Evrimci bakış açısına göre sorulması gereken soru şudur: Bir tür içinde belirgin bir fiziksel ya da psikolojik özellik, uyarlanabilir bir işlevi yerine getirebilir mi, yani bireyin ya da türün hayatta kalabilmesini destekler mi? Bu düşünce düzeni içinde çok sayıda yazar rüya görmenin pozitif bir işlevi yerine getirdiğini söylemişlerdir. On dokuzuncu yüzyılda, sözgelimi, düşsel faaliyetin zihni uykuda dinlendirdiği ya da gereksiz bilgilerden arındırdığı iddia edilmiştir (Freud’un göndermeler yaptığı Burdach ve Robert tarafından desteklenen tezler, 1900). Bu tezlerden İkincisi bir yüzyıl sonra başka bir terminolojiyle Crick ve Mitchison tarafından yinelenmiştir (1986). Bu iki araştırmacıya göre sinir ağlarını işgal eden gereksiz bilgilerden kurtulmak için rüya görürüz. Bu öğrenmeme süreci gereksiz bilgilerle dolu bir bilgisayar dosyasını silmek gibi bir şeydir. Çok farklı bir düşünce düzleminde Freud rüyaların işlevinin bastırılmış arzulara (psikanalizin babasına özgü, hemen hemen her zaman cinsellik, anne ve babayla ilişkili arzular) göre sembolik bir tatmin sağlama olduğunu ileri sürmüştür. Bu arada rüya, uyuyan kişiyi uyandırma arzularını engelleyerek “uykunun bekçisi” işlevini de yerine getirebilir. Gerçekten de rüyaların incelenmesi göstermiştir ki bu bağlamda ilgi, arzu, korku ve takıntılardan oluşan bir yelpaze söz konusudur. “Uykunun bekçisi” kavramına gelince, bu kavram doğrulanmış gözükür ama burada nedenler Freud’un öne sürdüklerinden farklıdır: Kurgusal bir dünya hayaline dalma olgusu uyku için pek uygun olmayan kuşatıcı bir dünyanın, uyaranlarının ve endişelerinin unutulmasını sağlar.
Adler (1927) ve ondan sonra başkaları (sözgelimi, Breger, 1967) duygusal ya da bilişsel sorunların çözümü işlevinden söz etmişlerdir. Öte yandan, uyku esnasında yüksek bilişsel işlevlerin zayıflaması dikkate alındığında rüya görürken çözülen problemler konusunda çok az örnek vardır elimizde (Montangero, 1999). Bununla birlikte herhangi bir buluşlarının bir rüya sayesinde olduğunu söylemiş olan bazı araştırmacılar, sanatçılar ve bilim insanları da olmuştur. Aslında bir rüyanın ya da keşfin içeriği irdelendiğinde gözlemlenen şey, çoğu zaman, uyarıldığında bir keşfe götürmüş olan düşsel bir içerik düşüncesidir. Sözgelimi dikiş makinesini icat eden Elias Howe bir rüya görünceye kadar işlevsel bir makine tasarımı geliştirememiştir. Bir gece rüyasında mızraklı savaşçılardan oluşan bir topluluğun arasında elleri kolları bağlanmış şekilde “vahşiler” in esiri olduğunu görür. Mızrakların ucunda delik vardır, bütün mızraklar bu deliklerden geçen bir iple birbirlerine bağlanmıştır. Uyandığında ve dikiş makinesi sorununa bir çözüm aradığı sırada bir şeyi fark eder: eğer, rüyasında gördüğü gibi iğnenin ucuna bir delik açılırsa makine çalışabilir.
Jung’a göre rüyanın iki işlevi vardır: davranışları ve uyanıkken düşünülen şeylerin içeriklerini dengelemek ve ileride karşılaşılacak durumlarla mücadele etmek için hazırlanmak (Jung, 1944). Aslında çok az sayıda rüya telafi edici özellikler taşır: Korkak bir kişi kimi zaman rüyasında cesur olduğunu görür ve sosyal fobileri olan biri rüyasında kendine güvenli bir biçimde toplum içinde konuştuğunu görebilir. Gelecekteki bir olayla ilgili rüyalar ise nispeten daha sık görülür ama böyle bir olaya hazırladıklarını kanıtlamak zordur. Gene rüya ve uykuya mal edilen, insan karakterinin ve doğasının düzenlenmesi işlevinden de söz edilebilir (Kramer & Roth, 1980). Günümüzde bazı yazarlar ve araştırmacılar bu işleve yaptıkları göndermelerini korkunun, veren bir uyarana eğer uzun süreliyse alışma yoluyla dışlanması olgusuna dayandırmışlardır; bu, davranış psikoterapisinin yararlandığı bir fikirdir. Bazı kabuslar ve kötü rüyalar uyanıldığında daha az sıkıntı veren koşulları sağlayabilir. Bu varsayımın deneysel olarak doğrulanması girişimleri çelişkili sonuçlar doğurmuştur.
Jouvet’ye (1992) göre soyaçekime bağlı olarak önceden programlanmış bireysel özellikler, ortamın etkisiyle değişebilir ve rüyanın genetik programımın güçlendirme ve bireyin özgünlüğünü sağlama gibi bir etkisi olabilir. Bununla birlikte Jouvet açısından bakıldığında “rüya” terimi belirsizdir çünkü REM uykusu esnasında hem beynin psikolojik durumunu hem de zihinsel içerikleri ifade eder. Oysa hipotezinde, genetik yeniden programlamada rol oynayan, rüyaların içerikleri değil, beynin özel bir biçimde etkin olmasıdır. Jouvet’nin özgün kişilik özelliklerinden sorumlu genlerin etkin olmadıklarını düşünmesini ve bu işlevi içgüdüsel tavırları belirleyen genlerin yerine getirdiklerini söylemesini anlamak zordur. Bütün psikoterapi uzmanları gerekli durumlarda kişilik özelliklerini yumuşatmanın zor olduğunu söyleyebilir çünkü bunlar son derece gelişmiş ve katıdır. Bu belirgin özellikler yoğunlukları pek fazla olmasa da ortamın etkilerine çok fazla duyarlı değillerdir. Sözgelimi öfkeli ya da çapkın biri yaşamı boyunca bu eğilimlerini koruyacaktır.
Rüyanın uyarlayıcı işlevi üstüne başka birçok teori vardır. Biz burada, yirmi birinci yüzyıl başında çok sık sözü edilen iki tanesini anıyoruz sadece. Öncelikle uykunun, olayların ve şeylerin belleğe yerleşmesine yardımcı olduğu düşüncesi uzun zaman önce ortaya çıkmıştır bu düşünce (Jenkins & Dallenbach, 1924)kapsamı genişletilerek rüyayı da içine almıştır. Paradoksal ya da non-REM uykusunun bellek üstündeki pozitif rolü belgelerle kanıtlanmıştır (Fogel ve ark., 2007; Smith ve ark., 2004; sonuçların bir özeti için bkz. Wamsley ve Stickgold, 2011). Birçok deney göstermiştir ki bir öğrenmeden sonraki uyku çeşitli alanlarda öğrenilmiş rollerin anısını korur; sözlü öğretim, duyusal motor rollerin öğrenilmesi (mevzuat belleğiyle ilgili) vb. Kemirgenlerle ilgili sayısız araştırma uyanıkken gerçekleştirilen yeni bir deneyimin, daha sonraki uyku safhasında beyinsel düzeyde tekrarlandığını göstermiştir dolayısıyla öğrenme ya da araştırma sırasında harekete geçirilen beyinsel konfigürasyonlar uyku esnasında yeniden harekete geçirilmişlerdir. Bunlar daha hızlı ve daha kısadır ve bazı durumlarda sözgelimi iki rolün öğrenilmesi çakışabilirler. Bu yeniden harekete geç(iril) me durumu yavaş uykuda, özellikle uykuya dalmadan kısa süre sonra gerçekleşir.
Dolayısıyla uykunun işlevlerinden biri bellekteki kırılgan izleri uzun vadeli bellek anılarına dönüştürerek gücendirmektir. Hatırlamayı destekleyen yapıların yeniden örgütlenmesi söz konusudur; hatırlama artık hipokampüse değil, korteksin yapılarına bağlıdır. Uyku esnasmda olup bitenler sadece öğrenilmiş olanın düzenlenmesi değil, mevcut hatıralara yeni bilgilerin eklenmesi ve de özel olarak kodlanmış verilerden hareketle genel fikrin (bir kavram) çıkarılmasıdır.
Günümüzde oldukça çok sayıda uyku nörobiyoloğu belleğin güçlendirilmesi düşüncesini, uykunun hatırlama üstündeki etkisini yaygınlaştırmak rüyayı da kapsayacak şekilde genelleştirmektedir. Yıllardır desteklenen bu hipotez birtakım gelişmeler sağlamıştır. Sözgelimi Amerikalı psikanalist (Palombo, 1978) oldukça ilginç bir teori geliştirmiştir. Buna göre rüyalar, bir sınıflandırma yapmak amacıyla yeni deneylerle eski anıları karşılaştırmaya yarar. Rüyaların tuhaf ve uygunsuz özellikleri, büyük olasılıkla, bu yeni ile eski unsurların karışmasından oluşmaktadır. Wamsley ve Stickgold (2011) benzer bir tezi savunmuştur. Onlara göre bu düşünceyi doğrulayan iki deney vardır. Bu deneyler göstermiştir ki bir uyku safhasından önce öğrenilen bir rolle ilgili performanslar, öğrenmeyle ilgili içerikler rüyada görüldüğü takdirde en iyi performanslara dönüşürler. Bu iki deneyden bir tanesi şöyledir: potansiyel bir labirenti (3D) öğrenmek, daha sonra bir buçuk saat uyumak. Uyuyanlar üç kez uyandırılmışlar ve düşüncelerini yazmışlardır. Labirentle ilgili zihinsel içeriklere sahip olanlar, amacın gerçekleştirilmesi bağlamında, bu tür içeriklere sahip olmayanlara ya da bir buçuk saat uyumayanlara göre daha başarılı olmuşlardır. Sonuç: düşsel deneyim, performansların iyileşmesini sağlayan anı ağlarının yeniden etkin olmalarım sağlar.
Bana göre eğer rüyalar bir beyin etkinliğini yansıtsalar da bu onların işlevlerinin bu işi yapmak olduğunu göstermez. Öğrenmeyle ilişkili bir unsurun bu öğrenmeyi mükemmelleştireceğini düşünmenin nedeni pek anlaşılmamaktadır. Sözgelimi kayakla ilgili bir video oyunun öğrenilmesinde bir kimse, birkaç dakika uyuduktan sonra odun yığdığını ve bu olayın bir kayak istasyonu’nda geçtiğini görür: rüyası video oyununda başarılı olmak için bilinmesi gereken şeyler konusunda hiçbir şeyi hatırlatmaz. Öte yandan rüya içeriklerinin rolü ne olursa olsun, bunların sadece çok küçük bir bölümü son öğrenilen şeylerle ilişkilidir. Sözgelimi uyuduktan kısa süre sonra uyandırılan birçok denekte Tetris oyunuyla ilgili olarak öğrenilmiş şeylere rastlanmıştır (Stickgold ve ar.ı, 2000). Ama bu içeriklere çoğu zaman rüyalarda ya da hipnagojik görüntülerde uyuklama sırasında ortaya çıkan görüntüler rastlansa da bunlar anlatılanların ancak %10’una denk düşerler.
Çok sözü edilen bir başka teoriye göre de rüyaların bize ölümcül tehlikeleri haber verme ve bizi bu tehlikelerden korumaya yardımcı olma gibi bir işlevi vardır (Revonsuo, 2003). Bu varsayımın altı pek dolu değildir ve olaylarla doğrulanmamıştır. Ölümcül bir kaza durumunda korunma davranışları (kaçmak, mücadele etmek ya da gizlenmek) doğuştan gelen özellikler gibi gözükmektedir: saniyenin onda biri kadar bile olmayan bir süre içinde bir kısa devreyle tetiklenir. Yakın bir yerde bir patlama duyulduğunda ya da tehlikeli bir hayvan veya bir kamyon görüldüğünde hızlıca kaçmak, elini ayağını toplamaya çalışmak yinelemelerle öğrenilmesi gereken hareketler değildir. Rüya tehlikelerinin simülasyonu işlevi düşüncesi olaylarla doğrulanmamıştır. Öncelikle kurtarıcı tepkilere rüyaların içeriklerinde çok az rastlanır. Sözgelimi kabus görenler çoğu zaman rüyalarından uyanırlar çünkü rüyalarında tehlikeden kaçmayı başaramazlar (Zadra & Donderi, 2003). İkincisi, ölümcül tehlikeler rüyaların çok küçük bir bölümünde görülür. Bir araştırmaya göre, testten geçirilen insanların sadece %8’i bu tür tehlikeleri gerçekçi bir biçimde hatırlamıştır (Malcolm-Smith & Solms, 2005). Üçüncüsü
Revonsuo’nun anlattığı deney olguları inandırıcı değildir. Sözgelimi Gazze şeridinde, çoğu zaman savaş şartlarında yaşayan Filistinli çocuklar rüyalarında Maveraiürdün’de yaşayan Filistinli gençlere oranla daha az şiddet ve tehlike içeren rüyalar görürler. Rüya tehlikeleri simülasyonu işlevi tezini destekler gibi gözüken bu sonucun açıklaması daha basittir. Bir yanda, insanın uyanıkken uğraştığı ve ilgilendiği şeylerin rüyada görülmesi söz konusudur. Öte yanda, ölümcül tehlike deneyimi bir travmadır ve bunlar rüyalarda sık sık görülürler ama bir travma rüyası görmek travmayı atlatmaya yardımcı olmaz; bu, travma durumunun duygusal etkisinin sonucudur. Nihayet, tehlikelerin nasıl sezileceği ve bunlardan nasıl kaçılacağının öğretilmesinin hiçbir işe yaramayacağı çocuklar varsa eğer bunlar, kesinlikle savaş döneminde yaşayan ve bu tür durumların deneylerinden sık sık geçen çocuklardır.
Rüyaların rolü
Dolayısıyla, sonuç olarak rüyaların önemli bir uyarlayıcı işlevi olduğunu söyleyebilmek kesinlikle mümkün değildir. Rüyalarım hatırlamayanlar ve dışarıdan müdahaleyle uyandırılmalarına rağmen hatırlamakta zorluk çekenler açık seçik bilişsel ya da duygusal boşluklardan sıkıntı çekmezler. Evrimci bir görüş açısından bakıldığında rüya görmek insanların hayatlarını sürdürmeleri bağlamında gerekli bir rol değildir ama bilişsel bir kapasitenin varlığının bir sonucudur; bilişsel kapasite ise yaşamsal önemi olan bir olgudur: anlamsal ya da sembolik işlev. Geçmişteki sahneleri zihinde canlandırabilmek ve bunları başkalarıyla paylaşmak tehlikeleri ya da yanılgıları saf dışı etmeyi sağlar ve gerekli çarelerin bulunmasını kolaylaştırır. Gelecekle ilişkili muhtemel senaryoların önceden kestirilmeleri de aynı rolü oynar.
Öte yandan rüyaya gerekli bir işlev atfetmemek rüyanın yararlı etkileri olduğunu kabul etmenin önünde bir engel oluşturmaz; şunu belirtelim ki, burada söz konusu olan doğrulanması gereken hipotezlerdir.
■ Bilişsel açıdan bakıldığında, rüyalarda algıları çözmek, büyük olasılıkla, etkileri ve tepkileri düşünmek bizi uyanır uyanmaz, algılanan gerçekliklere doğrudan uyum sağlama konusunda daha başarılı duruma getirir. Öte yandan uyanıkken düşündüğümüz şeylerin ayrı tuttukları unsurların
bir araya getirilmeleri sayesinde kısmen özgün olan içerikleri saatlerce düşünmek, ünlü bir deyimin (La nuit porte conseil 1) ve eski bir sorunun niçin yeni bir yöntemle ele alınabildiğini çok iyi bir şekilde açıklayabilir.
■ Duygusal açıdan bakıldığında rüyaların düzenleyici bir işlevi olması bu konu üzerine yeni araştırmaların yapılmasını gerektirmektedir. İnsanın normal mizacı ile bazı rüyalarını süsleyen mizacı arasında kısır döngü oluşturan bir nedensellik vardır. Depresifler ve travma sonrası rahatsızlıkları olanlar sürekli kabus görürler ve bu kabuslar bu insanların kırılganlık duygusunu ve karamsar dünya görüşlerini açığa vurur. Kabuslar ve kötü rüyalar da bu insanların normal mizaçlarını büyük ölçüde bozar. Kısır döngü oluşturan bu nedensellik rüya gören kişinin olanaklarını, zenginliklerini ya da başkalarına ve daha genel olarak da hayata olan güvenini gösteren pozitif rüyaların bir bölümü için kesinlikle geçerlidir.
Çocukta rüya olgusu üstüne en eksiksiz ve kesin araştırmaları Foulkes (1982) yapmıştır; Foulkes bu çalışmaları laboratuvarda, gecenin belli saatlerinde uyandırma yöntemiyle gerçekleştirmiştir. Bu araştırmacı ilk başta uzunlamasma bir yöntem uygulamış, yaşları farklı çocukları karşılaştırmıştır. Çocuklar toplam beş yıl süren bir program dahilinde iki yılda bir laboratuvara gitmişlerdir. Üç yıllık bir süre içinde laboratuvarda farklı zamanlarda dokuz gece geçirmişler ve geceleri üç kez uyandırılmışlardır. İki grup çocuk incelenmiştir: Birinci grup deneyin başında 34, deneyin sonunda da 15-16 yaş aralığındaki çocuklardan; ikinci grupsa deneyin başında 911, sonundaysa 15-16 yaş arasındaki çocuklardan oluşmuştur. Yani bu araştırma 34 ile 15 yaş aralığındaki çocukları kapsamaktadır. Araştırmacılar, anlatılan rüyaların dışında çocuklardan uyanıkken aldıkları bütün davranış verilerinden yararlanmışlardır: deneklerin heyecanları ve bilişsel tavırları. Foulkes ve ekibi, on yıl sonra yatay bir inceleme yapmış ve yaşları farklı çocukları karşılaştırmışlardır (dört yaş grubuna ayrılmış çocuklarla birlikte: 5, 6, 7, 8 yaş) (Foulkes ve ark.. 1990). Bu çocuklar aynı yıl içinde üç kez laboratuvara gitmişlerdir.
İki araştırmacı çocukta rüya olgusunun özellikle 35 ve 89 yaşları arasında belirgin bir değişim gösterdiğini kanıtlamışlardır. Bu bağlamda rüya anlatılarının uzunluğu, anlatıma dayalı olan yapıları ve içeriklerinin özellikleri söz konusudur. 9 yaşma kadar, uyandırılmalar esnasında rüyaların hatırlanması sıklığı yetişkinlerde gözlemlenenlerin çok altındadır. 35 yaş arasında rüyalarda hayvan görme sıklığı çok yüksektir. Rüya anlatıları çok ender, çok kısadır ve ayrıca sosyal etkileşim, kinematik özellikler (yer değiştirmeler, hareketler ve sürekli olaylar) ve rüya görenin olaylara katılımı açısından zayıftır. Özetle küçük çocuklar çok ender rüya görür ve bu rüyalar henüz başlangıç aşamasındadır, yetişkinlerde ve daha büyük çocuklardaki özelliklerden yoksundur. Bir örnek verelim; 5 yaşlarındaki Dean’in ilk yılında gördüğü iki rüyadan biri:
“Küvette uyuyordum”
“Evindeki küvet miydi?”
“Evet.”
“Rüyanda senden başka biri var mıydı?”
“Hayır.”
“Kendini görebiliyor muydun, yani içinde, senin bedeninle birlikte bir küvet imgesi var mıydı?” “Hayır.”
“Nasıl hissediyordun?”
“Memnundum”
Daha sonra bir soru geliyor: Çocukların ender rüya görmeleri ve rüyalarından çok az şey hatırlamalarının nedeni çok az gelişmiş bir hafıza ve dil becerileri değil midir? Foulkes insanın gece uyandığında gördüğü rüyayı anlatabilmesinin dil ve hafıza testlerinin sonuçlarıyla değil görsel-uzamsal kapasitelerle bağlantılı oldukları cevabını verebilmiştir bu bağlamda. Öte yandan, göreceğimiz gibi, uyanıldığında anlatılan rüyaların anlatıma dayalı düzeni ile rüyalar arasında bağlantı yoktur. Bu veriler, araştırmacının araştırmasında bir rüyayı hatırlama ya da anlatma kapasitelerinden çok rüya görme kapasitesini ele aldığım göstermiştir.
Çocukta rüya olgusunun gelişmesine dönelim tekrar. 5 yaşından sonra, küçük çocuklarda görülmeyen özellikler rüyalara girmeye başlar ama rüya gören çocuğun etkin katılımı çok ender görülür. Deneylerin üçüncü yılında, 7 yaşındaki Dean sekiz rüya anlatmıştır. Uyandıktan sonra anlatılan rüyalardan biri:
“Okula gittim ve okulda derslere ilgi göstermedim. Teneffüste eve döndüm”
“Senden başka kimse var mıydı?”
“Evet, bir kadın öğretmen ve arkadaşlarım.”
“Bu arkadaşlar, okul arkadaşları mıydı?”
“Bazıları ama başka bir okula giden Freddy de vardı.”
“Rüyanda, okulda ne yapıyordun?”
“Ben oturuyordum, diğerleri matematik ödevlerini yapıyorlardı.”
8 yaşma doğru niteliksel bir sıçrama görülür. Bir yandan, rüyalarda bir yığın anlatı birimi ile (araçtan amaca) birbirini izleyen olaylar arasında nedensellik bağları ya da teleonomi görülür. Öte yandan, rüya gören çocuğun etkin katılımı sıklaşır. İşte 9 yaşındaki Dean’in bir rüyası:
Bir ağaca bağlı, şişirilebilir balonlar gördüm ve bunların iplerini çözdüm. Balonlara asıldım ve uçmaya başladım. Sonra bir daha yere inmeyi başaramadım.
En iyi senaryolar ve en üst düzeyde etkin katılım bu ergenlik öncesi dönemde (1113 yaş) gözlemlenir. Ergenlerde, anlatıma dayalı bu örgütlenme geriler ama bilindik olmayan kişileri ya da yerleri düşünme kapasitesi belirgin bir biçimde artar, aynı şekilde görselleştirmelerin zenginliği ve düşünce ya da heyecan gibi soyut unsurların varlığı da artar.
Bir diğer çok önemli kuramsal sonuç da bilişsel kapasitelerle rüyanın özellikleri arasındaki pozitif bağlantıyla ilgilidir. Rüyaların hatırlanma sıklığı (ve büyük olasılıkla görülme sıklığı) görsel-uzamsal kapasitelerle ilişkilidir; burada geometrik bir figürün üretilmesi ya da 180 derecelik bir dönüşten sonra onu tanıma olgusu devreye girer. Rüyaların anlatıma dayalı olma özelliği ise dilin üretim kapasiteleri ve uyanıkken vokabülerin anlaşılmasıyla ilişkilidir. Bununla birlikte rüyaların anlatı bağlamında karmaşıklık göstermesi uyanıkken anlatma olgularının karmaşıklığına bağlı değildir. Rüyada anlatma ile uyanıkken anlatma arasındaki bu çelişki başka bir çalışmada ele alınmıştır ve söz konusu çalışmada çocukların rüyaların anlatılması bağlamında 47 yaşlar arasında bir gelişme görülmez, buna karşılık bunların uyanıkken anlatma kapasiteleri gelişmiştir (Pinto ve Salzarulo, 1988).
Foulkes’in vardığı sonuçlara dönersek, burada şunu görürüz: 8 yaşına doğru gözlemlenen niteliksel sıçrama Piaget’nin “somut işlemler” dediği akıl yürütmelerin gelişme evresine giriş aşamasına denk düşer ve aşağı yukarı ergenlerin gördüğü rüyaların bazı belirgin özellikleri daha soyut bir düşünce sağlayan “soyut işlemler evresi”ne girişle açıklanırlar. Genel olarak, bir rüya görmek için gerekli bilişsel kapasiteler (zengin bellek, genel bilgi içerikleri, gelişmiş yaratım kapasiteleri ve sembollerin düzenlenmesi) ele alındığında 34 yaşındaki bir çocuğun çok ender ve çok basit rüyalar görmesi şaşırtıcı değildir. Bu çocuklarda rüya görme kapasitesi çocuğun bilişsel gelişmesi geliştikçe yavaş yavaş biçimlenir.
Foulkes’in ulaştığı sonuçların geçerliği Harvard uyku nörobiyolojisi laboratuvarı ekibi tarafından tartışmaya açılmıştır (Resnick ve ark., 1994). Bu araştırmacıların vardıkları sonuçlara göre 45 yaşlarındaki çocukların (toplamda 8 denek) rüya anlatıları yetişkinlerinkilere büyük benzerlik gösteriyordu ve bu bağlamda birçok benzerlik arasında rüyaların uzunluğu ve rüya görenin rüya görme faaliyetine etkin katılımı da söz konusudur. Araştırmacılara göre bu sonuçların Foulkes’in vardığı sonuçlardan farkı, çocuklara soruların bilindik (evde) bir ortamda ve aileleri tarafından sorulmasıdır. Bununla birlikte bu son nokta metodolojik açıdan eleştiriye çok açıktır. Çocuklarla ilgili hassas psikoloji sorularını bu konularda uzman olmayan kişilerin, dahası aile bireylerinin sorması her türlü yanılgıya kapı açar. Anne babalara çocuklarına gördükleri rüyaları olabildiğince ayrıntılı biçimde anlattırmaları talimatı verilmiştir. Bilişsel gelişim psikolojisi açısından 4 yaşındaki çocuklar ile yetişkinlerin gördükleri rüyalar arasında bir fark olmadığını söylemek pek inandırıcı değildir çünkü hatıraların zenginliği, sembolleri manipüle etme, bir anlatıyı yapılandırma ve belirgin zihinsel imgeler yaratma becerisi arasında çok büyük farklar görülür. Yakın zamanlarda çeşitli topluluklarla ve farklı bağlamlarda yapılan araştırmaların (Siegel, 2005) sonuçlarına göre çocuklar ve ergenler yaşları ilerledikçe, anlatma düzleminde daha çok rüya hatırlıyorlar ve rüyalarla ilgili olarak daha uzun ve daha karmaşık hatıralarla sahip oluyorlar.
1 Fr. Türkçeye “Sabah ola hayrola” şeklinde çevirebileceğimiz fakat motamot çevirisi şu şekilde olan deyim: “Gece iyi öneriler getirir.” (ed.)