Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sının kahramanı Raskolnikov iki ay boyunca yataktan çıkmaz, tasarladığı suçu işlesin mi, işlemesin mi diye düşünür durur. Kafasının içinde şu düşünce dönüp dolaşır hep: “Napolyon muyum, yoksa bir bit mi?” Suç işleyenler kendi kendilerini aldatır, bu tür hayallerle kendilerini şevk ve gayrete getirirler. Oysa gerçekte her suçlu bilir ki yaşamın yararlı tarafında bulunmamaktadır; beri yandan, yaşamın yararlı tarafının neresi olduğunun da farkındadır.
Suç, kahramanlığın bir korkak tarafından taklit edilmesinden başka şey değildir
Bireysel psikoloji sayesinde giderek bütün değişik insan tiplerini anlayabilecek düzeye ulaşıyoruz; nihayet bu tipler arasında o kadar da büyük bir fark yoktur. Aynı tür başarısızlık, sorunlu çocuklarda, nevrozlularda, psikozlularda, canlarına kıyanlarda, alkoliklerde ve cinsel sapıklarda olduğu gibi, suça yönelik kişilerde de karşımıza çıkıyor. Bütün bu saydığımız insanlar yaşamın ödevleriyle yüz yüze geldiklerinde işin altından kalkamıyor, hepsi de belirli bir noktada başarısızlığa uğrayıp gereken toplumsallık duygusuyla davranmasını beceremiyor, diğer insanları pek umursamıyorlar. Ama bu noktada bile, sanki öteki insanlarla bir karşıtlık oluşturuyorlarmış gibi kendilerini ayrı bir grupta toplayamıyoruz. Hiç kimse kusursuz bir işbirliğine ya da kusursuz bir toplumsallık duygusuna örnek gösterilemez; suça yönelik kişilerin bu konudaki başarısızlığı, genel başarısızlığın ciddi boyutlara ulaşmış bir şeklidir, o kadar.
Suça yönelik kişileri anlayabilmemiz için bir diğer noktayı göz önünde tutmamız gerekiyor; ama bu noktada da bizler nasılsak onlar da öyledir. Hepimiz, karşılaştığımız sorunların üstesinden gelmek isteriz. Hepimiz de uzaklarda bulunup bize güç, üstünlük ve kusursuzluk bağışlayacak bir amaca varmak için çaba harcarız. Profesör Dewey, bu eğilimi çok doğru bir şekilde “güvenlik çabası” diye niteler, bazıları da “yaşamını sürdürme içgüdüsü” der buna. Nasıl bir ad verirsek verelim, her insanda bu büyük etkinliği görür, alttaki bir konumdan üstteki bir konuma yükselme, yenilgiden kurtulup zafere ulaşma, aşağıdan yukarıya tırmanma savaşına tanık oluruz. Söz konusu savaş çocukluğumuzun başından başlayıp yaşamımızın sonuna kadar sürüp gider. Yaşamak demek, bu gezegen üzerindeki varlığımızı sürdürmek, engelleri yenip güçlüklerin üstesinden gelmek demektir. Dolayısıyla suça yönelik kişilerde de bu eğilimle karşılaşmak bizi şaşırtmamalıdır. Suça yönelik kişi üstünlüğü ele geçirmek, karşılaştığı yaşamsal ödevleri çözmek, güçlükleri yenmek için sürekli uğraşıp didindiğini bütün tutum ve davranışlarıyla gözler önüne serer. Onu diğer insanlardan ayıran, böyle bir eğilimin yokluğu değil, eğilimin izlediği yöndür. Toplum içinde yaşamanın gereklerini kavrayamadığını ve diğer insanları umursamadığı için onun böyle bir yöne saptığını bildik mi, suça yönelik kişinin davranışlarını doğal karşılamamamız için hiçbir neden kalmaz.
Bu noktayı önemle belirtmek isterim; çünkü bazıları duruma başka türlü bakar, suça yönelik kişileri istisna varlıklar olarak görür, herkes gibi insanlar olarak asla kabul etmezler. Örneğin, bilim insanlarından bazısı suça yönelik kişilerin geri zekâlı sayılacağını ileri sürer. Bazı bilim insanları da vardır, kalıtımın bu konuda kesin rol oynandığına inanır, suça yönelik kişinin doğuştan kötü olduğu, suç işlemeden duramayacağı görüşünü benimser. Bazıları ise suça eğilimin çevresel koşullardan kaynaklandığını ve buna karşı herhangi bir şey yapılamayacağını, bir kez suç işleyenin ömür boyu suç işleyeceği tezini savunur. Pek çok karşı neden ileri sürerek bütün bu görüşlerin doğru sayılamayacağını ortaya koyabiliriz kuşkusuz. Ayrıca şunu unutmamalıyız ki söz konusu görüşleri benimsersek suç sorununu bir ölçüde memnunluk verecek gibi çözümleme umudundan el çekmemiz gerekir. Oysa bizim amacımız içinde yaşadığımız dönemde bu beladan kurtulmaktır. Tarihten bildiğimiz kadarıyla suç her zaman insanlığın başına bela kesilmiştir. Ama şimdi bu belaya karşı bir şeyler yapmak durumundayız. “Her şey kalıtımdan kaynaklanıyor, buna karşı elimizden pek bir şey gelmez” diyerek sorunu bir kenara itmekle yetinemeyiz.
Ne çevrenin, ne de kalıtımın insanları suç işlemeye zorladığı doğrudur. Aynı aileden gelip aynı çevrede yetişen çocukların birbirinden değişik doğrultularda geliştiğini görebiliriz. Bazen tertemiz bir isme sahip bir aileden suça yönelik bir kişi çıkabilir. Buna karşılık pek kötü ün yapmış olup pek çok üyesi hapishaneler ve ıslahevleriyle tanışmış bir aileden sağlam karakterli, davranışlarına kusur bulunamayacak çocukların çıktığı görülür. Bu bir yana, suça yönelik kişiler sonradan değişip düzelebilmektedir. Azılı bir hırsızın otuz yaşından sonra iyi bir vatandaş olarak yaşamını sürdürmesini açıklamakta, şimdiye kadar pek çok kriminal psikolog zorluk çekmiştir. Suça eğilim doğuştan bir özür oluşturuyor ya da çevre koşullarıyla bireyin içine bir daha sökülüp atılamayacak gibi yerleştiriliyorsa, böyle bir şeye hiçbir zaman akıl erdiremeyiz. Oysa biz, kendi bakış açımızdan bunu pekâlâ anlayabilmekteyiz. Belki söz konusu kişi daha olumlu bir konumda bulunmaktadır; üzerindeki baskı eskisine göre hafiflediğinden yaşam üslubundaki hatalar önceki gibi su yüzüne çıkmamaktadır. Ama belki de söz konusu kişi istediği şeyi elde etmiştir. Ve nihayet yaşlanıp şişmanlamıştır belki, hırsızlık mesleğini eskisi gibi beceriyle yürütebilecek durumdan çıkmıştır, elleri ve kolları esnekliğini yitirmiştir, örneğin bir yere tırmanmakta zorlanmaktadır, evlere ve dükkânlara girmek kendisi için pek zahmetli bir iş haline gelmiştir.
Sözüme devam etmeden suça yönelik kişilerin akıl ve ruh hastası sayılacağı düşüncesinin temelden yoksunluğunu belirtmeliyim. Suç işleyen psikozlular varsa da bunların işlediği suçlar tümüyle değişik türdedir. Bu gibi kişilerden hesap sormaya hakkımız yoktur çünkü asla gereği gibi anlaşılmamış ve düpedüz yanlış tedavi görmüş kişilerdir bunlar. Aynı şekilde geri zekâlı suçluları da bir yana bırakmamız gerekiyor çünkü bir maşadan başka şey değillerdir. Gerçekten suça yönelik kişiler, suçu kafalarında planlayıp tasarlayanlardır. Bunlar girişilecek eylemin sağlayacağı kazançları allayıp pullayarak anlatır, geri zekâlıların hayal gücünü ya da iştahını kamçılarlar. Daha sonra kendileri gizlenir, suçun işlenmesini ve yakalanıp cezaya çarpılma riskini kurban olarak seçtikleri kimselere bırakırlar. Genç insanların yaşlı ve deneyimli suçlular tarafından kötü eylemlere alet edilmesinde de aynı durum söz konusudur. Suçu planlayan deneyimli suçlulardır, çocuklar kandırılarak planlanan suçu işlemeye yöneltilir.
Ama biz yine daha önce değindiğim o büyük etkinlik çizgisine dönelim; öyle bir çizgi ki bu çizgiyi izleyerek suça yönelen her kişi, ayrıca diğer insanlardan her biri zafere kavuşmak, başkalarına kesinlikle üstünlük sağlamak için uğraşıp didinir. Saptanan amaçlarda pek çok ayrım ve çeşitleme görülür. Suça yönelik kişinin harcadığı çaba kişisel üstünlüğü amaçlar, varılmak istenen amaç başkalarına hiçbir yarar sağlamaz. İşbirliği diye bir şey bilmez suça yönelik kişi. Toplum, üyelerinden birbirlerine yararlı olmasını, işbirliği içinde çalışmasını ister. Suça yönelik kişinin amacında ise toplum yer almaz, bu da suç işlemeyi meslek edinmiş kişilerin başta gelen özelliğidir. Daha sonra bunun nasıl ortaya çıktığını göreceğiz. Şimdi şu kadarını söyleyeyim ki suça yönelik kişiyi anlamakta en önemli hareket noktamız, toplumsal işbirliği eksikliğinin kapsam ve boyutlarıdır. Suça yönelik kişiler, toplumsal işbirliğine yatkınlık derecesine göre birbirlerinden ayrılırlar. Bazılarında işbirliği konusundaki yetersizlik ötekilerden daha azdır. Örneğin, bazıları küçük suçlar işlemekle yetinir, asla bu sınırların dışına çıkmaz. Bazıları ise ağır suçları yeğler. Bazıları önderlik rolünü üstlenir, bazıları da peşlerinden gider onların. Suça yönelikliğin bu çeşitlemelerini, tek tek her suçlunun özel yaşam üslubunu adamakıllı incelemeden anlayabilmemiz olanaksızdır.
Bir insan için tipik yaşam üslubu, o insanın çocukluğunun çok erken bir döneminde kurulup çatılır, ana hatları daha dört, beş yaşlarında belirginleşir. Dolayısıyla, yaşam üslubunu değiştirmenin kolay bir iş sayılacağını düşünemeyiz. Söz konusu olan, bir insanın öz benliğidir; kişi kuruluşu sırasında yaptığı hataları görüp anlamadıkça, bu benlikte herhangi bir değişikliği gerçekleştirmenin olanağı yoktur. Böylece pek çok kez cezaya çarptırılmış, rezil ve kepaze olmuş, aşağılanıp horlanmış, toplumun bireylerine sunduğu iyi ve güzel şeylerin tümünden yoksun bırakılmış sayısız suçlunun yine de ıslah olmayışının, aynı suçu işlemeyi sürdürüşünün nedenlerini yavaş yavaş anlamaktayız. Onları suça iten ekonomik zorluklar değildir. Darlık ve sıkıntı dönemlerinde, insanların sırtlarındaki yükün ağırlaştığı günlerde işlenen suçların sayısında artış görüldüğü çok doğrudur. Söz konusu sayının bazen buğday fiyatıyla doğru orantılı olarak arttığını istatistikler açıklamaktadır. Ama bu, ekonomik durumun suça yol açtığını kanıtlamaz. Daha çok bunu, ekonomik güçlüklerin pek çok insanın davranışına dar sınırlamalar getirdiğini, özellikle işbirliğine yönelik davranışlarda sınırlamaların kendini hissettirdiğini gösteren bir belirti saymak gerekir. Söz konusu dar sınırlar bir kez kendini açığa vurduğunda, insanlar artık toplum için bir şey yapamayacak duruma gelir. İşbirliğine eğilimin en son kalıntısını da elden çıkarır, kaçıp suça sığınırlar. Beri yandan pek çok gözlemimizden biliyoruz ki olumlu koşullarda suça yönelmeyen bir hayli insan vardır; ama beklenmedik güçlükler karşısında onların da suç işleyebildiklerini görmekteyiz. Önemli olan yaşam üslubudur, güçlüklere ve sorunlara yaklaşım biçimidir.
Bireysel psikolojinin, bütün bu deneyimlerden sonra pek yalın şu gerçeği saptayabiliriz. Suça yönelik bir kişi başkalarının esenliğini düşünmez ancak belli ölçüde başkalarıyla işbirliği yapabilir. Bu ölçünün sınırına vardığında, suç işlemeye yönelir hemen. Karşısına çıkan bir ödevi fazla ağır bulması durumundaysa söz konusu sınıra varmış demektir. Hepimizin önünde bekleyen, suça yönelik kişilerin çözmeyi başaramadığı yaşam sorunları üzerinde düşünmek bize çok şey öğretecek, yaşamda yalnızca toplumsal sorunların var olduğunu ve ancak başkalarıyla bir paylaşım duygusu içinde bunların üstesinden gelinebileceğini bize gösterecektir.
Bireysel psikolojinin ortaya koyduğuna göre, bütün yaşam sorunlarını üç kapsamlı grupta toplayabiliriz. Bunlardan biri insanlar arası ilişkiler, yani arkadaşlık sorunudur. Şimdi bu sorunla işe başlayalım. Suça yönelik kişiler bazen başkalarıyla arkadaşlık ve dostluk ilişkisi kurabilirlerse de bu kişileri yalnızca kendileri gibi olanlar arasından seçerler. Başkalarıyla birlikte çete oluşturabilir hatta birbirlerine gayet dürüst davranabilirler. Ama etkinlik alanlarını ne kadar daralttıkları hemen dikkati çeker. Suça yönelik kişiler bir bütün olarak toplumla yararlı bir ilişkiyi sürdüremez, normal insanlarla dostluk ve arkadaşlıklar kuramazlar. Kendilerine toplumdan dışlanmış kişiler gözüyle bakar, diğer insanlar arasında kendilerini bir türlü rahat hissedemezler.
Yaşam sorunlarının ikinci gurubu meslekle, iş güçle ilgilidir. Suça yönelik kişilere meslek konusunda ne düşündükleri sorulsa, o korkunç çalışma koşullarına ilişkin hiçbir şey bilmedikleri yanıtını vereceklerdir. Suça yönelik kişiler işe dehşet verici bir şey gözüyle bakar, başkaları gibi iş yaşamının güçlükleriyle savaşma isteğini duymazlar. Yararlı bir işte çalışıyor olmanın koşulu, başkalarıyla bir paylaşım duygusu içinde yaşamak, başkalarının mutluluğu için bir şeyler yapmaktır. Gelgelelim, bu noktada suça yönelik insanın kişiliğinde bir yetersizlikle karşılaşılır. Toplumsallık duygusundaki bu yetersizlik erken yaşta açığa vurur kendini; dolayısıyla, suça yönelik kişilerden büyük çoğunluğu iş dünyasının sorunlarının karşısına onları çözebilecek gibi bir hazırlıkla çıkamaz. Yine bu kişilerden büyük çoğunluğu, bir meslek sahibi olmayan yardımcı işçilerdir. Yaşamöyküleri geriye doğru izlendiğinde, gelişimlerinin okulda ve çoğu kez daha önceki bir dönemde birtakım engellere çarpıp aksadığı görülür. Başkalarıyla işbirliği yapmayı asla öğrenmemişlerdir. Oysa iş yaşamında başarı elde edebilmek için bunun öğrenilmesi ve pratikte uygulanması gerekir. İş yaşamının sorunları karşısında bocalamaları durumunda, bunun suçunu söz konusu kişilerin üzerine yükleyemeyiz. Böyle davranmamız, diyelim ki asla coğrafya dersi görmemiş bir öğrenciyi coğrafyadan sınava çekmek olur, yönelteceğimiz sorulara kendisinden ya yanlış yanıtlar alır ya da hiç yanıt alamayız.
Yaşam sorunlarının üçüncü gurubu ise, tümüyle sevgi ilişkilerini içerir. Olumlu ve verimli bir sevgi yaşamı, karşıdaki insanla paylaşmaya yanaşmadan, onunla işbirliği yapmak istemeden sürdürülemez. Islahevlerine kapatılan suça yönelik kişilerden pek çoğunun cinsel bir hastalığa yakalanmış durumda olması anlamsız değildir; bu kişilerin sevgi sorunundan kendilerine rahat bir çıkış yolu aradıklarını gösterir. Suça yönelik kişiler, sevgi ilişkisinde karşı tarafa yalnızca sahip oldukları bir mal gözüyle bakarlar. Çoğunlukla bu kişilerin sevginin satın alınabileceğine inandıkları görülür. Cinsel yaşam böyleleri için kazanılıp ele geçirilecek bir nesne gibidir. Sevgide karşı taraf bir hayat arkadaşı değil, sahip olunan bir nesnedir. “İstediğim her şeyi ele geçiremedikten sonra yaşamanın ne yararı var bana?” diye sorar pek çok suça yönelik kişi.
Şimdi bu kişileri tedaviye nereden başlayacağımızı görebiliriz. Yapmamız gereken, onları işbirliği konusunda eğitmektir. Onları kısa yoldan ıslahevlerine kapatarak fazla bir şey elde edemeyiz ama serbest bırakmak da toplum açısından sakıncalıdır ve zamanımızın koşullarında söz konusu olamaz. Toplumun suça yönelik kişilerden korunması gerekmektedir ama iş bu kadarla bitmiyor kuşkusuz. Suça yönelik kişiler toplum içinde yaşamanın gerektirdiği hazırlığı edinememişlerdir; böyle bir durumda “Bu insanlar için ne yapabiliriz?” diye düşünmemiz gerekiyor. Tüm yaşamsal sorunlarda işbirliğinin yetersizliğinin önemi küçümsenecek gibi değildir. Günlük yaşamımızda her an işbirliği duygusuyla davranmak zorundayız; içimizdeki bu duygunun ne ölçüde güçlü sayılacağı, daha bakışımızda, konuşmamızda ve dinleyişimizde açığa vurur kendini. Gözlemlerim doğruysa, suça yönelik kişiler başka insanlardan daha değişik şekilde bakar, konuşur ve dinlerler. Kendilerine özgü bir dilleri vardır ve bu yüzden zekâları gereği gibi gelişememiştir. Bizler konuştuğumuzda, herkesin bizi anlamasını isteriz. Anlamanın kendisi toplumsal bir sorundur; sözcüklere herkesin anlayabileceği anlamlar yükler, herkes bu sözcükleri nasıl anlıyorsa biz de öyle anlamaya çalışırız. Oysa suça yönelik kişilerde durum değişiktir, bu kişilerin özel bir mantıkları, özel bir zekâları vardır. İşledikleri suçlara ilişkin açıklamaları bize böyle olduğunu gösterir. Aptal ya da geri zekâlı değillerdir; yeter ki kendilerini beğenmişliklerinden ve kişisel üstünlük amaçlarından onayımızı esirgemeyelim, olup bitenlerden çıkardıkları sonuçlara kusur bulmak güçtür. Suç işleyen bir kişi şöyle der örneğin: “Bir adam gördüm, göz alıcı bir pantolon vardı ayağında, benimse pantolonum yoktu, bu yüzden adamı öldürmeden duramadım.” Tüm isteklerinin önemli olduğunu ve geçimini topluma yararlı bir yoldan sağlamakla yükümlü bulunmadığını kabul edersek, vardığı sonucun yeterince akla yakınlığını itiraf etmemiz gerekir ama mantıkla bağdaşmayacak bir sonuçtur bu. Kısa süre önce Macaristan’daki bir mahkemede bir davaya bakılmıştı. Birkaç kadın pek çok kişiyi zehirleyerek öldürmüştü. Bu kadınlardan hapishaneye yollanan biri şöyle demişti: “Oğlum hastaydı ve haylazın biriydi. Ben de onu çaresiz zehirledim.” İşbirliği diye bir şeyden haberi olmadığına göre, başka da ne yapabilirdi kadın? Aptal biri değildir ama olaylara başka insanlardan değişik bir açıdan bakmaktadır, algı şeması başkalarınınkinden değişiktir. Hoşlarına giden bir şey görüp bunu rahat bir yoldan ele geçirmek isteyen suça yönelik kişilerin, düşman gözüyle baktıkları ve hiçbir alıp vereceklerinin bulunmadığı dünyanın elinden söz konusu nesneyi çekip almaları gerektiği sonucuna varmalarının nedeni artık anlaşılmıştır sanıyorum. Bu kişilerin hastalıkları, yanlış bir dünya görüşüne sahip olmaları, gerek kendi, gerek başkalarını değerlendirmede hataya düşmeleridir.
Ama işbirliği konusundaki yetersizliklerini gözden geçirirsek, bunun suça yönelik kişilerin en ilginç özelliği sayılamayacağını görürüz. Söz konusu kişilerin hepsi de korkaktır, çözüme ulaştıracak kadar kendilerini güçlü görmedikleri ödevlerden kaçmakta alırlar soluğu. İşledikleri suçlar bir yana, yaşam karşısındaki takındıkları tutum da korkaklıklarını gözler önüne serer. Ama bu korkaklığı işledikleri suçlar da açığa vurur. Karanlıktan ve çevrede kimselerin olmayışından yararlanarak eylemlerini gerçekleştirirler, hiç beklenmedik anda kurbanlarının tepesinde bitiverir, karşılarındakinin kendisini savunmasına fırsat vermeden silahlarına sarılırlar. Suça yönelik kişiler kendilerinin cesur olduklarını düşünürlerse de, bu bizi aldatmamalıdır; suç, kahramanlığın bir korkak tarafından taklit edilmesinden başka şey değildir. Suça yönelik kişiler kendini beğenmişlik karışımı bir kişisel üstünlük amacına ulaşmaya çalışır, birer kahraman olduklarına inanmaya bayılırlar. Ama bu da yanlış bir algılama şemasının ve kusurlu bir mantığın varlığını gösterir. Biz, söz konusu kişilerin korkak olduklarını biliriz; onlar bizim bunu bildiğimizi bilselerdi, büyük bir darbe olurdu kendileri için. Polisten üstün olduklarını düşünmek benlik ve gururlarını okşar, çoğu zaman şöyle geçirirler içlerinden: “Beni asla yakalayamazlar!” Ne yazık ki suça yönelik kişilerin eylemlerini konu alacak çok titiz bir inceleme, öyle inanıyorum ki bu kişilerin işledikleri bazı suçlardan yakayı ele vermeksizin kurtulduğunu ortaya koyacaktır, bu da hayli can sıkıcı bir durumdur. Gerçekten yakayı ele verdiklerinde şöyle düşünür bu kişiler: “Bu kez gafil avlandım ama bir dahaki sefer onları nasıl atlatacağımı bilirim.” Bir suç işleyip de ele geçirilemediler mi, kendilerini amaçlarına ulaşmış görür, bir üstünlük duygusuna kapılır, arkadaşları tarafında hayranlık ve takdirle karşılanırlar.
Suça yönelik kişinin cesaret ve akıllılığı konusundaki bu çok yaygın görüşü yıkmak zorundayız. Peki, ne zaman yapmalıyız bunu? Aile içinde, okulda ve ıslahevlerinde bunu gerçekleştirebiliriz. İleride bu işe en iyi nereden başlanacağını açıklayacağım; ilkin işbirliği duygusunun gelişimini aksatan koşulları biraz daha ayrıntılı ele almak istiyorum. İşbirliği duygusunun doğru dürüst gelişmeyişinin sorumluluğu bazen anne ve babanın kendisindedir. Belki anne çocuğunu kendisiyle işbirliği yapacak gibi eğitmenin üstesinden gelememiştir; belki kendisini hiç yanılmayan biri olarak görmüş, dolayısıyla bu konuda kimsenin yardımına başvurmamıştır. Ama belki annenin kendisi de yeterince işbirliği duygusuna sahip biri değildi. Mutsuz ya da kırık dökük evliliklerde işbirliği duygusunun doğru dürüst gelişemeyeceğini görmek zor değildir. Çocuğun kendi dışında bağlandığı ilk kimse annesidir; dolayısıyla belki anne çocuktaki toplumsallık duygusunun kapsamını babayı, diğer çocukları ya da büyükleri de içine alacak gibi genişletmek istememiştir. Ya da bir başka durum söz konusu olmuştur: Çocuk belki bir süre kendisini ailenin reisi olarak hissetmiş, üç dört yaşına bastığı zaman bir kardeşi dünyaya gelmiş, çocuk da bunu bir yenilgi gibi algılamış, kendisini eski yüce konumundan alaşağı edilmiş olarak görmüştür, annesiyle ve yeni doğan kardeşiyle barış içinde ve bir dayanışma duygusuyla yaşamaya yanaşmamıştır. Bütün bu saydıklarımız dikkate alınması gereken olasılıklardır; suça yönelik kişinin yaşamı geriye doğru izlendiği zaman, hatalı gelişimin erken çocukluk yaşantılarından kaynaklandığı görülür sıklıkla. Ortadaki olumsuzluğa çevresel koşullar yol açmamış, çocuk kendi konumunu yanlış değerlendirmiş, yanı başında da bu konumu kendisine gereği gibi açıklayacak bir kimseyi bulamamıştır.
Aile içindeki çocuklardan birinin örneğin pek yetenekli biri olup öne çıkmak istemesi, her zaman ayrı bir sorun oluşturur. Böyle bir çocuk ailenin dikkat ve ilgisini büyük ölçüde kendi üzerinde toplar, dolayısıyla yılgınlığa kapılan kardeşleri kendilerini haksızlığa uğramış, ihmal edilmiş görürler; işbirliği duygusuyla davranmaya yanaşmaz çünkü pek yetenekli kardeşleriyle rekabet etmek ister ama bunun için kendilerine yeterince güven duymazlar. Böylece gölgede kalan, sahip oldukları yeteneklerden nasıl yararlanacaklarını kimsenin kendilerine öğretmediği bu çocukların olumsuz yöndeki gelişimlerini çoğunlukla izleyebilir, içlerinden bazılarının suça yöneldiğini, bazılarının nevrozda ve intiharda soluğu aldığını görebiliriz.
İşbirliği duygusundan yoksun olarak okula gelen bir çocuğun davranışlarında bu yoksunluk, daha ilk günden başlayarak kendini belli eder. Böyle bir çocuk okuldaki diğer öğrencilerle arkadaşlık kuramaz, öğretmenleriyle doğru dürüst bir ilişkiyi sürdüremez; derslerde dikkatsizdir, söylenenleri dinlemez pek. Anlayışla kendisine yaklaşılmaması onu gerileten bir diğer neden oluşturur. Özgüven duygusu güçlendirilip başkalarıyla dayanışma içinde yaşamaya yöneltilecekken paylanıp azarlanır. Bu durumda derslerden hiç hoşlanmamasına şaşmamak gerekir. Allah’ın her günü cesaret ve özgüvenine yöneltilen yeni saldırılar karşısında okul yaşamından hiç zevk alamayacağı kuşkusuzdur. Yaşamöyküleri incelendiğinde, suça yönelik kişilerin on üç yaşında hâlâ dördüncü sınıfta okudukları ve kalınkafalılıkları yüzünden paylanıp azarlandıkları görülür. Bu da onların ilerideki tüm yaşamları için bir tehlike oluşturur, başkalarına karşı duydukları ilgi giderek azalır, ulaşmak istedikleri amaç günden güne yaşamın yararsız tarafına kayar.
Yoksulluk da yaşamın yanlış değerlendirilmesine yol açabilir. Yoksul bir ailenin çocuğu belki aile dışında toplumsal önyargılarla karşılaşır. Mensup olduğu ailenin üyeleri pek çok şeyden mahrum yaşar, üzüntü ve sıkıntılar yakalarını bırakmaz. Çocuk ailesinin sırtındaki yükü hafifletmek için belki daha küçük yaşta çalışıp para kazanmak zorunda kalır. Derken rahat bir hayat süren ve canlarının istediği şeyi para verip satın alabilen varlıklı insanlarla tanışır, bu kişilerin isteklerine kavuşmalarında kendilerinden daha çok hak sahibi sayılamayacaklarını düşünür. Yoksullukla savurganlık arasında belirgin ayrımların bulunduğu büyük kentlerde suça yönelik kişilerin sayıca çokluğunu anlamak güç değildir. Kıskançlıktan yola koyularak insanın yararlı bir amaç saptaması olanaksızdır; ne var ki söz konusu koşullarda yaşayan bir çocuk, durumu kolaylıkla yanlış değerlendirip üstünlüğe götüren yolun çalışmaksızın para kazanmak olduğunu düşünebilir.
Aşağılık duygusu organik bir yetersizliğin çevresinde de oluşabilir. Bu, benim yaptığım bulgulamalardan biriydi, dolayısıyla gerek nörolojide, gerek psikiyatride kalıtım kuramlarına giden yolu açmış olmanın suçu biraz da benimdir. Ama ben, bu tehlikeyi, daha başlangıçta, organ yetersizliği ve bunun ruhsal bakımdan dengelenmesi üzerine ilk yazımı kaleme aldığımda sezmiştim. Kabahat organizmada değil bizim eğitim yöntemlerimizdeydi. Kendilerini gereği gibi eğitebilsek, organsal bakımdan yetersiz çocuklar kendilerini düşündükleri kadar başkalarını da pekâlâ düşünürlerdi. Organ engelli bir çocuk ancak kendisine kimsenin yardım etmemesi ve başkalarına ilgi duymasını sağlayamaması durumunda salt kendisini düşünen birine dönüşür. Pek çok insan vardır, iç salgı bezleri gereği gibi çalışmaz; ama şunu özellikle belirteyim ki iç salgı bezinin normal işlevinin ne olduğunu kesinlikle söyleyecek durumda değiliz. Bu bezler, insanların kişilik yapısında herhangi bir olumsuzluğa yol açmaksızın değişik kişilerde çok değişik biçimlerde çalışabilir. Dolayısıyla, organ engelli çocukları da başkalarıyla işbirliği içinde yaşamaktan zevk alan iyi insanlara dönüştürmenin yolunu bulmak istiyorsak, organsal yetersizlik etmenini bir yana bırakmamız gerekiyor. Suça yönelik kişiler arasında bir hayli yetim çocuk yer almaktadır; bu çocuklarda işbirliği ruhunu uyandıramamış olmamız uygarlığımız için bir yüz karasıdır. Aynı şekilde evlilik dışı doğmuş pek çok çocuk vardır ki kimse çıkıp onların sevgisini kazanmamış ve bu sevgiyi sonradan başkalarının üzerine aktarmamıştır. İstenmemiş çocuklar sıkça kaçıp suça sığınır, hemen hemen kimsenin kendilerini istemediğini sezdiklerinde rahatlıkla bu yola başvururlar. Suça yönelik kişiler arasında çirkinlerin de sayısı oldukça yüksektir. Bu gerçek, suça yönelimde kalıtımın önemini gösteren bir kanıt sayılmıştır. Ama çirkin bir çocuk olmak ne demektir, düşünün bir! Çirkin çocuk pek olumsuz konumdadır. Belki yararlı ürünler ortaya koyamayan ya da toplumun önyargılarıyla savaşması gereken melez bir ırka mensuptur. Çocuk çirkinse, tüm yaşamı bir yük altındadır; hepimizin pek sevdiği o çocuksu sevimlilikten ve tazelikten yoksundur. Ama kendilerini doğru dürüst eğitmemiz durumunda bu çocuklarda da toplumsallık duygusunu geliştirebiliriz.
Ayrıca ilginç bir şey de suça yönelik kişiler arasında çoğunlukla olağanüstü yakışıklılıkta insanlara rastlamamızdır. Daha önce tanımladığımız tiptekileri, anomalilere yol açan –örneğin anomalili eller ya da tavşan dudak– kalıtımsal etkenlerin bir kurbanı gördük diyelim; peki, suça yönelik bu yakışıklı kişiler için ne diyeceğiz? Gerçekte bunlar da bir toplumsallık duygusunu geliştirmenin güç olduğu bir çevrede büyümüşlerdir; el bebek gül bebek yetiştirilmiş çocuklardır hepsi. Suça yönelik kişileri iki tipe ayırabiliriz. Tiplerin birinde dünyada arkadaşlık ve dostluk diye bir şeyin bulunduğunu bilmeyenler ve böyle bir şeyi asla yaşamamış olanlar yer alır. Başkalarına karşı soğuk davranan, onları yanlarına yaklaştırmayan kişilerdir bunlar; bakışlarında düşmanca bir ifade okunur, herkesi kendilerine düşman bilirler; hiçbir yerde, hiç kimseden takdir görmemişlerdir. Öbür tiptekiler ise şımarık yetiştirilmiş çocuklardan oluşur. Mahkûmların yakınmalarında ikide bir şu sözü işitimişimdir: “Annem beni nazlı büyütmeseydi, bu suçları işlemezdim.” Bu konuda daha pek çok şey söyleyebilirdik; ama ben, bir çocuğun gerekli ölçüde işbirliği duygusuna sahip olacak gibi eğitilemeyişinin çok değişik nedenlerden kaynaklanabileceğini belirtmekle yetineceğim. Belki anne ve baba, çocuklarını hayırlı birer evlat olarak yetiştirmek istemiştir de bunu nasıl yapacaklarını bilememiştir. Belki çocuklar üzerinde baskı ve sertlik yanlısı bir eğitim uygulamışlar, bu da onları başarı şansından yoksun bırakmıştır. Belki de çocuklarını el bebek gül bebek yetiştirip, onun kendini bütün aile üyelerinin etrafında pervane olduğu bir kişi gibi hissetmesine göz yummuş, çocuk da çaba harcayıp diğer insanların takdirini kazanma yoluna başvurmaksızın, sadece var oluşundan ötürü kendine önemli bir kişi gözüyle bakmaya alışmıştır. Nazlı büyütülen çocuklar zamanla güçlüklere katlanma yeteneklerini kaybeder, herkesin kendilerine değer vermesini ister, sürekli bir beklenti içinde yaşarlar, arzularına rahat bir yoldan doyum sağlayamadıklarında da bundan çevrelerini sorumlu tutarlar.
Şimdi birkaç vakayı ele alıp değindiğimiz noktaların bu vakalarda ne ölçüde rol oynadığını araştıralım. Gözden geçireceğimiz vakalar, kuşkusuz böyle bir inceleme için kaleme alınmış değildir. İnceleyeceğimiz ilk vaka Sheldon ve Eleanor T. Glueck tarafından yayımlanan 500 Criminal Careers (Beş Yüz Suçlunun Yaşamöyküleri) kitabında bulunmakta, “iflah olmaz John’un” yaşamını konu almaktadır. John suç işlemeye nasıl başladığını anlatırken şöyle der: “Suç işlemeyi asla düşünmemiştim. On beş, on altı yaşına kadar ben de aşağı yukarı başka çocuklar gibiydim. Sporu seviyor, kendim de spor yapıyordum. Kitaplıktan kitaplar alıp okuyordum ayrıca; girip girmemekte serbest olduğum derslere gönüllü katılıyor, buna benzer başka şeyler yapıyordum. Derken evdekiler beni okuldan alıp bir fabrikada çalıştırdılar. Kazandığım bütün parayı elimden kapıyor, bana haftada yalnızca elli cent veriyorlardı.”
John’un anne ve babasından yakındığı görülüyor. Anne ve babasıyla ilişkileri konusunda kendisine sorular yöneltebilsek de aile içindeki konumuyla ilgili bilgi edinebilseydik, gerçekten çocukluğunda neler yaşadığını kestirebilirdik. Yaşamöyküsünün başında anne ve babasının kendisini desteklemediğinden yakındığına tanık oluyoruz.
“Bir yıl kadar fabrikada çalıştım, sonra bir kızla arkadaşlık kurdum, kız eğlenmeyi seviyordu.” Suça yönelik kişilerin yaşamöykülerinde sık karşılaştığımız bir şeydir, bu kişiler eğlenmeyi seven bir kızla ilişki kurar hep. Böyle olması da daha önce söylediklerimiz anımsanırsa, toplumsallık duygusu için bir test anlamını taşır. John eğlenceye düşkün bir kızla gezip dolaşmakta, oysa evden haftada yalnız elli cent almaktadır. Kuşkusuz buna sevgi sorununun gerçek bir çözümü gözüyle bakmamız olanaksızdır. Örneğin, kendileriyle düşülüp kalkılacak daha başka kızlar vardır. Dolayısıyla, John’un doğru yolda yürüdüğünü söyleyemeyiz. Aslında John’un şöyle demesi gerekirdi: “Mademki bu kız eğlenceye düşkündür, o zaman bana göre biri değildir.” Hayatta neyin önemli olduğu konusunda değişik değerlendirmeler söz konusudur. “Günümüzde bütün bir hafta elli centle bir kız için ne yapılabilir. Ama babam elli centten fazla vermeye yanaşmadı. Ben de içerledim, ‘Daha çok parayı nasıl ele geçirebilirim?’ diye düşünüp durdum hep.”
Mantığın sesi şu yanıtı verirdi bu soruya: “Belki kendine bir başka iş bulup çalışabilir, daha çok para kazanabilirdin.” Ne var ki John rahat yoldan para kazanmayı düşünür, yalnızca gönlünü eğlendirmek için bir kızla ilişki kurmak ister.
“Günün birinde bir arkadaşla tanıştım.” Yabancı biriyle tanışması, bir diğer test oluşturur John için. Toplumsal bilinçle donatılmış bir oğlan baştan çıkarılmasına izin vermez. Ama John, ayartılmalara açık kapı bırakan bir yolda yürümektedir.
“Yaman biriydi kendisi yani usta bir hırsızdı, yetenekli, elinden iş gelir bir arkadaştı; yaptığı işi hakkıyla yapar, hasılatı seninle yarı yarıya bölüşür, sana kazık atmaz. N.’de kendisiyle bir sürü iş yaptık, hiçbirinde de yakayı ele vermedik. O gün bugün de hiç ayrılmadık birbirimizden.”
Yaşamöyküsünden öğrendiğimize göre oturdukları ev kendilerinindir. Babası bir fabrikada ustabaşılık yapmakta, aile kendi yağıyla kavrulup gitmektedir. Oğlan üç kardeşten biri; ailede ondan başka suç işleyip cezalandırılmış kimse yok. Kalıtımın rolüne inanan bir bilim insanı bu vakayı nasıl değerlendirir, bilmek isterim doğrusu. Oğlan ilk kez on beş yaşındayken bir kızla cinsel ilişkide bulunduğunu itiraf ediyor. Buna dayanarak oğlandaki cinsel içgüdünün aşırı derecede güçlü olduğunu söyleyecekler çıkacaktır kuşkusuz. Ama oğlan başkalarını hiç umursamamakta, yalnız kendi zevkini düşünmektedir. Herkes cinsel içgüdüsünü aşırı derecede uyarabilir, zor bir şey değildir bunu yapmak. John, bu bakımdan takdir görmeyi amaçlamakta, bir Don Juan olmak istemektedir. On altı yaşındayken bir suç ortağıyla birlikte hırsızlık suçundan tutuklanır. Yaşamöyküsünde karşılaştığımız daha başka ayrıntılar, önceki saptamalarımızı pekiştirmektedir. Oğlan bir fatih gibi boy göstermek, kızların dikkatini çekmek, kendileri için para harcayarak onları elde etmek istemektedir. Geniş kenarlı bir şapka giyiyor, kırmızı bir eşarp takıyor, belinde de bir tabanca taşıyor. Kovboy filmlerinin birinde geçen bir haydutun adını lakap olarak almış. Kendini dev aynasında görmekte, kahraman olarak tanınmak istiyor, bunun için hırsızlıktan başka yol bilmiyor. Kendisine yöneltilen suçlamaların hepsini kabullenmekte ve bunun gibi daha bir sürü şey. Mülkiyet hakkı diye bir şeyi umursamıyor hiç.
“Bana kalırsa hayatın yaşanmaya değer bir yanı yok. Genel olarak insanlığa karşı içimde sınırsız bir nefret duyuyorum.”
John’daki bütün bu bilinçli düşünceler gerçekte bilinçsizdir. John anlamıyor bunları, birbirleriyle ilişkileri içinde nasıl bir anlam taşıdıklarını bilmiyor. Yaşamı bir yük gibi hissediyorsa da yılgınlığının nedeni konusunda bilgisi yok.
“İnsanlara güvenilemeyeceğini zamanla öğrendim. Derler ki hırsızlar bir dayanışma içindedir ama doğru değil bu. Bir ara aynı meslekten bir arkadaşla çalıştım, dürüstlüğü hiç elden bırakmadım kendisine karşı ama o bana kazık attı.”
“Gereken paraya sahip olsaydım, kuşkusuz ben de herkes gibi bir beyefendi olurdum. Demek istediğim, çalışmadan gönlümün istediğini yapmama yetecek kadar param olsaydı. Çalışmaktan hiç hoşlanmadım şimdiye kadar. İşten nefret ederim, çalışmak mı Tanrı göstermesin.”
John’un son sözlerini bizim dilimize şöyle çevirebiliriz: “İsteklerimi baskılamam beni suç işlemeye yöneltti. İsteklerimi hep baskılamam gerekiyor, ben de bu yüzden suç işliyorum.” Üzerinde uzun uzadıya düşünülecek bir konu.
“Suç işlemek için suç işlediğim olmadı hiç. Elbette arabaya atlayıp yola koyulmak, işimi temizce gördükten sonra yakayı ele vermeden olay yerinden uzaklaşmak heyecan verici bir şey.”
John bir kahramanlık gözüyle bakıyor buna, oysa bunun bir korkaklık sayılacağını bilmiyor.
“Daha önce bir ara beni enselediler, on dört bin dolarlık ziynet eşyası yürütmüştüm; akıl işte, birden benim kızı gidip göreyim dedim, yanıma biraz para almak için mücevherlerden bir ikisini satmaya kalkınca da yakayı ele verdim.”
Bu kişiler sevgilileriyle yaptıkları aşkın karşılığını parayla öder, böylece her seferinde küçük bir başarı elde ederler. Ama bu, onların gözünde gerçek bir zaferdir.
“Burada, hapishanede okul var; okulda öğrenebileceğim kadar çok şey öğreneceğim, kendimi değiştirmek için değil hani, toplumun karşısına eskisinden de tehlikeli biri olarak çıkmak için.”
Bu sözlerde insanlık karşısında takınılmış çok acımasız bir tutumun kendini açığa vurduğu görülmektedir. Şöyle der John:
“Bir oğlum olsa, boynunu koparırdım herhalde. Dünyadaki insanlara bir insan daha katacak suçu işleyeceğim ha?”
Böyle birini tedaviye nereden başlayabiliriz? Bunun için ondaki başkalarıyla işbirliği yeteneğini geliştirmekten ve yaşamı değerlendirişinin temelinde yatan hatayı kendisine göstermekten başka çıkar yol yoktur. Söylediklerimize onu inandırabilmek için, eldeki izi geriye doğru izleyip ilk çocukluk dönemindeki yanlış anlamaları ortaya çıkarmamız şarttır. John’un durumunda ne gibi bir yöntem izlendiğini bilmiyorum. Vakayla ilgili anlatımda benim önemli gördüğüm noktalara değinilmemekte. Kendisini insanlığın böyle amansız bir düşmanı yapacak bir olayı, John çocukluğunda yaşamış olmalıdır. Bir tahminde bulunmam gerekirse diyebilirim ki ailedeki çocukların en büyüğüydü John, en büyük çocuklarda genellikle yapıldığı gibi el bebek gül bebek büyütülmüştü. Ama sonradan bir kardeşi dünyaya gelmiş, o da kendisini tahtından alaşağı edilmiş hissetmişti. Diyelim ki bu tahminim doğrudur, küçük şeylerin toplumsallık duygusunun gelişimini nasıl durdurabileceğini buradan görebiliriz.
John, gönderildiği sanat okulunda kendisine nasıl kaba davrandıklarını anlatır daha sonra. Topluma karşı içinde şiddetli bir kin ve nefret duygusuyla okuldan ayrılmıştır. Bununla ilgili birkaç söz söylememe izin veriniz lütfen. Psikolog gözüyle bakarsak, cezaevinde kendisine gösterilecek sert davranışı mahkûm bir kışkırtma, bir meydan okuyuş gibi algılar. Bu onun için bir güç sınaması anlamını taşır. Mahkûmların sürekli, “Bu haydut milletinin kökünü kazıyacağız!” sözünü işitmelerinde de durum yine aynıdır. Bu sözler de onlar için bir meydan okuyuştur. Amaçları kahraman olmaktır bu kişilerin, dolayısıyla amaçlarına varmalarını sağlayacak bir mihenk taşının önlerine çıkarılması arayıp da bulamadıkları bir şeydir. İşe spor yapmak gözüyle bakarlar adeta: Toplumun yüzlerine kapıyı kapadıklarını hisseder, eskisinden de büyük bir inatla eylemlerini sürdürürler. Bütün dünyaya karşı savaştığına inanan kimseyi, kendisine meydan okunmasından daha çok kızdırıp kışkırtacak ne olabilir? “Göreceğiz bakalım kim daha güçlüdür! Göreceğiz bakalım kim daha önce pes edecek!” gibi kışkırtıcı sözlere başvurmak, sorunlu çocukların eğitiminde de işlenen en kötü hatalardan biridir. Sorunlu çocuklar da suça yönelik kimseler gibi üstün bir güce sahip oldukları düşüncesinin esrikliği içinde yaşar, yeterince kurnaz davrandıklarında işin içinden başarıyla çıkacaklarını bilirler. Islahevlerinde bazen suçlu kimselerin kışkırtıldığı görülür; bu ise, pek tehlikeli sonuçlar doğuracak bir yöntemdir.
Şimdi de işlediği suçtan ötürü asılarak idam edilen bir katilin günlüğünden bazı alıntılara kulak verelim. Adam iki insanı acımasızca öldürmüş, daha önce de niyetini günlüğüne kaydetmiştir. Bu da bana bir caninin kafasında cinayetin nasıl planlandığına ilişkin açıklamalarda bulunma olanağını veriyor. Hiç kimse önceden planlamaksızın bir cinayeti işleyemez; planlama içinde de her zaman eylemi haklı gösterecek ögeler yer alır. Ben şimdiye kadar hiçbir din, hiçbir mezhep kitabında bir örnekle karşılaşmadım ki suç pek yalın ve nesnel bir dille anlatılmış olsun. Beri yandan hiçbir cinayet vakası görmedim ki cani işlediği cinayet dolayısıyla kendini haklı çıkarmaya çalışmasın. Bu da toplumsallık duygusunun ne büyük önem taşıdığını kanıtlamaktadır. Bir cani bile bu duygu karşısında uzlaşmacı bir tutum takınmak zorunluluğunu hissetmekte ama aynı zamanda tasarladığı suçu işlemeden içindeki toplumsallık duygusunun hesabını görmesi, bu duyguyu oluşturduğu duvarı delip geçmesi gerekmektedir. Örneğin, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sının kahramanı Raskolnikov iki ay boyunca yataktan çıkmaz, tasarladığı suçu işlesin mi, işlemesin mi diye düşünür durur. Kafasının içinde şu düşünce dönüp dolaşır hep: “Napolyon muyum, yoksa bir bit mi?” Suç işleyenler kendi kendilerini aldatır, bu tür hayallerle kendilerini şevk ve gayrete getirirler. Oysa gerçekte her suçlu bilir ki yaşamın yararlı tarafında bulunmamaktadır; beri yandan, yaşamın yararlı tarafının neresi olduğunun da farkındadır. Gelgelelim korkaklığından bu tarafa yönelmek istemez; korkaktır çünkü başkaları için yararlı bir iş yapma yeteneğinden yoksundur. Sorunlarının çözümü bir toplumsallık ruhunun varlığını gerektirir oysa böyle bir ruha sahip olacak gibi eğitilmiş değildir. Suç işleyenler ilerideki yaşamlarında üzerlerindeki yükten kurtulmak ister, gördüğümüz gibi kendilerini haklı çıkarmaya çalışır, eylemlerini hafifletici nedenlerden söz açarlar. “O hastaydı ve işe yaramaz biriydi” ve bunun gibi sözler.
Alfred Adler
Yaşamın Anlam ve Amacı