizim sırasında, ister ölü ister yaşayan birinin yerinde dursunlar, temsilcilerin aile sisteminden olanları temsil etmekle kalmayıp kolektif bir alan içerisinde onların ta kendisine “dönüştükleri” anlayışıyla hareket ederiz. Elbette canlandırdıkları ölülere benzeyip hortlaksı bir görünüme bürünmezler ama gizemli bir şekilde bu insanları yansıtırlar. Onların acılarını hissedip geçmişlerindeki gerçekleri sezerler; dışlanmış ve unutulmuş aile bireylerini hatırlayıp onları onurlandırarak kuşaklar arasında oluşmuş kilitleri çözme gücüne sahiptirler. Bu anlamda temsilciler gerçek insanlardır. Bu anlayış bir teori ya da varsayıma dayanmaz. Hellinger ve diğerlerinin deneysel gözlemlerine dayanır. Özetle, aile dizimlerinde hep gerçek insanlarla çalışırız. Bu insanlar bizim zihnimizde yer alıyor olabilirler ama onlar birer hatıradır, düş ürünü değil.
Bilinç-dışının hayal ve fantezileriyle uğraşmayız. Gerçek kişilerin zihnimizi etkilediklerini bilerek gerçek kişilerle ve zihnimizde iz bıraktığını bildiğimiz gerçek olaylarla çalışırız. Bu olaylar hakkında üretilmiş öykülerle ilgilenmeyiz. Danışanın olay hakkındaki düşüncesine ya da ana babasının ona “nasıl” ve “niçin” öyle davrandıklarına, haklı mı haksız mı olduklarına bakmayız. Yalnızca olayların kendileriyle ilgileniriz. Gerçek olaylar, zaman ve mekan içindeki yerleriyle bu çalışmanın ana malzemesidir. Gerçekten olmuş olanlar önemlidir. Dizim dinamiğini bizim gerçeklere ilişkin yorumlarımız veya yargılarımız değil, yalnız ve yalnızca gerçeklerin kendisi etkiler. Dizimde ortaya çıkan duygular gerçek olayların sonucudur. Burada uygulayıcının duygular konusunda sorması gereken soru şudur; danışan, olayla yüzleşip duygusal ifade yoluyla olayı aşarak çözüme doğru mu ilerliyor, yoksa acıdan korunmak için duygularının arkasına mı saklanıyor? Birincil duyguyla ikincil duygu arasındaki fark budur. Birincil duygu yaşandığında kişiyi güçlü kılar; ikincil duygu ise onu zayıf düşürür. Bu konuya 21. Bölümde tekrar değineceğiz. Görüşme sırasında duygularını susmak bilmeden ifade etmek isteyen katılımcılar, çoğunlukla bir şeyi değiştirmektense konuşmak isteyenlerdir. İçinde bulundukları durum hakkında kendi yorumları vardır ve
teorileriyle inançlarının bozulmasını istemezler. Yaşadıkları olayın can alıcı noktası uzun analizlerin içinde kaybolup gider. Örnek verecek olursam; büyükbabası İkinci Dünya Savaşında bir toplama kampında öldürülmüş bir danışanla çalışmıştım. Dizim öncesindeki konuşmamızda, büyükbabasının ölümünün onda derin bir acıya neden olduğuna dikkatini çekmeme rağmen, babasıyla aralarında olan biteni anlatmaktan ve babası hakkındaki şikayetleri dile getirmekten kendini alamıyordu. Büyükbabasına olanın gerçekliğiyle yüzleşmemek için konuyu başka yerlere çekerek babası için taşıdığı acıyı da hissetmekten kaçınıyordu. Oysa büyükbabasının ölümünün sade gerçeğiyle yüzleşmesi yalnızca acıyı değil, babasına duyduğu derin sevgiyi de ortaya çıkaracaktı. Ona, babasına duyduğu öfkeye yoğunlaşma ve analiz etme döngüsünden kurtularak büyükbabasının başından geçene yoğunlaşmasını ve diğer hikayelerin tümünü unutmasını önerdim. Çoğunlukla hikayelerin amacı terapistin kafasını karıştırarak devre dışı bırakmaktır. Diğer bir deyişle acıdan ve rahatsızlıktan korunma çabasıdır. Bu yüzden Aile Diziminde katılımcılardan ailedeki önemli olayların farkına varmalarını ve üzerlerindeki etkilerini hissetmelerini isteriz.
Bazen de Ölmüşler Hayattakilerden Öğrenirler
Şimdiye kadar gördüğümüz tüm vaka örneklerinde, hayattaki-lerin ölmüşlerden öğrenmeleri gerekenlere değindik. Dersimizi tam olarak içselleştirip şifaya kavuşmamız için öncelikle ölmüşlerimize borcumuzu ödememiz gerekir. Aile Diziminde bunu gerçekleştirerek geçmişe ait yüklerimizin bir bölümünü bırakıp yaşamımızda daha özgürce ilerleyebiliriz. Bunun için, ölmüş kişinin temsilcisini dizime yerleştirip, yaşayan kişinin onunla göz göze gelmesini sağlarız. Bazen de, daha önce bahsettiğimiz gibi, ölenin önünde saygıyla eğilip onu sevgiyle hatırlamak gerekir. Bu genelde yeterlidir. Ölen kişi kendini hatırlanmış, onaylanmış hisseder ve bir şeylerin tamamlanmasından tatmin duyar; bakışı sevgi ve şefkatle dolar. Kimi zaman da yaşayanı kutsamak ister, bu durumda da hayatta olan ölmüş olandan bir şey almış olur. Bazı durumlarda “Artık huzura erdim” ya da “Seninle gurur duyuyorum” veya “Senin kendi yaşamını yaşamanı istiyorum”, hatta “Lütfen benim yaşadıklarıma burnunu sokma” benzeri mesajlar verebilir. Böylelikle yaşayan kişi ölüden bir şey öğrenmiş olur. İçinde bir şeyler değişir ve huzurla dolar. Bazı durumlardaysa bu dinamik tam tersine işler. Ölmüş, yaşayandan öğrenir. Özellikle kaza sonucu ve ani ölümlerde buna rastlarız. Bu durumlarda ölmüş olan kişi öldüğünün farkında olmayabilir. Sanki hâlâ yaşıyormuş gibi davranır ve hayalet gibi olur. Yaşayan birinin çevresinden ayrılamaz ve yaşayan kişi onu hisseder. Paul, çocukken yaşadığı tekne kazasında erkek kardeşini kaybetmiştir. Artık bir yetişkin olmasına rağmen kardeşinin varlığını hâlâ yanında hisseder. Kardeşini dizime yerleştirdiğimizde kendisini bir ölü gibi hissetmediğini ve sanki hâlâ hayattaymış gibi ağabeyi ile iletişim kurmaya çabaladığını görürüz. Ağabeyine çok bağlı olduğunu anlarız. Bu durumda ölü kardeşe ölmüş olduğunu hatırlatırız. Paul, dizimde kardeşine “Sen benim kardeşimsin ve bir kazada boğuldun. Sen öldün, ben yaşıyorum” cümlesini söyler. Ölü kardeş bunu duyduğu anda bir rüyadan uyanırcasına, Paul’ün kurtulduğunu, kendisinin öldüğünü ve artık beraber olmadıklarını fark eder. Bu sıra dışı örnekte, ölmüş, yaşayanların dünyasına değil, ölülerin dünyasına ait olduğunu anlamalıdır. Bunu anladığında hem ağabey hem de kardeş birbirlerini bırakırlar. Gerçeğin onaylanması ve hayalin son bulmasıyla iki taraf da rahatlar. Ölmüşlerle hayatta olanlar ayrı boyutlara ait olsalar da kolektif vicdandan eşit etkilenirler. Bazen yaşayanlar ölmüşleri unuturlar. Bu durumda ayrı boyutlarda olduklarını unutmadan onları bilinçlice hatırlamaları gerekir. Daha nadir olsa da, bazen de ölmüşlere artık yaşayanların dünyasında var olmadıklarını hatırlatmak gerekir. Bu şekilde ölünün ölmesine izin verilmeli, yaşayan kişi de hayatının dizginlerini eline alarak dolu dolu yaşamalıdır.
Svagito R. Liebermeister
Kaynak: Sevginin Kökleri