Bizden önce gelen bir aile bireyinin yaşamıyla nasıl kilitlendiğimizin çeşitli kalıplarını gördük. Bu kalıplar, yalnızca psikolojimiz ve davranışlarımızı etkilemekle kalmaz, kanser, depresyon, kalp hastalığı veya multipl skleroz gibi bakteri ve virüs kaynaklı olmayan bazı hastalıklara da neden olabilirler. Bireyin, aile sistemindeki dışlanmış biriyle özdeşleşip onun duygu ve davranışlarına bürünmesiyle kilitlenme oluşur. Birey sanki bu kişiye “dönüşmekte”, onun acısını tekrar ederek hatırasını canlı tutmak amacıyla bilinçdışı bir çabayla onunla özdeşleşmektedir. Hellinger buna iyi bir örnek vermiştir: İlk çocuğunu zamansız yitiren bir ailenin diğer çocukları, üzerlerinde kendi isimleri yazan fincanlar kullanırlar. Çocuklardan birine genç ölmüş ağabeyinin fincanı verilir. Bu hareket aslında ölen ağabeyiyle çocuk arasındaki özdeşleşmenin onaylanmasıdır. Böyle bir durumdaki çocuk büyüme sürecinde kendi yaşamını yaşadığını, kendi davranış ve duygularına sahip olduğunu düşünse de aslında ağabeyinin hayatını canlandırabilecektir. Kilitlenmelerin kimsenin seçimi olmadığını, bunlara kolektif vicdan dediğimiz bilinçdışı bir kolektif gücün neden olduğunu açıklamıştık. Bir aile üyesinin, kendini bu güçten özgürleştirmesinin ne kadar zor olduğuna da değinmiştik. Danışan, özdeşleşmekte olduğu aile bireyinin kim olduğundan, bu kişinin başından neler geçtiğinden tamamen habersiz olabilir. Hatta bu durum, ailede gizlenen bir sır varsa daha da karmaşık bir hale gelmiş olabilir. Özdeşleşmenin etkisi, aile içindeki dengesizliğe neden olan olaya bağlı olarak, duygusal bozukluklar, psikosomatik rahatsızlıklar ve psikoz olarak kendini gösterebilir.
Kişi gerçekte kendi olmadığı, kendine yabancı olduğundan, diğerleriyle ilişki kurma yetisi de etkilenir. Özdeşleşme, dışlanmış kişinin tespit edilip danışanın onu ayrı bir birey olarak algılaması ve varlığını onaylayarak onun kaderinin ayrı olduğunu anlamasıyla çözülür. Bu süreci kolaylaştırmak için meydana gelmiş kilitlenmeleri açacak çözüm cümleleri kullanırız. Bazı durumlarda, danışan karşısındakinin ayrı bir birey olduğunu kavrayana kadar bu cümleleri ona tekrarlatmamız gerekebilir. Böylelikle danışan bir adım geri atabilir. İyileştirici bir etkisi olan bu geri adım, korunma amacı ile bir başka aile bireyine, büyük olasılıkla da ebeveynden birine yakınlaşmasını gerektirir. Örneğin danışan, annesinin ailesinden biriyle özdeşleşmişse babasının etki alanına girmesi daha doğrudur. Hellinger, hastalık ve acıya yol açan aile kilitlenmelerinin nedeni olarak üç temel kalıptan söz eder. Onları, “izlemek”, “yerini almak” ve “suçun kefareti” olarak adlandırır. Bunlara sırasıyla göz atalım.
İzlemek (Peşinden Gitmek)
Kişinin köken ailesinde erken ölüm varsa, örneğin ebeveynden biri kaza, hastalık, cinayet veya savaş sonucu ölmüşse, ailedeki çocuklardan biri, “senin peşinden gelmek istiyorum” eğilimini göstererek kaza geçirmeye, hastalanmaya veya intihara yatkın olur. Sanki sembolik olarak sırtını yaşama dönmüş ve ebeveynine “Sen öldüysen ben de yaşamak istemiyorum. Peşinden ölüme geliyorum” demektedir. Burada gördüğümüz çocuğun kör sevgisidir. Çocuk, ana babasına bilinçlice bakabilse ve onların kendisi için ne hissettiklerini kav-rayabilse, onların peşinden ölüme gitmeyi aklından bile geçirmezdi. Ana babaların büyük bir bölümü çocuklarının yaşamalarını ister. Çocuğun ölmüş bir aile bireyini bilinçdışı bir biçimde izlemek istemesinin örneklerine önceki bölümlerde rastladık. Örneğin ilk bölümde Max, erken ölen büyükbabasının peşinden gitmek ister; 7. Bölümde bir danışan, toplama kampında ölen kız kardeşini izlemek ister; gene aynı bölümde Rosella, teyzesinin peşinden ölüme gitmek ister.
Üstlenmek (Yükü Üstlenmek)
Rosella aynı zamanda anneannesine “senin yerine ben yaparım” der. Bir başkasının yükünü üstlenme çabası ailede acıya yol açan ikinci senaryodur. “Yükü üstlenme” senaryosu aileden birinin peşinden ölüme gitmek isteyen bir ebeveynle başlayabilir. Anne ya da babasında bu eğilimi hisseden çocuk, “Sevgili anne/baba sen öleceğine ben öleyim” der. Diğer bir deyişle, ebeveyninin eğilimini kendi üzerine alarak kör bir sadakatle onu kurtarmaya çalışır. “Senin yerine ben” dinamiği, çocuğun hasta annesi için hasta olmasına ya da başka bir yolla ailedeki acıyı üstlenmesine neden olur. Hellinger, hem para hem de kalacak yer sıkıntısı çeken yoksul bir ailede, annenin tekrar hamile kalmasıyla yaşananları buna örnek olarak vermiştir. Küçük çocuklardan biri, yaşanan sıkıntının aileye yeni bir bireyin katılmasıyla artacağını anlayınca hastalanır ve sonunda ölerek kendine göre bebeğe yer açar. Çocukların bir kişinin yükünü veya acısını bir başkası taşıya-bilirmiş gibi büyülü bir inanca sahip olduklarına daha önce de değinmiştik. Sanki aile büyüklerinden birinin hastalığını üstlenerek o kişiyi kurtarabilirlermiş gibi. Bu çocukça düşünce yüreğimizi sız-latsa da gerçek hayatla bağdaşmaz. Artık ailede bir yerine iki hasta vardır. Çocuk bu hareketinin doğuracağı sonuçları, yani kendisine ait yükü çocuğunun üstlenme çabasını seyreden bir annenin nasıl hissedeceğini bilebilse, böylesine yanlış bir işe kalkışmazdı. Kör sevgide kişi yalnızca kendini görmektedir. Bilinçli veya bilgece sevgide ise kişi tüm sonuçları görür ve diğer kişilerin neden öyle davrandıklarını anlar. Aile Dizimi seansındaki can alıcı nokta kör sevgiden bilinçli sevgiye geçiştir. Bu geçiş ancak danışanın, ana babasıyla yüzleşip onların ne istediklerini ve hissettiklerini doğrudan görmesi ve artık bir yetişkin olmasına rağmen nasıl çocukça davrandığının farkına varmasıyla gerçekleşir. Yükü bırakmak ve aradaki bağa sırt dönmek her zaman kolay değildir. Ayrılmak için yalnız kalmayı göze almalı, duyacağımız suçluluk hissine katlanmalı ve cesur olmalıyız. Yardım etme dürtüsüne rağmen yapabileceğimiz hiçbir şey olmadığının bilincine varmamız gerekir. Aile Diziminde sık sık uyguladığımız “onurlandırma” hareketi bizi bu dönüm noktasına getirir. Saygıyla eğilip bilinçsizce almış olduğumuz yükü iade eder ve ayağa kalkıp kişinin kaderini kendisine bırakırız. Ancak ve ancak o zaman gerçek anlamda ayrılıp kendi yolumuza gidebiliriz. Örneğin, 3. Bölümde Antonella, babaannesinin dedesine duyduğu öfkeyi üstlenip kendi babasına aktarıyordu; 5. Bölümdeki danışan, babasının taşıdığı katil eğilimini — babası kendi annesini öldürmüştü — üstlenmişti; 6. Bölümde ise kurban ve suçluların yüklerini üstlenme konusunda pek çok örnek gördük.
Suçun Kefareti
Hastalıkların bir başka nedeni de Hellinger’in “suçun kefareti” olarak adlandırdığı eğilimdir. Kişisel suçluluk duygusu da bu kapsama girer. Örneğin kürtajın derin etkilerini anlamadan, bu sıradan bir şeymiş gibi defalarca kürtaj olmuş bir kadın kefaret olarak rahim kanseri geliştirebilir. Ya da annesini reddeden bir kadın kendini cezalandırmak için göğüs kanseri geliştirebilir. Kolektif vicdan ana babanın reddedilmesine izin vermez. Kefaret başka bir aile bireyinin suçunu üstlenmeyi de kapsar. Danışan, denge bölümünde gördüğümüz gibi birinin yükünü üstlenmiş de olabilir. Örneğin eğer bir katil işlediği suçun cezasını çekmediyse, çocuk dedesinin suçunu üstlenerek hastalanabilir ya da intihara yeltenebilir. 5. Bölümde buna örnek olarak 11 kürtaj geçirmiş annesinin suçunu üstlenerek şizofren olan bir anneyi; ailedeki terör örgütü üyelerinin suçlarına karşılık kendini öldürten bir aile bireyini gördük. Bunlar dizimlerde gördüğümüz temel kilitlenme kalıplarıdır ve dengesi bozulmuş aile sistemlerinin tetiklediği hastalıkların psikolojik kökenlerini oluştururlar.
Hastalıklar
Çoğu kez hastalığı kurtulmamız gereken bir düşman olarak görürüz. Oysa hastalık bedenimizin bize yolladığı ve deşifre edilmeyi bekleyen bir mesajdır. Bazen beden derin bir psikolojik konuyu veya duygusal bir yarayı hastalık yoluyla iyileştirmeye çalışıyor olabilir. Bunu keşfederek mesajı çözebiliriz. Bazen de hastalık tüm çabamıza rağmen anlaşılamaz. Bunun da kendi anlayışımız ve kontrolümüzün dışında olduğunu kabul etmemiz gerekir. Her iki durumda da kişinin, toplum tarafından da benimsenmiş olan ve hastalığı savaşılması gereken bir düşman olarak gören anlayıştan kurtulması gerekir. Oysa savaşçı tutum ne yazık ki günümüzün yüksek teknolojiye sahip tıp dünyasında çok yaygındır. Hastalığı “fethetme” düşüncesinden yola çıkılır. “Kanseri Fethedin” gibi kitap başlıkları bu tutumu özetler. Böylece kontrolün bizde olduğunu ve daha fazla bilimsel bilgi ile karmaşık ve pahalı tıp gereçleriyle hastalığı yenebileceğimizi düşünürüz. Hastalıklara dizim çerçevesinde baktığımızda ise bize çoğunlukla dışlanmış birini gösterdiklerine tanık oluruz. Hastalıktan kurtulma çabası aile sistemindeki dışlanmış kişiden “kurtulma” çabası gibidir. Bu anlamda hastalık kolektif vicdanın iyileşme çabasıdır. Hastalığı yüreğimizle kabul etmek, dışlanmış kişiyi de yüreğimize kabul etmektir. Böylelikle bazen hasta olma ihtiyacı da ortadan kalkar. Kolektif alan iyileştiğinde kişi de iyileşir. Musevi bir aileden gelen danışan, Musevilerce tatil olarak kabul edilen Cumartesileri şiddetli bir baş ağrısına tutuluyordu. Kendini dindar saymıyor, atalarının Musevi oluşunu önemsemiyordu. Dizim sırasında anneannesinin Polonya’dan kaçtığını ve ailesinin büyük bir bölümünü de soykırımda kaybettiğini öğrendik. Atalarını yürekten onurlandırıp onlara, “Ben de Musevi’yim” dedikten sonra baş ağrıları geçti ve bir daha tekrarlamadı. Kronik hipermet-ropluğu bunun yan etkisi olarak büyük ölçüde geriledi. Danışanın fiziksel rahatsızlıkları ona unutmuş olduğu köklerini hatırlatıyordu. Kolektif vicdan bu denli önemli şeylerin unutulmasına izin vermez. Köklerini bilinçle hatırlayıp nereden geldiğini ve yaşanmış olanları içselleştirdiğinde baş ağrısına gerek kalmadı. Kısaca, hastalığımızla uzlaşmaya ve onun köklerini anlamaya hazır olduğumuzda, hem dışlanmış kişiyi hatırlayıp hem de hastalığımızı iyileştirebiliriz. Bununla birlikte, gizemlerin karşısında alçakgönüllü olmayı bilmemiz gerekir. Bir tedavi yönteminin tıbbi ya da psikolojik tüm sorunları çözeceğini düşünmek gerçekçi değildir. Yaşam bize bazı şeyleri gösterir ve zihnimizle anlamamızı sağlar. Ancak pek çok şey de zihnin sınırları dışında kalır. Hastalıkla uğraşmak yaşamın gizemli yönü ve insan zihninin sınırlarıyla barışık olmayı gerektirir. Dizimlerde bazen hasta kişinin, hastalığıyla gizli bir anlaşma içinde olduğunu görürüz. Bu konuda deneyimli bir terapist, danışanın hastalığını anlatırken yüzünde beliren gizli tebessümü fark eder. Bu tebessüm aslında aile sistemindeki dışlanmış bireyle yaşadığı özdeşleşmenin gizli bir onayıdır.
Danışanın fiziksel bir sorunu veya hastalığı hakkında bir sorusu varsa uygulanacak yaklaşımlardan biri hem danışan hem de hastalık için birer temsilci seçmektir. İki temsilcinin etkileşiminden, hastalığı temsil edenin danışanın köken ailesinden dışlanmış ya da reddedilmiş biri olup olmadığını anlayabiliriz. Daha önce de söz ettiğim gibi danışan, dışlanmış kişiyi bilinçli olarak yüreğine aldığında hastalanma ihtiyacından kurtulabilir. Ancak dizimlerde esas amacımız danışanı iyileştirmek değildir. Amacımız saklı olan gerçeği ışığa çıkarmaktır. Bir sorundan kurtulmak veya gerçeği değiştirmek yerine ona ışık tutmak, bir kişiye ya da bir olaya açılmamızı sağlar. Hastalık yaşamın bir parçasıdır ve kişinin aile dinamiklerine yeni bir açıdan bakması hastalığını iyileş-tirmeyebilir. İyi terapide hedef yoktur ve sonuçlara atlamadan olayı önyargısız olarak ele almak bu sanatın inceliğidir.
Rahimde Tümör
Orta yaşlı bir Amerikalı olan Nora, rahmindeki tümörün gerisindeki dinamiği anlamak istiyordu. Nora ve tümör için birer temsilci seçtik, ararlında biraz mesafe olacak şekilde onları yüz yüze yerleştirdik.
Tümörün temsilcisi hemen yere bakmaya başladı. Bu hareket bir ölüye baktığının göstergesidir. Tümörün temsilcisi, Nora’nın temsilcisine bakamıyordu. Nora’ya tümörün kimi temsil ettiğini sorduğumda, uzun uzun dizime bakıp “Galiba babamı” dedi. Kimin öldüğünü sordum. “Ben 5 aylıkken annem” diye yanıtladı. Anne için bir temsilci seçip iki temsilci arasına, tümörün temsilcisinin baktığı noktaya uzanmasını söyledim. Ardından, tümörün temsilcisine artık tümörü değil, danışanın babasını temsil ettiğini söyledim. Hem annenin hem de Nora’nın temsilcisi derinden etkilenmişti. Baba bir süre sonra Nora’ya bakabildi. Anneden ayağa kalkıp kızına bakmasını istedim. Çocuk annesine yaklaşamıyordu, çünkü annesine yönelimi çok erken bir dönemde kesintiye uğramıştı. Annesine kendi başına gidemezdi. Bir süre bakıştılar. Anneden kızına yaklaşıp onu tutmasını istedim. Annenin bu hareketinden biraz sonra danışanın temsilcisi ağlamaya başladı. Bu noktada Nora’nın temsilcisinin yerine dizime girmesini ve bu sarılışı onun deneyimlemesini istedim. Ağlamaya başladı, görünür biçimde yumuşamıştı. Annesine bakarak ona “Teşekkür ederim” demesini söyledim. Bunu dedikten sonra annesinin gözlerine baktı ve “Artık kalabilirim” diye ekledi. Bu cümle hayatta kalma niyetini ve yaşama isteğini gösterir.
Babasına bakıp ona da, “Artık seninle kalacağım. Lütfen beni çocuğun olarak gör” dedi. Baba da kızına “Sana bakacağım ve seni kızım olarak görüyorum” dedi. “Bana anneni ve annene duyduğum sevgiyi hatırlatıyorsun” diye ilave etti. Bu sözler Nora’ya dokundu ve babasına gidip onu kucakladı. “Artık senin çocuğun olarak kalacağım” diye tekrar etti. Bu durumda “Senin çocuğun olarak” cümlesi ve annenin tanınması, çocuğun annenin yerini almasını engellemek açısından önemlidir. Babasının ona gelmesi yerine Nora’nın babasına kendi ayaklarıyla gitmesi de önemlidir. Annesine gidemez, çünkü annesini kaybettiğinde çok küçüktür ama babasına gidebilir. Gördüğümüz örnekte hastalık, çocuğun annesine bilinçsiz olarak “seni ölümünde izlemek istiyorum” demesi anlamına geliyor olabilirdi. Annesini bilinçli olarak yüreğine aldığında, onun peşinden ölme ihtiyacı ortadan kalkabilir. Ancak burada bir kez daha terapistin esas işinin söz konusu dinamiği ortaya çıkarmak olduğunun, hastalığı iyileştirmek olmadığının altını çizmek istiyorum. Hastalığın iyileşmesi bir yan etki olabilir, ancak ana kaygımız değildir. Hatta sonradan danışana dizimin etkisini, hastalığın iyileşip iyileşmediğini sormak bile danışanın yaşamına inceden bir müdahaledir.
Multipl Skleroz
İngiliz Jennifer, son yılda hızla ilerleyen multipl skleroz hastalığının nedenine bakmak istiyordu. Kendisi ve hastalığı için birer temsilci yerleştirdiğimde Jennifer’ın saldırgan bir tutum sergilediğini fark ettik. Yumruklarını sıkmıştı, katil enerjisi taşır gibi görünmekteydi Bir süre sonra dizimi kesip ailesi hakkında sorular sordum. Baba tarafından dedesinin ilk eşinin, doğum sırasında bebeğiyle birlikte öldüğünü öğrendik. Daha önce de gördüğümüz gibi doğum esnasında ölen bir anne, aile sisteminde sanki cinayete kurban gitmiş gibi algılanır. Bu olay danışanın saldırgan tutumunu açıklamaktadır. Bu bilgi üzerine yeni bir dizim oluşturarak büyükbaba, ilk eşi ve ölen bebek için temsilciler yerleştirdik. Çocuk yere uzandı. Büyükbaba ile eşine kendi içsel hareketlerini izlemelerini söyledim. Büyükbaba yoğun bir iç çatışması yaşamaktaydı. Önce karısıyla çocuğuna sırtını dönmek istedi — karısının ölümünden suçluluk duymaktaydı — sonra geri gelerek yavaşça karısına yaklaştı. Birbirlerine yakın durdular. Karısı önce başını onun omzuna koydu, sonra gidip çocuğunun yanına uzandı. Büyükbaba çok sarsılarak ağlamaya başladı. Sonra o da gidip yanlarına uzandı. Danışan ile babası olan biteni izlemekteydi. çok etkilenmişlerdi. Birbirlerine yaklaşıp kucaklaştılar. Multipl skleroz, sara ve panik atak gibi hastalıklar genel olarak bastırılmış katil enerjisinin sonucudur. Hellinger, bu hastalıkların, ailedeki bir cinayet ya da cinayet olarak algılanan bir olayı gösterdiklerini söyler. Danışan bu enerjiyi üstlenir ve hastalık, üstlendiği saldırganlığı bastırma çabası sonucunda oluşur. Yukarıdaki örnekte çözüm, büyükbaba ile ilk eşi arasındaki sevginin ortaya çıkıp kimsenin cinayete kurban gitmediğinin ve bu ölümden herhangi bir şekilde sorumlu olmadığının anlaşılması ve ilk eşle ölen çocuğun onurlandırılmasıyla gerçekleşir. Şizofreni vakalarında çoğu zaman ailede bir cinayet olduğunu görürüz. Şizofren kişi aynı anda hem kurban hem de katille özdeşleşmektedir, çünkü ikisi de aileden dışlanmıştır. Bu çifte özdeşleşme, şizofreni hastalığında ve manik depresyonda görülen çift kişiliğin altındaki nedenlerden biridir. Aile Dizimiyle çeşitli hastalıklar arasındaki ilişki başka kitaplarda ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Onun için burada daha fazla örnek vermeyeceğim. Hellinger’in kendisi kanser ve şizofreni hastaları da dahil olmak üzere çeşitli hastalarla pek çok araştırma yapmış ve hastalıkların arkasında bazı dinamikler olduğunu keşfetmiştir. Biz burada bunlara kısaca değindik. Dizimlerde bu bilgilerden geçerli hipotezler olarak yararlanılabilir.
Hastalık için öne sürülen dinamiklerin belli bir dizimin gerçekleriyle bağdaşıp bağdaşmadığını doğrulamak şarttır. Terapist teorileri gerçeği yansıtacak şekilde uyarlamaya açık olmalıdır. Hellinger’in “fenomenolojik yaklaşımı” budur. Kişi fenomeni izler ve her türlü katı düşünce ve yargıyı bir kenara bırakarak bu gözlemlerden sonuca ulaşır.
Sevginin Kökleri – Svagito R. Liebermeister