Sevginin ve Şiddetin Kaynağı: Kandaşla Cinsel İlişki Bağlılıkları – Erich Fromm

Bundan önceki bölümlerde kötülüğün, yıkımın ve ölümün hizmetinde, en ağır biçimlerinde de yaşama karşı olan iki eğilimi —ölüm sevgisi ve narsisizmi— inceledik. Bu bölümdeyse üçüncü bir eğilimi, kandaşla cinsel ilişki bağlılıkları içinde birlikte yaşamayı ele almak istiyorum; bu bağlar hastalıklı biçimlerinde daha önce incelenen iki eğilimin sonuçlarına benzer sonuçlara yol açabilir.

Burada gene Freud’un kuramındaki ana görüşten, anneye karşı geliştirilen cinsel saplantıdan yola çıkacağım. Freud bu görüşün, bilimsel buluşunun temel taşlarından birini oluşturduğuna inanmıştı; bence de Freud’un anne saplantısını buluşu gerçekten insan biliminin en geniş kapsamlı bulgularından biridir. Daha önce incelenen alanlarda olduğu gibi bu alanda da Freud libido (cinsel enerji) kuramının içinde kalmak zorunluluğunu duyduğu için bulgusunu ve bu bulgunun sonuçlarını geliştirememiştir.

Freud’un gözlemine göre çocuğun annesine olan bağlılığında öylesine olağanüstü bir güç vardır ki ortalama bir insan kendisini bu bağlılıktan hiçbir zaman bütünüyle kurtaramıyordu. Freud bu bağlılığın sonucu olarak erkeğin kadınlarla ilişki kurma yetisinin zayıfladığını, bağımsızlığının gelişemediğini, bilinçli olarak benimsediği amaçlarla bastırılmış kandaşla cinsel ilişki bağlılığı arasındaki çatışmanın çeşitli nevrozlu bunalımlara ve sarsıntılara yol açtığını saptamıştır. Freud anneye bağlılığın ardında yatan gücün küçük erkek çocuğun annesine karşı cinsel istek duymasına cinsel rakip olarak babasından nefret etmesine yol açan cinsel libidosu olduğuna inanıyordu. Ama rakibinin büyük gücü karşısında erkek çocuk annesine karşı duyduğu cinsel isteği bastırarak kendisini babasının buyruk ve yasaklarıyla özdeşleştiriyordu. Bununla birlikte bilinçaltında bastırılmış cinsel duyguları öylece sürüp gidiyor, ancak hastalıklı durumlarda büyük bir yoğunlukla ortaya çıkıyordu.

Kız çocuğa gelince Freud 1931’de, önceleri kız çocuğun annesine bağlılık süresini yeterince kestiremediğini kabul etmiştir. Ona göre bu bağlılık bazen “ilk cinsel uyanmanın en uzun dönemini kapsar. Bu gerçekler, kadınlarda Oedipus öncesi dönemin şimdiye dek varsaydığımızdan daha önemli olduğunu gösterir” Freud şöyle devam ediyor: “Öyle anlaşılıyor ki Oedipus kompleksinin nevrozların çekirdeği olduğu yolundaki evrensel görüşü düzeltmemiz gerekecektir” Bununla birlikte bu düzeltmeye katılmak istemeyenler katılmayabilirler; çünkü insan ya “Oedipus kompleksinin kapsamını çocuğun anne-babasıyla olan tüm ilişkilerini içerecek biçimde geniş tutabilir ya da şunu kabul edebilir: Kadınlar, normal Oedipus durumuna ancak olumsuz kompleksin ağır bastığı ilk evreyi aştıktan sonra ulaşmaktadırlar…” Freud bunu şöyle sonuca bağlıyor: “Kız çocuğun gelişmesindeki bu Oedipus öncesi evrenin varlığı bizi şaşırtmıştır; sonuçları bakımından bu ancak başka bir alanda Yunan uygarlığının ardında yatan Minos-Mikene uygarlığının bulunmasının yarattığı etkiyle karşılaştırılabilir”
Son cümlesiyle Freud açıkça olmasa da üstü kapalı bir biçimde gelişmenin ilk evresi olarak anneye bağlılığın her iki cinste de ortak olduğunu, bunun Helenizm öncesi kültürdeki anaerkil özelliklere benzetilebileceğini kabul etmiştir. Ne var ki Freud bu görüş çizgisini sürdürmemiştir. Her şeyden önce biraz çelişkili bir biçimde de olsa Oedipus öncesi evre denebilecek olan anneye Oedipus bağlılığı evresinin kadınlarda erkeklerde sanıldığından daha önemli olabileceği sonucuna varmıştır. ikinci olarak Freud kız çocuktaki bu Oedipus öncesi evreyi yalnızca libido kuramı açısından yorumlamıştır. Freud birçok kadının yeterince emzirilmediklerinden yakınmalarının kendisini şaşırttığını söylediğinde libido kuramını neredeyse aşmaktadır. Freud bu şaşkınlığını şöyle dile getirmektedir: “İlkel topluluklarda olabildiğince uzun süre emzirilen çocukları incelersek bu yakınmayı duymayız” Ama Freud’un bu soruya bulduğu yanıt yalnızca şudur: “Çocuk libidosunun açlığı işte böylesine ölçüsüzdür”

Benim deneylerim göstermiştir ki erkek çocukların annelerine olan Oedipus bağlılıklarından nitelik bakımından ayrı olan kız ve erkek çocukların annelerine Oedipus öncesi bağlılıkları çok önemli bir olgudur; bununla karşılaştırıldığında erkek çocukların anneye cinsel bağlılıkları ikinci derecede kalır. Erkek ya da kız çocuğun anneye Oedipus öncesi bağlılığını evrim sürecinin temel olgusu, nevroz ya da psikozun ana nedenlerinden birisi olarak görüyorum. Libido terimini kullanalım ya da kullanmayalım, bunu libidonun bir belirtisi olarak adlandırmak yerine ben, bu niteliği erkek çocuğun cinsel arzularından ayrılan bir duygu olarak tanımlamak istiyorum. Cinselliğin uyanmasından önce ortaya çıkan bu “kandaşla cinsel ilişki” bağlılığı erkekler ve kadınlardaki en temel tutkuyu oluşturur; bu tutku, insanın korunma ve narsisizmini doyurma isteğini, sorumluluk, özgürlük ve bilinçliliğin tehlikelerinden kaçınma arzusunu, hiçbir sevgi belirtisi beklemeden kendisine sunulan koşulsuz sevgiye duyduğu özlemi gösterir. Bebekte bu gereksinmeler normal olarak bulunur; gereksinmeleri karşılayan kişi de annedir. Böyle olmasa bebek yaşamını sürdüremez; çünkü çaresizdir, kendi olanaklarına güvenemez; değerleri yüzünden hak kazandığı için değil de gereksinme duyduğu için kendisine verilecek sevgiye ve bakıma muhtaçtır. Bu işlevi anne yerine getiremiyorsa o zaman H.S. Sulüvan’ın deyişiyle “annelik eden” başka birisi annenin yaptıklarını yapabilir; bu kişi de genellikle ya büyükanne ya da teyze olabilir.

Ama bu açık gerçek —bebeğin annelik edecek birisine gereksinme duyması— şunu gözlerden silmiştir: Çaresizlik içinde olan ve kesinlikle peşinde koşan tek kişi bebek değildir; ergin bir kişi de birçok bakımdan çaresizlik içindedir. Gerçekten de ergin kişi toplumun kendisine verdiği görevleri yerine getirebilir, bunları başarabilir; ama bebeğe göre, ergin kişi yaşamın getirdiği tehlikelerin ve sakıncaların daha çok farkındadır; denetleyemeyeceği doğal ve toplumsal güçlerin bulunduğunu, önceden kestiremeyeceği kazaların olabileceğini, kaçınamayacağı hastalıkların ve ölümün kendisini beklediğini bilir. Bu koşullar altında insanın kendisine kesinlik, güvenlik ve sevgi verecek bir gücü delice aramasından daha doğal ne olabilir? Bu arzu yalnızca insanın anne özleminin “yinelenmesi” değildir; bu isteği doğuran neden bebeğe anne sevgisi özlemi duyuran koşulların değişik bir düzeyde de olsa aynıyla sürmesidir. İnsanlar —erkekler ya da kadınlar— yaşamlarının geri kalan süresinde kendilerine “Annelik” edecek birini bulabilselerdi yaşamın tehlikelerinden ve acılarından kurtulurlardı. İnsanın hiç durmadan bu fata morgana’nın (masal perisinin) peşinde koşmasına şaşmamak gerekir.
Gene de insan yitirilen cennetin geri gelmeyeceğini, belirsizlikler ve tehlikeler içinde yaşamak zorunda olduğunu, kendi çabalarının dışında güvenecek hiçbir şeyi bulunmadığını, kendisine yalnızca geliştirdiği güçlerin direnç ve korkusuzluk kazandırabileceğini az çok bilmektedir. Bu yüzden insan doğduğu andan başlayarak iki eğilim arasında gidip gelir: Bu eğilimlerden biri aydınlığa çıkmak, öteki anne rahmine dönmektir; biri serüvene yönelmek, öteki kesinlik peşinde koşmaktır; biri bağımsızlık için tehlikeyi göze almak, öbürü korunma ve bağımlılık aramaktadır.

Genetik açıdan bakarsak çocuğun gözünde koruyucu gücü ve kesinlik güvencesini temsil eden ilk insan annedir. Ama bunları temsil eden tek varlık anne değildir. Daha sonra, çocuk büyüyünce anne aileyle, klanla, ya da aynı kandan, aynı topraklarda doğmuş kişilerle yer değiştirir ya da bütünleşir. Topluluğun çapı genişlediği zaman da ırk, ulus, dinsel ya da siyasal partiler “anneler”imiz, başka deyişle korunma ve sevgi gereksinmemizin güvenceleri olur. Daha ilkel bir eğilim taşıyan kişilerde de doğanın kendisi, yeryüzü ve deniz “anne”yi gösteren büyük güçler olurlar. Annelik işlevinin gerçek anneden aile, klan, ulus ya da ırka aktarılması kişisel narsisizmin topluluk narsisizmine aktarılmasında ortaya çıkan gelişmeleri yansıtır. Her şeyden önce, anneler çoğunlukla kendi çocuklarından önce ölürler; ölümsüz anne figürü gereksinmesi buradan doğmuştur. Dahası, insanın yalnızca kendi annesine bağlanması, onu anneleri başka olan öbür kişilerden kopmuş bir durumda tek başına bırakır. Bununla birlikte tümüyle klan, ulus, ırk, din ya da Tanrı ortak bir “anne” oluşturursa o zaman anneye tapma bireyi aşarak onu aynı anne putuna tapan öbür kişilerle bütünleştirir; bu durumda hiç kimse kendi annesini putlaştırmaktan utanç duymayacaklar topluluğun ortak “anne”sinin yüceltilmesi tüm düşünceleri bütünleştirecek, tüm kıskançlıkları ortadan kaldıracaktır. Çeşitli ölümsüz anne kültleri, bakirelik, ulusallık ve yurtseverlik kültleri —bütün bunlar anneye tapma duygusunun ne denli yoğun olduğunu gösterir. Deneysel olarak şu gerçek kolaylıkla saptanabilir: Güçlü bir anne saplantısı olan kişilerle ulus, ırk, toprak ve kan bağları çok güçlü olan kişiler arasında sıkı bir ilişki vardır.

Anneye olan bağın cinsel yanıyla ilgili olarak söylenmesi gereken bir şey daha var. Freud’a göre cinsellik etkeni, erkek çocuğun annesine olan bağlılığında en belirleyici öğedir. Freud bu sonuca iki gerçeği bağdaştırarak varmıştır: Erkek çocuğun annesine arzu duyması ve cinsel isteğinin küçük yaşlarda var olması. Freud bu gerçeklerin birincisini, ikincisine dayanarak açıklamıştır. Birçok durumlarda erkek çocuğun annesine, kız çocuğun da babasına karşı cinsel arzular duyduğu konusunda kuşku yoktur. Ne var ki anne ve babanın kışkırtıcılık etkilerinin, kandaşla cinsel ilişki isteklerinde çok önemli bir etken olması bir yana (Freud bu kışkırtıcılığı önce görmüş, sonra yadsımıştır; aynı görüş daha sonra Ferenczi tarafından yeniden ele alınmıştır) cinsel istekler anne saplantısının nedeni değil, sonucudur. Bundan başka ergin kişinin düşlerinde ortaya çıkan kandaşla cinsel ilişki arzularından cinsel isteğin daha derin bir gerilemeye karşı savunma olduğu anlaşılmıştır; erkek, annesinin memesine ya da rahmine dönme arzusuna karşı savunma olarak erkekliğini daha büyük bir güçle ortaya koyar.

Aynı sorunun başka bir yönü de kız çocukların annelerine karşı kandaşla cinsel ilişki saplantısı duymalarıdır. Burada kullanıldığı en geniş anlamıyla erkek çocukların “anne”ye duydukları bu saplantıya, bu ilişkiye katılabilecek her türlü cinsel öğe girer; oysa kızlarda durum hiç de aynı değildir. Kız çocuğun cinsel isteği babasına yöneltilirken bizim anladığımız anlamda kandaşla cinsel ilişki saplantısı annesine yöneltilmiş olacaktır. Kız çocuktaki bu ikiye bölünme anneye karşı duyulan en derin kandaşla cinsel ilişki bağlılığının bile hiçbir cinsel uyarılma izi taşımaksızın var olabileceğini açıkça göstermektedir. Annelerine erkeğin duyabileceği ölçüde yoğun bir kandaşla cinsel ilişki bağıyla bağlanan kadınlarla ilgili pek çok klinik deney vardır.

Anneye duyulan kandaşla cinsel ilişki bağlılığı çoğu kez yalnızca annenin sevgisine ve koruyuculuğuna duyulan özlemi değil ondan korkmayı da belirtir. Bu korku her şeyden önce kişinin gücünü ve bağımsızlık duygusunu zayıflatan bağımlılığın sonucunda doğar; bu korku en ağır gerileme durumlarında gördüğümüz annenin memesine ya da rahmine dönme eğilimlerinden duyulan korku da olabilir. Bu isteklerin hepsi anneyi çocuğun gözünde tehlikeli bir yamyama ya da her şeyi yutan bir canavara dönüştürebilir. Bununla birlikte bu korkuların bazen ille de kişinin gerileme düşlerinin sonucu olarak değil annenin gerçekten yamyam, vampir ya da ölümsever bir kişi olmasından doğabileceğini belirtmek gerekir. Bu tür bir annenin erkek ya da kız çocuğu annesine olan bağlarından kopamadan büyürse o çocuk anne tarafından yutulup yok edilme gibi yoğun korkulardan hiçbir zaman kurtulamayacaktır. Kişiyi delilik sınırına dek sürükleyebilecek korkuları tedavi etmenin tek yolu anneye olan bağın koparılmasıdır. Ne var ki böyle bir ilişki içinde doğan korku aynı zamanda insanın anneye olan bağını koparmasını da çok güç bir duruma getirir. Bu bağımlılık içinde kaldığı sürece kişinin bağımsızlığı, özgürlüğü ve sorumluluğu gitgide zayıflayacaktır.

Şimdiye dek Freud’un kandaşla cinsel ilişki isteklerinin özü olarak kabul ettiği cinsel bağlardan başka bir şey olan anneye duyulan akıldışı bağlılığın ve anneden korkunun ne olduğunu genel olarak anlatmaya çalıştım. Daha önce incelediğimiz olguda görüldüğü gibi bu sorunun da başka bir yönü vardır: Kandaşla cinsel ilişki kompleksi içindeki gerilemenin derecesi. Burada da “anne saplantısı”nın hastalıklı bile sayılamayacak tehlikesiz biçimleriyle “kandaşla cinsel ilişki içinde birlikte yaşama” diye adlandıracağım kandaşla cinsel ilişki saplantısı arasında bir ayrım yapabiliriz.

Tehlikesiz düzeyde anne saplantısının oldukça sık rastlanan bir türünü görebiliriz. Böyle erkekler kendilerini rahatlatacak, onları sevecek, onlara hayran olacak bir kadın ararlar; kadın onlara annelik etsin, onları beslesin, onlara baksın isterler. Bu tür bir sevgi bulamazlarsa hafif bir huzursuzluk ve ruhsal çöküntü duyarlar. Anne saplantısının yoğunluğu az olduğu zaman erkeğin cinsel, duygusal yetisi ya da bağımsızlığı, kişisel bütünlüğü zarar görmeyecektir. Erkeklerin çoğunda bu saplantının izleri kalır; her erkekte rastladığı kadında annesinden bir şeyler bulma isteği vardır. Bununla birlikte bağın yoğunluğu fazlaysa çoğunlukla cinsel ya da duygusal bazı çatışmalar ve belirtiler ortaya çıkar.
Kandaşla cinsel ilişki saplantısının daha ciddi ve nevrozlu olan ikinci bir türü vardır. (Burada değişik düzeylerden söz ederken kısa bir tanımlama yapmaya en uygun olan durumları seçiyorum; aslında böyle ayrılabilecek üç ayrı düzey yoktur; kandaşla cinsel ilişki saplantısının en tehlikesiz türünden en hastalıklı türüne dek uzanan kesintisiz bir akış vardır. Burada tanımladığım düzeyler bu akış içinde belli noktalardır; bu konunun daha gelişmiş bir incelemesine girişilse her düzey en azından birçok “alt düzey”e bölünebilir.) Anne saplantısının bu düzeyinde kişi kendi bağımsızlığını geliştirememiştir. Daha hafif türlerinde bu saplantı kişi için elinin altında annelik yapan, kendisine hizmet eden, hemen hemen hiçbir istekte bulunmayan, insanın koşulsuz bağlanabileceği bir insan gerektirir. Daha ağır türlerindeyse erkek sert anne tipinde bir eş seçer; bu erkek kendini eş-anne’sinin hoşuna gitmeyecek bir şeyi yapmaya hakkı olmayan bir tutsak gibi görür; karısını kızdırmamak için sürekli olarak ondan korkar. Belki bilinçsiz olarak başkaldıracak, sonra kendisini suçlu hissedecek ve eskisinden daha büyük bir bağlılıkla ona boyun eğecektir. Bu başkaldırma kendini cinsel ihanetler, ruhsal bunalımlar, ani öfke patlamaları, ruhsal-bedensel belirtiler ya da genel engellemelerle belli eder. Böyle bir erkek erkekliğinden olduğu kadar cinsel yetersizlik ya da eşcinsellik gibi cinsel rahatsızlıkları olduğundan da ciddi bir biçimde kuşkulanabilir.

Huzursuzluğun ve başkaldırmanın ağır bastığı bu durumdan ayrı olarak anne saplantısının kışkırtıcı erkeksi narsist tutumla karıştığı başka bir tür daha vardır. Çoğu zaman böyle erkekler annelerinin kendilerini babalarına yeğlediğini çok küçük yaşta fark ederler; annelerinin kendilerine hayran olduğunu, babalarını küçümsediğini bilirler. Bu durumda kendilerini, babalarından daha üstün —daha doğrusu her erkekten üstün— olduklarına inandıracak yoğun bir narsisizm geliştirirler. Bu narsist inançları yüzünden kendi büyüklüklerini kanıtlayacak şeyler yapmayı gereksiz bulurlar. Büyüklükleri annelerine olan bağlılıkları üzerine kurulmuştur. Bunun sonucu olarak böyle erkekler ancak koşulsuz ve sınırsız bir biçimde seven bir kadınla ilişki kurdukları zaman değerli bulabilirler kendilerini. En büyük korkuları seçtikleri kadının hayranlığını kazanamamaktır; çünkü böyle bir başarısızlık kendilerine verdikleri narsist değeri temelinden sarsar. Kadınlara karşı korku duysalar da bu korku bir önceki duruma göre daha üstü kapalı bir korkudur; çünkü sevecen bir erkek izlenimi veren narsist kışkırtıcı tutumları ağır basar. Bununla birlikte yoğun anne saplantısının öteki türlerinde görüldüğü gibi burada da anne figürü dışında, erkek ya da kadın olsun, başka birisine karşı sevgi, ilgi ve bağlılık duymak yasaktır. Kişi hiç kimseye ya da hiçbir şeye, bu arada çalışmaya bile ilgi duymamalıdır; çünkü her türlü ilgi anneye yöneltilmiştir. Bu gibi erkekler herhangi bir şeye karşı zararsız bir ilgi duydukları zaman bile kendilerini suçlu duyar ya da anneye olan bağlılıklarından vazgeçemeyecekleri için hiç kimseye bağlanamayan bir “hain” olup çıkarlar.

Anne saplantısının özelliklerini yansıtan bazı düşlere bakalım:
1) Bir adam kendisini plajda yalnız görür. Yaşlıca bir kadın gelip ona gülümser. Kadın işaretle ona memesinden süt emebileceğini söyler.
2) Bir adam düşünde güçlü bir kadının kendisini yakaladığını, derin bir yarın üzerinde tuttuğunu görür; kadın adamı bırakır ve adam düşerek ölür.
3) Bir kadın düşünde bir adamla tanışır; o anda bir cadı belirir ve düş gören kadın büyük bir korku duyar. Erkek bir tüfek alır ve cadıyı öldürür. Kadın (düşü gören kadın) yakalanmaktan korkarak kaçar ve eliyle adamı arkasından gelmeye çağırır.
Bu düşleri uzun uzun açıklamak gereksiz. Birinci düşte en önemli öğe anne tarafından bakılıp beslenme isteğidir, ikincisinde de güçlü anne tarafından yok edilme korkusu vardır; üçüncü düşteyse kadın, bir erkeğe âşık olursa annesinin (cadının) kendini ortadan kaldıracağını ve onu ancak annesinin ölümünün kurtarabileceğini görmüştür.
Baba saplantısı diye bir şey de var mıdır? Gerçekten de bu tür bir saplantının hem erkekler hem de kadınlar arasında görüldüğü kuşku götürmez; bu saplantı kadınlarda bazen cinsel arzularla karışabilir. Bununla birlikte öyle anlaşılıyor ki baba saplantısı hiçbir zaman anne-aile-kan-yeryüzü saplantısında görülen yoğunluğa varmaz. Bazı özel durumlarda baba annenin yerini alsa da normal olarak babanın işlevi anneninkinden ayrıdır. Yaşamının ilk yıllarında çocuğu besleyip ona bakan, çocuğa korunma duygusu veren annedir; bu korunma duygusu da anne saplantısı içindeki kişinin ömür boyu peşinde koştuğu duygudur. Bebeğin yaşamı anneye bağlıdır —bu yüzden ona yaşam veren ya da yaşamı geri alabilecek tek kişi annedir. Anne figürü aynı zamanda hem yaşam verici hem de yaşam alıcı, hem sevilen hem de korkulan kişidir. Öte yandan babanın işlevi daha başkadır. Baba insanların yarattığı yasaları ve düzeni, toplumsal kuralları ve görevleri temsil eder; cezalandıran ve ödüllendiren kişidir. Sevgisi koşula bağlıdır; bu sevgi ancak onun istekleri yerine getirilerek kazanılabilir. Bu yüzden babaya bağlı kişi onun sevgisini ancak istediklerini yaparak kazanmayı umabilir; ama babaya bağlı kişinin deneyimlerinde tam, koşulsuz sevginin, kesinlik ve korunmanın getirdiği sonsuz rahatlık duygusu yoktur. Bundan başka baba merkezli kişide anne saplantısıyla ilgili olarak inceleyeceğimiz yoğun gerilemeye çok az rastlanır.
Anne saplantısının en yoğun düzeyi “kandaşla cinsel ilişki bağları içinde birlikte yaşama”dır. “Birlikte yaşama” ne demektir? Birlikte yaşamanın değişik dereceleri vardır; ama hepsinde ortak bir öğe bulunur. Birlikte yaşama bağlılığı içinde olan kişi bağlandığı “asıl” kişinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. O kişi olmadan yaşayamaz; ilişki tehlikeye girdiğinde aşırı huzursuzluk ve korku duyar. (Şizofreniye yatkın hastalarda bu tür ayrılık birdenbire şizofren bir çöküntüye yol açabilir.) Bağlanan kişinin bağlandığı insan olmadan yaşayamayacağını söylerken ille de o kişinin asıl kişiyle bedensel olarak birlikte kalmak zorunda olduğunu söylemek istemiyorum; kişi bağlandığı erkek ya da kadınla çok az görüşebilir ya da asıl kişi ölmüş olabilir (bu tür birlikte yaşama bazı kültürlerde “atalara tapma” olarak kurumlaştırılmıştır); bu bağlılık temelde duygusal ve düşünsel bir bağlılıktır. Birlikte yaşama bağlılığı içindeki insan için kendisiyle öbür kişi arasındaki ayrımı açıkça görebilmek olanaksız değilse bile çok güçtür. Böyle bir insan kendisini öbür kişiyle bir olmuş, onun bir parçasıymış, onunla kaynaşmış gibi görür. Birlikte yaşama bağlılığı ne denli yoğun olursa iki kişinin birbirlerinden ayrı iki insan olduklarını görebilmeleri o ölçüde güçleşir. Ayrı ayrı insanlar olduklarını görememeleri yüzünden birlikte yaşama bağlılığının aşırı durumları içinde, bağımlı kişinin asıl kişiye olan bağlılığından “bağımlılık” diye söz edilemez. “Bağımlılık” iki kişi arasında açık bir ayrımı öngörür; bu kişilerden birisi öbürüne bağımlıdır. Birlikte yaşama ilişkisindeyse birlikte yaşama bağlılığı içinde olan kişi kendini bağlandığı kişiden bazen üstün bazen aşağı, bazen da onunla eşit görebilir —ama hiçbir zaman kendini ondan ayrı düşünemez. Aslında bu birlikte yaşama bağlılığına en iyi örnek anneyle cenin arasındaki birliktir. Ceninle anne iki ayrı varlıktır ama gene de birdirler. iki kişinin birbirlerine birdenbire birlikte yaşama bağlılığı duyduğu durumlar da az değildir. Bu durumda iki insan bir folie â deux içindedir; paylaştıkları düzen kendi gözlerinde gerçekliği oluşturduğu için folie’lerinin (çılgınlıklarının) farkına varamazlar. Birlikte yaşamanın aşırı geri durumlarında duyulan bilinçaltı istek gerçekte annenin rahmine geri dönebilmektir. Bu istek çoğu kez simgesel bir biçimde okyanusta boğulma arzusu (ya da korkusu) bazen da yeryüzü tarafından yutulma korkusu biçiminde ortaya çıkar: Bireyselliğini bütünüyle yitirme, doğayla bütünleşme arzusu. Bu yoğun gerileme arzusunun yaşama isteğiyle çatıştığı açıktır. Anne rahmine dönmek yaşamdan kopmak demektir.
Anlatmaya çalıştığım şey anne bağlılığının, bir yandan anne sevgisini özlerken bir yandan onun yıkıcılığından korkmanın Freud’un cinsel arzulardan doğduğunu söylediği “Oedipus Bağı”ndan daha güçlü ve daha önemli olduğudur. Bununla birlikte bilinçli algılamalarımızla bilinçaltı gerçekler arasındaki uyuşmazlıktan doğan bir sorun vardır. Bir erkek annesine karşı cinsel arzu duyduğunu anımsıyor ya da düşlüyorsa, içinden bir direnme duygusu yükselir; ama cinsel arzunun ne olduğunu artık bildiğinden cinsel arzusunun değil de bu arzunun nesnesinin bilincine varmayı yadsır. Burada incelemekte olduğumuz birlikte yaşama saplantısına gelince, durum bütünüyle değişiktir: Bir bebek gibi sevilme isteği, tüm bağımsızlığını yitirme isteği, yeniden annenin memesine dönme isteği, giderek annenin rahmine dönme isteği; bütün bu arzular “sevgi”, “bağımlılık” ya da “cinsel saplantı” sözcükleriyle tanımlanamaz. Bütün bu sözcükler, arkalarında yatan insan deneyiminin gücünü yeterince yansıtamaz. Aynı durum “anne korkusu” için de geçerlidir. Bir insandan korkmanın ne demek olduğunu hepimiz biliriz. O kişi bizi azarlayabilir, aşağılayabilir, cezalandırabilir. Hepimiz bu deneyimi geçirmiş, bu duruma az ya da çok gözüpeklikle katlanmışızdır. Ama içinde aslan olan bir kafese sokulduğumuzda ya da içi yılanlarla dolu bir çukura itildiğimizde neler duyacağımızı biliyor muyuz? Kendimizi çaresizlik içinde titrer bir durumda gördüğümüzde duyduğumuz dehşeti anlatacak sözcük bulabilir miyiz? Oysa anne “korkusu”nu oluşturan şey, böyle bir deneyimin ta kendisidir. Burada kullandığımız sözcüklerden dolayı gerçek bilinçaltı deneyimi yakalamamız çok güçleşiyor; bu yüzden insanlar bağımlılıklarından ya da korkularından, çoğu kez ne kastettiklerini bilmeden söz ederler. Bu deneyimi tüm gerçekliğiyle anlatmaya yetebilecek dil, mitolojilerin ve dinlerin düşsel ya da simgesel dilidir. Düşümde karışık korku ve mutluluk duyguları içinde okyanusta boğulduğuna ya da beni yutmak üzere olan bir aslandan kaçmaya çalıştığımı görürsem, düşümün dili gerçekte duyduklarımı aynıyla yansıtır. Elbette kullandığımız gündelik dil yalnızca bilincine varabildiğimiz deneyimleri dile getirmektedir, iç gerçeklerimize inmek istersek gündelik dili unutmaya, unuttuğumuz bu simgeler diliyle konuşmaya çalışmamız gerekir.

Kandaşla cinsel ilişki saplantısının hastalık derecesi, gerileme düzeyine bağlıdır. Bu saplantının en tehlikesiz durumlarında belki hastalıktan bile söz edilemez; olsa olsa kadınlara karşı birazcık fazla bağımlılık eğilimi ya da onlara karşı bir korku söz konusudur. Gerilemenin düzeyi ne denli yoğun olursa bağımlılık da, korku da o denli yoğun olur. En ilkel düzeyde hem bağımlılık hem de korku sağlıklı yaşamayı engelleyecek dereceye varmıştır. Gerilemenin derinliğine bağlı olan başka hastalık öğeleri de vardır. Kandaşla cinsel ilişki eğilimi de narsisizm gibi akıl ve nesnellikle çelişir. Annemle aramdaki canlı bağı koparmazsam, kesinliğin ve korunmanın yarattığı puta tapmaktan vazgeçemezsem, put kutsallaşacaktır. Bu put eleştirilemez. “Anne” yanlış yapamayacağına göre “anne”yle çelişen ya da onun onaylamadığı birisini nesnel olarak nasıl değerlendirebilirim? Saplantının nesnesi anne değil de aile, ulus ya da ırk olduğu zaman yargı ve değerlendirme yetisinin zayıfladığını görmek daha da güçleşir. Bu saplantılar birer erdem olarak kabul edildiklerinden güçlü bir ulus ya da din saplantısı kolayca yan tutucu ya da çarpıtılmış yargılara yol açabilir; bu yargılar aynı saplantıyı paylaşan öteki kişilerce de benimsendiğinden gerçeğin ta kendisi olarak kabul edilir.

Aklın yargılama gücünün çarpıtılmasından sonra kandaşla cinsel ilişki saplantısında en önemli ikinci hastalıklı özellik başkalarını tümüyle insan olarak görememektir. Yalnızca aynı kanı ya da aynı toprağı paylaşan kişiler insandır; “yabancılar” barbardır. Durum böyle olunca ben, kendim de bir “yabancı” olurum; çünkü insanlığı aynı kanı paylaşan topluluğun benimsediği hastalıklı biçiminin dışında algılayamam. Kandaşla cinsel ilişki saplantısı —gerilemenin yoğunluğuyla doğru orantılı olarak— sevme yetisini zayıflatır ya da bütünüyle ortadan kaldırır.
Kandaşla cinsel ilişki saplantısının üçüncü hastalıklı belirtisi de bağımsızlığın kişilik bütünlüğüyle çalışmasıdır. Anneye ve kabileye bağlı kişi kendisi olmakta, istediği şeylere inanmakta, kendini istediği şeylere adamakta özgür değildir. Böyle bir kişi dünyaya açılamadığı gibi onu kucaklayamaz da; anne bağlılığının yerine geçen ırksal-ulusal-dinsel saplantının tutsağı olarak yaşar her zaman. İnsan kendisini her türlü kandaşla cinsel ilişki saplantısından kurtardığı ölçüde doğar; ileriye dönerek kendini ancak o zaman gerçekleştirebilir.

Kandaşla cinsel ilişki saplantısı çoğu zaman ya olduğu gibi görülemez ya da öylesine akla uydurulur ki akıldışı bir yanı kalmaz. Annesine çok bağlı olan kişi kandaşla cinsel ilişki bağını çeşitli yollarla akla uydurabilir: “Anneme hizmet etmek benim görevimdir” ya da “Annem benim için çok şey yaptı, yaşamımı ona borçluyum.” ya da “Annem çok çekti.” ya da “Annem harika bir insan.” Saplantının nesnesi anne değil de kişinin ulusuysa akla uydurmalar gene aynı biçimde işler. Akla uydurmaların özünde kişinin her şeyini ulusuna borçlu olduğu ya da ulusun çok üstün ve olağanüstü olduğu görüşü yatar.
Özetlersek: Annelik yapan kişiye ya da onun yerini alan şeylere —kana, aileye, kabileye— bağlı kalma eğilimi her kadının ve erkeğin içinde doğuştan getirdiği bir özelliktir. Bu eğilim, karşıtı olan eğilimle —doğmak, gelişmek, büyümekle— sürekli bir çatışma içindedir. Normal gelişme durumunda büyüme eğilimi baskındır. Ağır hastalıklı durumlardaysa birlikte yaşama eğiliminin getirdiği gerileme isteği ağır basar; bu da kişinin tüm yetilerini yitirmesiyle sonuçlanır. Freud’un kandaşla cinsel ilişki eğilimlerinin her çocukta bulunabileceği yolundaki görüşü bütünüyle doğrudur. Ne var ki bu görüşün kapsamı Freud’un varsayımlarını aşar. Kandaşla cinsel ilişki arzuları temelde cinsel arzuların bir sonucu değil insandaki en temel eğilimlerden biridir: İnsanın geldiği yere bağlı kalma isteği, özgürlükten korkması, bağlandığı kişi tarafından çaresizlik içinde yok edilme korkusu, her türlü bağımsızlığın yadsınması.

Şimdi bu kitapta incelediğimiz üç eğilimin birbirleriyle olan ilişkilerini karşılaştıracak duruma geldik. Belirtileri çok ağır olmadığı zaman ölüm sevgisi, narsisizm ve kandaşla cinsel ilişki saplantısı birbirinden oldukça ayrıdır; bu eğilimlerden biri çoğu zaman insanda öbürleriyle karışmaksızın görülebilir. Bundan başka bu eğilimlerin hiçbirisi hastalıksız biçimlerinde akıl ve sevgi yetisini büyük ölçüde zayıflatmaz ya da yoğun bir yıkıcılık yaratmaz. (Buna örnek olarak Franklin D. Roosevelt’in kişiliğini ele almak istiyorum. Roosevelt anne saplantısı ve Narsisizmi ılımlı olan, yaşam-severliği ağır basan bir insandı. Tam tersine Hitler de bütünüyle ölüm-sever, narsist ve kandaşla cinsel ilişki saplantısı ağır basan bir kişiydi.) Ama bu üç eğilim ne denli hastalıklı olursa, o denli birbirine karışır. Her şeyden önce kandaşla cinsel ilişki saplantısıyla narsisizm arasında çok yakın bir ilişki vardır. Annesinin rahminden ve memelerinden tümüyle kopmadıkça bireyin başkalarıyla ilişki kurabilme, başkalarını sevebilme özgürlüğü yoktur. O kişiyle annesi (birleşerek) kişinin narsisizminin nesnesini oluştururlar. Bu, en açık biçimde kişisel narsisizmin topluluk narsisizmine aktarılmasında görülür. Topluluk narsisizminde kandaşla cinsel ilişki saplantısının narsisizmle karıştığını açıkça görebiliriz. Tüm ulusal, ırksal, dinsel ve siyasal bağnazlıklarda görülen gücün ve mantıksızlığın nedeni de bu özel karışımdır.
En ilkel biçimlerinde kandaşla cinsel ilişki bağlarıyla birlikte yaşama ve narsisizm ölüm sevgisiyle karışmış olarak ortaya çıkar. Rahme ve geçmişe dönme özlemi aynı zamanda ölüm ve yıkım özlemini gösterir. Ölüm sevgisi, narsisizm ve kandaşla cinsel ilişki bağlarıyla birlikte yaşamanın aşırı biçimleri birbirlerine karıştığında “çürüme belirtisi” diye adlandırdığım durum ortaya çıkar. Bu hastalığın kurbanı olan insan gerçekten kötü bir insandır; çünkü yaşama ve gelişmeye sırtını dönmüş kendini ölüme ve hastalığa adamıştır. “Çürüme belirtisi”nin kurbanı olduğu belgelerle saptanan kişiye en iyi örnek Hitler’dir. Hitler, daha önce de belirtildiği gibi, ölüme ve yıkıma doğru kuvvetle çekilen, tanıdığı tek gerçeklik kendi istekleri ve düşünceleri olan aşırı narsist bir insandı. Üstelik Hitler yoğun kandaşla cinsel ilişki bağları içinde yaşayan birisiydi. Annesiyle ilişkisi ne olursa olsun Hitler’in kandaşla cinsel ilişki saplantısı en çok ırkına, aynı kanı taşıyan insanlara duyduğu bağnaz bağlılıkta ortaya çıkmıştır. Hitler kanının zehirlenmesini engelleyerek Alman ırkını kurtaracağı fikrine saplanmıştı. Mein Kampf’ta (Kavgam’da) belirttiği gibi Alman kanını her şeyden önce frengiden, sonra da Yahudi kanıyla karışıp kirlenmekten kurtarmak istiyordu. Hitler gibi birisini insanlığın ve yaşamın en büyük düşmanlarından biri yapan şey narsisizm, ölüm ve kandaşla cinsel ilişki saplantısının oluşturduğu ölümcül karışımdır. Bu üç özelliğin karışımı en özlü biçimde Richard Hughes’un The Fox in the Attic (Tavanarasındaki Tilki) adlı kitabında anlatmıştır.

Hitler’in, kendinden başka bir ben tanımayan “Ben”i, özde “Başka birisi”nin varlığını kabul etmeyi gerekli kılan cinsel birleşme eylemine zedelenmeden nasıl girebilirdi zaten? Onun saplantılı inancına göre Ben hiç eksiksiz, evrenin biricik yaşam merkezi, evrende bulunan ve o zamana dek var olan tek gerçek somut istem demek değil miydi? Çünkü Hitler’in içteki üstünlük “gücü”nün ardında yatan mantıksal neden şuydu: Yalnız Hitler vardı. “Ben, benden başkası değilim.” Evrende ondan başka kimse yoktu, yalnızca nesneler vardı; bu yüzden onun gözünde “kişilik” zamirlerinin hiçbiri duygusal bir içerik taşımıyordu. Bu görüş Hitler’in tasarlama ve yaratma hareketlerinin çapını hiçbir denetleme olmaksızın korkunç bir biçimde genişletti: Bu tür bir mimar için siyaset alanına el atmak çok doğal bir şeydi; çünkü o, el attığı yeni nesnelerdeki değişik yanı görmüyordu: Bu “insanlar” öteki araçlar ve taşlar gibi yalnızca kendisine öykünen “nesneler”di. Her aracın bir sapı vardı —bu yeni nesnelerin de kulakları vardı. Ve taşları sevmek, onlardan nefret etmek, onlara acımak (ya da onlara doğruyu söylemek) saçmaydı.

Öyleyse Hitler’in kişiliği çok az rastlanan bir hastalık içindeydi; hiçbir gölgesi bulunmayan bir egoydu onunki. Anormal koşullarda böyle bir ego klinik bakımından sağlıklı kabul edilebilecek olgun, ergin bir zekâyla yaşayabilecekken Hitler’inki az rastlanır bir biçimde hastaydı (bu, yeni doğmuş bir bebekte oldukça normal kabul edilebilecek, çocukluk dönemine taşabilecek bir hastalıktır). Hitler’in ergin “ben”iyse şöyle gelişmişti — hastalıklı bir urun büyümesi gibi kocaman ama biçimsiz bir büyüme… Bu, aklını yitirmiş, acılar içindeki yaratık yatağın içinde dönüp duruyordu…
“Rienzi gecesi”, operadan sonra Linz kıyısında Freinberg’de geçirdiği gece: Çocukluğunun en önemli gecesi oydu kesinlikle; çünkü içindeki yalnızlıkla her şeye yetme gücünü o gece doğrulamıştı kendine. Bir anlık bir zaman kesiminde dünyanın tüm zenginliklerini ve güçlerini görmeseydi, o karanlıkta o yüksek yere çıkmayı göze alabilir miydi? Orada eski kutsal kitaptan bir soruyla karşılaştığında tüm varlığıyla “evet” demeden edebilir miydi. Yüksek dağın tepesinde Kasım yıldızlarının tanıklığı altında; sonuna dek götüreceği o pazarlığı yapmamış mıydı? Oysa şimdi… şimdi Rienzi gibi dalganın tepesinde uçarcasına giderken kendisini gittikçe daha çok kabararak Berlin’e dek taşıması gereken o dayanılmaz dalga, o yükseklik kırılmaya başlamıştı: Kıvrılıp kırılıp üzerine yıkılmıştı, onu yerlere çalmıştı, gürüldeyen, derin yeşil suların arasına atmıştı.
Yatağında delicesine dönerken nefes nefese kaldı —suda boğuluyordu (Hitler’in her zaman en çok korktuğu şeydi bu). Boğuluyor muydu? Öyleyse… Linz’de Tuna’nın üstündeki köprüde kendini öldürmeyi düşünen çocuğun bir an titremesi… demek ki o melankolik çocuk çok eskilerde kalan o günde gerçekten atlamıştı suya; o günden bu yana olanların hepsi birer düştü yalnızca! Öyleyse şimdi boğulan, aldanan kulaklarında uğuldayan bu ses Tuna’nın sesiydi.
Çevresini saran yeşil, ıslak aydınlıkta yukarıya dönük ölü bir yüz yaklaşıyordu ona doğru: Bu ölü yüzde kendisininki gibi hafifçe patlak, açık kalmış iki göz vardı: Ölmüş annesinin son olarak beyaz yastığın üzerinde gördüğü açık kalmış, ak gözleriydi bunlar. Ölmüş, ak ve boş; kendisine karşı en küçük bir sevgi izi bile kalmamıştı içlerinde.
Oysa şimdi bu yüzler çoğalıyordu —dört bir yanını sarıyordu suda. Öyleyse annesi bu suydu, kendisini boğan bu sulardı annesi!
Bunu anlayınca debelenmekten vazgeçti. Annesinin karnındaymış gibi, dizlerini karnına doğru çekti, kendini öylece boğulmaya bıraktı. Hitler, uyumuştu sonunda.
Bu kısa alıntıda “çürüme belirtisi”ni oluşturan tüm öğelerin ancak büyük bir yazarın başarabileceği biçimde bir araya getirildiğini görüyoruz. Hitler’in narsisizmini, boğulma özlemini —su annedir— ölüme karşı duyduğu ve ölmüş annesinin yüzüyle simgelenen özlemi buluyoruz. Anne rahmine dönme isteği, Hitler’in anne karnındaki bebek gibi dizlerini çenesine çekmesiyle simgelenmiştir.

Hitler “çürüme belirtisi” gösteren ünlü kişilerden yalnızca biridir. Şiddet, nefret, ırkçılık ve narsist ulusçulukla beslenen ve bu belirtinin kurbanı olan daha pek çok insan vardır. Bunlar şiddete, savaşa ve yıkıma “gönülden inananlar”a önderlik ederler. Bunların arasında gerçek amaçlarını açıklayanlar ya da bu amaçların bilincine varanlar ancak en dengesiz, en hasta olanlardır. Çoğu eğilimlerini yurtseverlik, görev duygusu, onur vb. diye akla uydurmaya çalışır. Ne var ki uluslararası savaşlarda ya da iç savaşlarda olduğu gibi normal uygar yaşam biçimleri bozulunca bu tür kişiler artık bu yoğun arzularını bastırma gereksinmesini duymayacak, nefrete övgü şarkıları söyleyecek, dirilecek, ölüme hizmet edebilmek için tüm güçlerini ortaya dökeceklerdir. Gerçekten de savaş ve şiddet havası “çürüme belirtisi” içindeki insanın kendisini bulduğu ortamdır. Bu belirtinin harekete geçirdiği insanlar büyük bir olasılıkla nüfusun küçük bir kesimini oluşturur. Ne var ki bu tür kişiler de, bu dürtülerle harekete geçmeyen insanlar da gerçek dürtülerin farkında değildirler; bu yüzden “çürüme belirtisi” taşıyan kişiler gerginlik, çatışma, soğuk ve sıcak savaş zamanlarında salgın bir hastalığın, nefret salgınının taşıyıcıları olurlar. Bu yüzden bu kişileri şu gerçek özellikleriyle tanımak çok önemlidir. Bu kişiler kendi topluluklarının gereksinmeleri dışında gerçek tanımayan, bağımsızlıktan korkan, ölümsever kişilerdir. Bu insanları toplumdan ayırarak cüzzamlılar gibi, belli bir yere kapatmak gerekmez; normal insanlar bu kişilerin bağnaz akla uydurmalarının ardında yatan eğilimlerin sakat ve hasta olduğunu görebilirlerse yeterli olacaktır bu; o zaman normal insanlar bu kişilerin hastalıklı etkilerine karşı belli bir bağışıklık geliştirebilirler. Elbette bu bağışıklığı kazanabilmek için şunları çok iyi bilmek gerekir: Bu insanların söylediklerini gerçeklik olarak kabul etmemek; insanların yakalanabileceği böyle bir hastalığın kurbanı olan bu kişilerin yanıltıcı akla uydurmalarının aslında yaşam bitmeden önce yaşamın yadsınmasından başka bir şey olmadığını görebilmek.

Burada verdiğimiz ölümsevgisi, narsisizm ve kandaşla cinsel ilişki saplantısı çözümlemesinin Freud’un kuramıyla bağıntılı olarak ortaya koyduğumuz görüş açısından bir kez daha ele alınması gerekir; ama bu karşılaştırma burada kitabın boyutları açısından, kısa tutulacaktır.

Freud’un düşüncesi libido gelişmesinin evrimsel çizgisine dayanıyordu. Bu çizgide gelişme narsist eğilimden başlıyor, oral-alıcı, oral-saldırgan, anal-sadist evrelerden geçerek erkek —ve kadın— cinsel organının özelliklerini yansıtan eğilimlere dek uzanıyordu. Freud’a göre akıl hastalarının en ağır biçimleri libido gelişmesinin ilk evrelerinde görülen bir saplantı (ya da bu evrelere doğru gerileme) nedeniyle ortaya çıkan hastalıklardır. Bu sıralamanın sonucu olarak, anal-alıcı evreye doğru gerileme, anal-sadist evreye doğru gerilemeden daha ciddi bir hastalık olarak kabul ediliyordu. Bununla birlikte ben bu genel ilkenin gözlemlenebilir klinik gerçeklerle doğrulandığını görmedim. Oral-alıcı eğilim kendi içinde, yaşama anal eğilimden daha yakındır; bu yüzden genel olarak anal eğilimin oral-alıcı eğilime göre ciddi hastalıklara daha sık yol açtığı görülebilir. Dahası, taşıdığı sadizm ve yıkıcılık öğeleri yüzünden oral-saldırgan eğilimin ciddi hastalıklara yol açma olasılığı oral-alıcı eğilimden daha büyüktür. Bunun sonucu olarak Freud’un çizgisinin tam tersi bir gelişim çizgisine ulaşabiliriz. Bu durumda hastalıkların en hafifi, oral-alıcı eğilimin doğurduğu hastalık olacaktır; bundan sonra da oral-saldırgan ve anal-sadist eğilimlerde görülen ciddi hastalıklar gelecektir. Genetik açıdan gelişme sırasının oral-alıcıdan başlayarak oral-saldırgan ve anal-sadist eğilime doğru geliştiğini savunan Freud’un görüşünü doğru kabul edersek Freud’un daha ilkel bir evrede saplanıp kalmanın daha ciddi bir hastalığa yol açacağı görüşünü de yadsımamız gerekir.

Bununla birlikte ben bu sorunun evrimsel açıdan ilkel eğilimlerin daha ciddi hastalık belirtilerine yol açtığını savunan varsayımlarla çözülemeyeceğine inanıyorum. Benim görüşüme göre her eğilimin kendi içinde normalden en ilkel hastalıklı düzeye dek uzanan çeşitli gerileme düzeyleri vardır, örneğin oral-alıcı eğilim genel olarak olgun bir kişilik yapısıyla, başka deyişle yüksek bir verimlilikle bütünleştiğinde ılımlı bir eğilim olabilir, öte yandan bu eğilim aşırı derecede yoğun bir narsisizm ve kandaşla cinsel ilişki bağları içinde birlikte yasama saplantısıyla birleşmiş olabilir; bu durumda oral-alıcı eğilim, aşırı bağımlılığı ve hastalıklı saplantıyı gösteren bir eğilim olacaktır. Aynı durum normal anal kişiliğin ölüm-sever kişilikle karşılaştırılmasında da geçerlidir. Bu yüzden ben, hastalığın libido gelişmesindeki çeşitli düzeyler arasında gözetilen ayrıma göre değil her eğilimin (oral-alıcı, oral-saldırgan vb.) kendi içinde belirlenebilecek gerileme düzeylerine göre saptanmasını öneriyorum. Şunu da unutmamak gerekir Burada yalnızca Freud’un bu evreleri gösteren cinsel zevk bölgelerinden kaynaklanan eğilimleri (benimseme biçimlerini) değil benimseme biçimleriyle belli bir yakınlığı olan (sevgi, yıkıcılık sado-mazoşizm gibi) kişisel ilişki biçimlerini düşünüyoruz. Böylece örneğin oral-alıcı eğilimle kandaşla cinsel ilişki eğilimi arasında, anal eğilimle de yıkıcı eğilim arasında bir yakınlık vardır. Bu kitapta ben benimseme biçimlerinden çok kişisel ilişkilerle ilgili (narsisizm, ölüm sevgisi, kandaşla cinsel ilişki eğilimi —”toplumsallaşma biçimleri”) eğilimlerin üzerinde duruyorum; ne var ki bu iki eğilim arasında da bir ilişki vardır. Ölüm sevgisiyle anal eğilim arasındaki bağlantı bu kitapta oldukça ayrıntılı bir biçimde gösterilmiştir. Aynı bağlantı yaşam sevgisiyle “cinsel kişilik”, kandaşla cinsel ilişki saplantısıyla oral kişilik arasında da vardır.

Burada anlatılan üç eğilimin her birinin çeşitli gerileme düzeylerinde ortaya çıkabileceğini gösterdim. Her eğilimin içindeki gerileme ne denli yoğun olursa bu üç eğilimin birbiriyle bütünleşme olasılığı da o denli artar. Aşırı gerileme durumunda bu eğilimler birleşerek “çürüme belirtisi” diye adlandırdığım hastalığı oluşturur. Öte yandan normal olgunluk düzeyine erişmiş bir kişide de bu üç eğilim birleşebilir. Ölüm sevgisinin karşıtı yaşam sevgisi, narsisizmin karşıtı sevgidir; kandaşla cinsel ilişki saplantısıyla birlikte yaşama’nın karşıtıysa bağımsızlık ve özgürlüktür. Bu üç eğilimin birleşerek oluşturduğu belirtiye “büyüme belirtisi” diyeceğim.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz