BİR YILDIZDAN KOPMAK
Önce bir yırtılış, derin bir sancı, bir acı hissediyorsunuz, sonra, kendi bağrında inci yapan istiridyeyi kaplayan ve içinde sakladığıyla hiç benzeşmeyen kalın ve duyarsız kabuk gibi cansız bir sıkıntı kaplıyor bu acının üstünü ve canlı bir acıyı, ölü bir sıkıntının içinde yaşamaya dayanamıyorsunuz. Düşünceleriniz ve duygularınız şiddetli bir çatırtıyla, unutulmuş bir yıldızdan kopan göktaşı gibi kendi insanından, kendi halkından, kendi toplumundan kopup evrenin sınırsızlığına doğru kayıp gidiyor.
Çok sevilmiş, hep de sevilecek, ama kendi girdabında kendini boğarak yok eden tozlu bir yıldız kalıyor arkada.
Sanırım bu kopuş, ilk sorulduğunda çok masum ve çok sıradan gözüken, ama tekrarlandıkça korkunçlaşıp ölümcülleşen bir soruyla başlıyor:
— Ne kalacak bizden geleceğe?
Bizim sahip olduğumuz bugünden geleceğe ne kalacak?
Korkarım, büyük bir unutuluş.
Bu toplum, bu toprak, bu tarih; kimliğini, geçmişini, zekâsını kaybedip uğursuz ve zekâsız bir katile dönüşen uzak bir akrabayı unutur gibi istekle unutacak bugünü.
Zulmün bu kadar bayağılaştığı, iktidarın bu kadar pespayeleştiği, cinayetin bu kadar seviyesizleştiği, ıstırabın bu kadar manasızlaştığı, düşüncenin bu kadar cesetleştiği, entrikanın bu kadar sığlaştığı bir dönemi tarih herhalde pek az görmüştür.
Kötülüğün bile kendince bir parıltısı, zulmün bile kendince bir çekiciliği vardır.
Neron, Roma’yı yakarken lir çalıyordu.
Hıristiyanlar aslanlara atılırken, binlerce yıl sonra filmlere geçecek şölenler düzenleniyordu. Hitler, ardında milyonlarca ölüyle birlikte inanılmaz bir örgütlenme düzeni bıraktı.
Kadınları kendine âşık ettikten sonra öldüren Mavi Sakal, ölüme giden yolu bir katilin cazibesiyle döşeyerek efsaneleşti; Londra’nın sis basmış puslu gecelerinde orospuları bıçaklayarak öldüren Karındeşen Jack, peşinde bıraktığı kanlı izleri takip edenleri bir meçhule taşıyarak, alaycı insafsızlığıyla tarihe geçti.
Katillerden, zalimlerden, kanlı iktidarlardan hep çıkartılacak bir ders kaldı insanlığa, tarihin her döneminde görülen zulüm, görkemi ve zekâsıyla, öfke kadar itiraf edilmesi zor bir hayranlık da yarattı.
Milyonlarca insanı, birçok inanmış komünisti, Troçki gibi Kızıl Ordu’yu kurmuş büyük bir örgütçüyü öldürtmüş olan Stalin, Sovyetler’in ünlü yazarı Babel’i bir akşam yemeğe çağırdıktan sonra tam ayrılacakken “silahınız var mı Babel yoldaş” diye sorup bu tuhaf soruyla şaşırtarak yolcu etmiş ve ertesi gün tutuklattırarak kurşuna dizdirtmişti. Stalin siyasetiyle, Babel eserleriyle kaldı tarihe.
Ve kurbanla celladını birbirine bağlayan o son cümle yazıldı kitaplara:
-Silahınız var mı Babel yoldaş?
Bizim sahip olduğumuz bugün den yarına hangi soru kalacak?
Tarihi tarih yapan her kötülük bizde de var.
Zulüm var, cinayet var, ölüm var, pusu var, entrika var, kışkırtma var, işkence var, haksızlık var, açlık var, fakirlik var, dikta hevesi var, diktatör olmak isteyenler var.
Olur bunlar.
Bunun için küsmez insan kendi toplumuna.
Aksine, iyice bilenir, öfkelenir, insanlarına daha bir aşkla sarılır, dövüşür, bazen bu dönüşe minicik bir kıvılcım katmak için kendi hayatını, tanrısına kavuşmak isteyen bir Budist rahip gibi şehvetle yakar iyiliğin meşalesini kötülüğün ateşi tutuşturur.
Ama bizdeki bu sönük, bu porsumuş, bu sığ ve zekâsız kötülük… Katil olmayı da kurban olmayı da manasızlaştıran bu sefalet.
Mutfak masasının üstünde duran maydanozlara bakarak orman, kedilere bakarak kaplan çizen Gümrükçü Rousseau’nun resimleri gibi burada hayat.
Maydanozdan ormanlarımız var.
Ve çipil gözlü sokak kedilerinden kaplanlarımız.
Kötülük ihtişamını kaybetti.
Katillerimiz, cinayet işlemek için devletten izin kâğıdı alıyor artık.
Kaçakçılarımız, “mal” taşımak için diplomatik pasaport istiyor.
Darbecilerimiz, darbe yapmak için anayasada “darbe yapmak serbesttir” maddesi buluyor.
Allanın adını kullanarak, ahretteki cenneti vaat edip dünyada cehennemi yaratmak isteyen sahte nebiler, isteklerine ulaşabilmek için en çok kızdıkları adamı övüp kendilerine en çok hakaret edene yaltaklanıyorlar.
İyiler değil bizim aradığımız.
Her halk kendi iyilerini yaratır.
Biz kötüleri arıyoruz.
Kötülük var bu ülkede, ama kendi hayatını ortaya koyan gerçek kötüler yok; fırsatlardan yararlanıp bir başkasının kavgasına aradan karışarak, bir yumruk atıp kaçmaya çalışan o sünepelerden var yalnızca.
Kötülüğün maskaraları bunlar.
İzin kâğıtları olmadan kötülük bile yapamazlar.
Bunca acıyı kanlı bir karikatüre dönüştüren, hayatı yağlı kömür dumanı gibi boğucu bir hale çeviren de kötülerin bu pespaye korkaklığı, bu sıkıcı zekâsızlığı.
Kötüler olmayınca iyiler de olmuyor.
Kötülerin düzeyinde kalıyor iyiler de.
Bütün renkler soluyor.
Gri bir bulamaç yapışıyor herkesin yüzüne.
Hayat grileşiyor.
Ülkeyi yakıyorlar, ama lir çalmayı bilmiyorlar.
Öldürüyorlar, ama Babe ile son akşam yemeğini yiyemiyorlar.
Savaşıyorlar, ama örgütlenemiyorlar.
Ve bizler, bu ülkenin insanları, bu toprakların efendileri, tarihi yapacak olanlar, bizler de, ayaklarımızın dibinde siyah arabalarıyla dolaşıp duran bu tırtıl yumağını, bu kanlı sürgünleri ezemiyoruz.
Eziliyoruz.
Ezilmek zaten acı verici, ama bunlar tarafından ezilmek, işte bu, acıyı dayanılmaz bir sıkıntıya, taşınamaz bir bıkkınlığa çeviriyor.
Hayat bütün hızını, albenisini, çekiciliğini, şehvetini, pırıltısını yitiriyor.
“Bizden ne kalacak geleceğe” sorusunun cevabı “büyük bir unutuluş” oluyor.
Önce bir yırtılış, derin bir sancı, bir acı hissediyorsunuz, sonra düşünceleriniz ve duygularınız şiddetli bir çatırtıyla unutulmuş bir yıldızdan kopan bir göktaşı gibi kendi toplumundan kopup evrenin sınırsızlığına doğru kayıyor.
Ve alev alev yanan bir ateştopu gibi diğer göktaşlarını arıyorsunuz.
“Gelin yeni bir yıldız yapalım” diyerek.
Ahmet Altan
Karanlıkta Sabah Kuşları