Çocuklar her şeyden çok sevilmelidir
Paradoksçum: “Toprak her şeydir” diye konuşmasını sürdürdü. “Toprağı çocuklardan ayrı tutmam. Bu düşünce bende kendiliğinden ortaya çıkıyor. Aslında bu konuyu uzatmak istemiyorum; kafa yorarsanız, anlarsınız. Asıl sorun, toprakta yapılan yanlışlıktır. Evet, diğer tüm insani felaketler işte bu toprakta yapılan yanlış uygulamadan meydana gelmiştir. Milyonlarca yoksulun toprağı yok, özellikle toprağın zaten yetersiz olduğu Fransa’da, çocuklarını doğuracakları yerleri yok, kadınlar ahırlarda doğum yapmak zorunda bırakılmıştır; çocuklar demek doğru değil, yarısına yakınının babasını, hatta annesini bile bilmeyen Gavroşlardır bunlar…
Tek sınıfın, yani yukarı toplum katının neden olduğu yanlışlık diye düşünüyorum, evet, bir sınıfın ötekine yaptığı insanlığa aykırı bir yanlışlıktır bu. Olaya hangi yönden bakarsak bakalım, toprak konusunda yapılan büyük bir hatadır. Bir sınıfın ötekine yaptığı bir haksızlık değildir sadece, belki de Galya fatihi Hludowicus’dan beri böyle olagelmiştir: Herkese yetecek kadar çok toprakları olmuştu; çok, ama çok geniş bir toprak parçasını ele geçirmişlerdi, hem de hiçbir engelle karşılaşmadan, ülkeyi çok kısa sürede zapt etmişlerdi, öyle ki hiç de olağan değildi bu. Bir şeylerin yapılması, değişmesi, özellikle herkesin toprağı olması, çocukların kaldırımlarda değil, toprakta doğması gerekiyordu. Bunlar nasıl düzelecek bilmiyorum, bilmiyorum, bildiğim şey sadece kadınların hâlâ çocuklarını doğuracak yerleri olmamasıdır.
Bence fabrikada çalışsın: Fabrika yasal bir işyeridir, yakınında her zaman işlenmiş toprak oluşur: Bu da onun yasası… Her fabrika işçisi bir yerlerde, güneşin altın ışıklarını döktüğü, üzüm bağlarıyla kaplı özel bir yer, daha doğrusu topluma ait bir Bahçenin var olduğunu ve bu Bahçede kendisini seven -öyle sokaklarda yetişme değil- anlı şanlı köylü eşinin bulunduğunu, tahta atlarıyla oynayan ve babaları olduğunu bilen çocuklarıyla karısının kendisini beklediklerini bilir. Que diable, her düzgün ve sağlıklı çocuk tahta atıyla beraber doğar, her düzgün baba mutlu olmayı eğer istiyorsa bunu bilmek zorundadır. İşte buraya, bu cennet bahçesine alın teriyle kazandığı parayı getirecektir, bu paranın sokakta bulduğu bir kadınla yenmeyeceğini bilir. Bu Bahçe olmazsa, en kötü ihtimalle ailesiyle birlikte geçimini sağlayacak bir yol da bulamazsa (toprağı az Fransa’da örneğin), fabrikasız edemez, ama olsun, çocuklarının orada toprakla, ağaçlarla, avladıkları bıldırcınlarla büyüdüklerini, okula, kırdaki okula gittiklerini, hayatı boyunca eşek gibi çalıştıktan sonra dinlenmek ve sonra da ölmek için buraya geleceklerini hiç değilse bilsin yeter. Kim bilir, belki de ailesinin geçimini tamamen sağlayacaktır, sonra fabrika işçisinin endişelenmesine gerek yoktur, belki de Bahçenin ortasına bir fabrika kurulur.
Sözün kısası, bunlar nasıl olur, bilemem, ama gerçekleşecek, Bahçe olacaktır. Ems’te, yapay insanlar arasında, yapay bir Bahçede bundan söz ettiğimi, yüz yıl da geçse hatırlayacaksınız. İnsanlık bu Bahçede yeniden doğacak ve bu Bahçede düzelecek. İşte reçete. Bakın neler olmuştu: Önce şatolar kuruldu, şatoların yakınında da toprak damlar; şatolar baronların, toprak evler vasallarındı. Sonra, çevrelenmiş kentlerde, azıcık da olsa, yavaş yavaş burjuvalar ortaya çıkmaya başladı. Zamanla şatolar ömrünü tamamladı ve yüzyılımızın sonuna doğru kral sarayları ve başkentleriyle, saray gibi otelleriyle büyük kentler kuruldu. Çağımızda müthiş bir devrim oldu, burjuvazinin zaferiyle sonuçlandı. Burjuvaziyle birlikte insanoğlunun düşünde bile göremeyeceği koca kentler inşa edildi. 19. yüzyılda yükselen bu kentleri geçmişte görmemiz asla mümkün değildir. Kristal sarayları, dünya sergileri, dünya otelleri, bankaları, bütçeleri, kirlenmiş ırmakları, yüzer iskeleleri, çeşit çeşit şirketleri, çevresinde de fabrikaları ve atölyeleriyle kurulan koca bir kentti bu. Şimdi üçüncü evre bekleniyor: Burjuvazi işlevini sona erdirecek ve yerini bu kez Yenilenmiş İnsan alacak. İnsan, toprağı komünlere bölecek ve Bahçede yaşamaya başlayacak. ‘Bahçeyle yenilenecek, Bahçeyle yeniden hayat bulacak.’ Demek ki sırasıyla şatolar, kentler ve Bahçe… Bunlar elbette benim düşüncelerim, bence çocuklar, gerçek çocuklar, yani insanların çocukları, sokakta değil, toprakta doğmalılar. Sokaklarda sonra yaşanabilir, ama bir ulus, ürünün, ağacın yetişeceği toprakta, tarlada doğmak ve yeşermek zorundadır. Oysa Avrupa’da işçi sınıfı şimdi sokaklarda yaşıyor. Çocuklar Adem gibi topraktan fışkıracaklar ve canları oynamak istediğinde, daha dokuz yaşında tezgâhlarda sırt kemiği kırmak için, lanet olası makinenin önünde zihnini köreltmek için, sayısız gaz borularının karşısında hayal gücünü yok etmek için ve Sodom’un bile görmediği fabrika ahlaksızlığını yaşamak için burjuvazinin taptığı fabrikaya girmeyecek. On yaşlarında kızlar, oğlanlardır bunlar. Burada olsa neyse, toprağın alabildiğine geniş, fabrikalarınsa yok denecek kadar az olduğu, üç kalem memuruna bir kasabanın düştüğü Rusya’da peki? Oysa geleceğin verimli tohumunu ya da ülküsünü gördüğüm yer, yurdumuz Rusya’dır. Neden mi? Halkımızın hiç değişmeyen bir ilkesi var ki toprak her şeydir onun için, bütün geçimini yeraltı ve yerüstü kaynaklarından sağlayacağı inancını taşır yüreğinde; halkımızın geniş çoğunluğunda bu inanç, bu ilke yaşamaktadır. En önemlisi de bu ilkenin doğal insanlık yasası olmasıdır. Toprakta, tarlada kutsallık, gelenek halini almış bir kutsallık vardır. İnsanı iyi yönde kökünden değiştirmek istiyorsanız -vahşi bir sürüden insan yaratmak diyebiliriz buna- toprağı paylaştırın, amacınıza ulaşırsınız. Toprağımızın ve köy topluluğumuzun çok kötü olduğunu hiç değilse kabul ediyorum; ancak geleceğin ülküsü için yine de geniş bir kaynak var, bu da bir şeydir. Bence düzen topraktadır, toprakla biçimlenir, her yerde, bütün dünyada bu böyledir. Her ülkenin düzeni -siyasal, toplumsal her çeşit düzeni- her zaman toprakla ve o ülkenin toprak mülkiyeti biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Diğer özellikleri toprak mülkiyetine bağlı olarak biçimlenir. Günümüzde Rusya’da aşırı bir düzensizlik varsa bunun nedenini toprak mülkiyeti biçiminde, toprak sahipleriyle köle ve işçilerin karşılıklı ilişkilerinde ve toprağın işlenme biçiminde aramak gerekir. Şimdilik bunlar gerektiği gibi bir düzene oturtulmamıştır, bu durumda diğer sorunların da düzeleceğini beklemek hayal olur. Aslında kimseyi, hiçbir şeyi suçlamıyorum: Dile getirdiğim, bütün dünya tarihidir, bunu anlayalım. Kanımca, toprağın dirliği sayesinde toprak köleliğinden bayağı ucuza kurtulduk. Geriye kalanlarda da işte bu dirliği arıyorum. Bu uyumun halkçı kökleri- aramızdaki Potuginlerin hâlâ yadsıdıkları- halkın köklü ilke ve gelenekleridir. Efendim, bütün bu demiryollarımız, yeni bankalarımız, şirketler, krediler, hepsi, bana sorarsanız şimdilik gelip geçici şeylerdir, demiryollarından sadece stratejik olanlarını alıyorum. Bu saydıklarım toprak düzenlemesinden sonra yapılmalıydı, böylece bunlar doğal sürecinde ortaya çıkardı, oysa şimdi yalnızca borsa oyunudur. Bakın, Yahudi’nin kalbi nasıl gümbür gümbür atıyor!
Güleceksiniz, kabul etmeyeceksiniz, olsun, dinleyin: yüzyılımızın ortalarında kaleme alınmış, yirmi yıl içinde kölelerini azat etmeyi isteyen bir toprak sahibinin anılarını okumuştum geçenlerde. O yıllar böyle bir haber çok ender duyulurdu. Bir ara köyüne uğrayan toprak sahibi bir okul yaptırıyor ve köy çocuklarına kilise şarkıları öğretmeye başlıyor. Komşusu toprak sahibi ona bir gün şöyle diyor: ‘İnanın, hayırlı bir yol bulmuşsunuz kendinize; çocukları eğitiyorsunuz, umarım bu koro için iyi bir alıcı da bulursunuz. Bu herkesin hoşuna gider, sanırım, hatırı sayılır para da öderler.’ Küçücük çocukları anne babalarından ‘kopararak’ satmak doğal görülüyorsa, o halde köylüleri azat etme tezkeresi, Rus yurdunda hâlâ çapraşık, çok garip, anlaşılmayan bir olguydu. Toprak sahibi işte bu garipliği köylülere açıklamaya koyuluyor; köylüler dinliyorlar, şaşırıyorlar, küfrediyorlar ve aralarında uzun süre tartıştıktan sonra sahiplerinin yanma geliyorlar: ‘Ya, peki toprak!’ diyorlar. Toprak sahibi: ‘Toprak benim,’ diyor. ‘Sizin kulübeleriniz, bitişiğinde de toprağınız var ya! Toprağımda her gün yarıcı olarak çalışacaksınız.’ Kafalarını kaşırlar: ‘Yo, en iyisi eskisi gibi olsun! Biz sizin olalım, toprak da bizim!’ Toprak sahibi hayretler içinde kalıyor: ‘Vahşi sürü, başka ne denir!’ diye kendi kendine söyleniyor. ‘Sefih hayatlarına rağmen özgürlüğü istemiyorlar; insanoğlunun ilk nimetini geri çeviriyorlar vs…’
Zamanla, ‘Biz siziniz, toprak da bizim!’ deyimi, daha doğrusu formülü herkesçe benimsendi ve kimseler de yadırgamadı. Ama her şeyden önemlisi şuydu: ‘Böylesine doğal olmayan, dünya tarihinde bir benzerine rastlanmayan’ anlayış -sadece Avrupa’yla karşılaştırsak bile- nereden çıkmış olabilirdi? Dikkat buyurun, özellikle bugünlerde bizim ukalalar arasında: ‘Gerçekten aydınlarımızın ilgisine değecek, halkın kökleri denen şey bizde var mıdır, yok mudur?’ tartışması kudurmuşçasına sürdürülmektedir. Hayır efendim, izin verin: Rus insanının daha işin başından topraksız kalmayı asla aklının ucundan geçirmediği anlamına gelir bu. Burada asıl şaşırtıcı olan, toprak köleliği kaldırıldıktan sonra da halkın bu formülden vazgeçmek istememesidir; büyük çoğunluğunun topraksız bir hayatı asla hayalinde canlandıramamasıdır. Topraksız özgür olmayı istememek, her şeyin temelinin toprak olduğu anlamını taşır; geriye kalanlar, yani özgürlük de, hayat da, onur da, aile de, çocuklar, düzen, kilise de, hasılı onun için değerli olan her şey topraktan çıkmadır. İşte bu formül nedeniyle komün tipi bir yapıya sarılıyor. Neyin nesidir peki bu komün? Kimi zaman toprak köleliğinden bile ağırdır! Kolektif mülkiyet biçimini herkes tartışıyor, en azından ekonomik gelişmeye nasıl engel oluşturduğunu herkes biliyor, ama aynı zamanda bu yapıda yeni bir tohum, çok verim beklenen, nasıl ortaya çıkacağı belirsiz, ama bizde, rüşeym halinde bulunan, savaşla, başkaldırıyla değil, yüce ve ortak bir uyumla yalnızca bizde gerçekleşmesi mümkün geleceğe ilişkin daha güzel ülküsel bir şeyler yok mudur? Evet, uyumla, çünkü bunun için şimdi büyük kurbanlar veriliyor. Evet, çocuklar Bahçede dünyaya gelecekler ve düzelecekler; on yaşındaki kız çocuklar işçilerle meyhane köşelerinde iğrenç votkalar içmeyecek. Efendim, zamanımızda çocuklarımızı yetiştirmek ne zor şeymiş! Hep çocukları, yalnızca çocukları konuşmak istedim, onları anlattım, sizi de bu yüzden rahatsız ettim. Ama çocuklarımız yarınlarımız değil mi? Ya geleceği seveceksin, ya da bugünden endişe duyacaksın, kuşkusuz ne ben, sanırım ne de siz… Bu nedenle çocuklar her şeyden çok sevilmelidir.”
Fyodor Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü