Dostoyevski: Eskiden “Hiçbir şey anlamıyorum!” demek aptallık, şimdiyse onur sayılıyor

Günlerden bir gün domuz aslanla tartışmış ve onu dövüşe davet etmiş. Eve dönerken yolda aklı başına gelmiş ve korkudan tir tir titremeye başlamış. Domuz sürüsü toplanmış, aralarında düşünüp tartıştıktan sonra şu karara varmışlar:
“Dinle, şurada, yakınımızda bir çukur vardır. İçinde bir güzel debelen dur ve sonra aslanın karşısına çık, ne olacağını göreceksin!” Domuz denileni yapmış. Aslan domuza yaklaşmış, şöyle bir kokladıktan sonra çekip gitmiş. Aslanın korktuğunu, dövüş alanından kaçtığını etrafına yayan domuz uzun zaman böbürlenip durmuş. Bir masal işte. Kuşkusuz bizde aslan yok, iklimin elverişsizliği bir yana, oldukça da cüsseli bir hayvan. Her insanın olması gerektiği kadar namuslu bir adamı aslanın yerine koyun, aynı ahlak dersi çıkacaktır.

Aralık ayının yirmisinde Grajdanin’in redaktörlüğüne getirildiğimi öğrendim. Bu olağanüstü olay, yani benim için olağanüstü olan bu olay (kimseyi kırmak istemiyorum) çok sade biçimde olup bitmişti. O gün, Moskovskiye Vedomosti (Moskova Haberleri) dergisinde, Çin imparatorunun evlenme töreniyle ilgili bir yazı okumuştum; üzerimde güçlü bir etki yaratmıştı. Bu görkemli, göründüğü kadarıyla son derece karışık olan olay öylesine sade biçimde gerçekleştiriliyordu ki şaşmamak elde değil. Bu düğün töreni neredeyse iki yüz cildi bulan bir törenler kitabında en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş ve belirlenmişti.

Çin’de geçen bu olayın büyüklüğünü, redaktörlüğe getirilmemle kıyaslayınca, yazı işlerine böylesine kolayca getirilmeme karşın, ülkemin kuruluşlarına karşı birden bir değerbilmezlik hissediverdim. Bizlere, yani bana ve Prens Meşçerski’ye, Grajdanin’i Çin’de çıkarmanın, buraya göre benzersiz yararlar sağlayacağını düşündüm bir an. Orada her şey alabildiğine açıktı. Belirlenen günde ikimiz, oranın yayın işleri genel yönetmeninin huzuruna çıkardık. Alnımızı yerlere kadar değdirip, döşemeyi de şöyle bir yaladıktan sonra doğrulur, saygıyla eğilerek, işaret parmaklarımızı kaldırırdık. Basın işleri müdürü kuşkusuz, odada uçuşan sinekler kadar ilgi göstermezdi bize. Fakat üçüncü sekreterinin üçüncü yardımcısı ayağa kalkar ve yazı işlerine getirilmeme ilişkin belgeyi elinde tutarak, kibirle, ancak yumuşak bir ses tonuyla, bize protokolle belirlenmiş bir söylev çekerdi. Bu söylev öylesine açık ve anlaşılır olurdu ki dinlemek bize müthiş zevk verirdi.

Yeteneğimin zayıflığını kavrayarak, Çin’de yazı işleri müdürlüğüne başlarken, bu kadar aptal ve temiz kalpli olmamdan korku ve vicdan azabı duyardım ve böyle duygular beslediğim için de o saat iki misli aptala çıkarırlardı adımı. Bu andan sonra, aklım olsa bile, bana aklın hiç gerekmediğini, tersine, hiç olmamasının beni daha güvenilir ve dürüst kılacağını söylerlerdi. Kuşkusuz bunu duymaktan inanılmaz bir keyif alırdım. Üçüncü sekreterin üçüncü yardımcısı: “Haydi git yazı işleri müdürü, bundan böyle pirinci gönül huzuruyla yiyebilir, çayını içebilirsin!..” gibisinden tumturaklı sözlerle söylevini tamamlar, kırmızı atlas üzerine altın harflerle basılmış kırmızı belgeyi bana uzatırdı. Prens Meşçerski ona iyi bir rüşvet verir, eve döndükten sonra da hiç beklemeden, yurdumuzda asla yayınlama olanağı bulamadığımız Grajdanin’in mükemmel bir sayısını çıkarırdık Çin’de.

Ancak öyle düşünüyorum ki Prens Meşçerski, Çin’de ayak tabanlarına bambu kamışı yemek üzere yazı işlerine çağrıldığı her defasında, orada zatının yerini almam için, beni özellikle yazı işlerine davet ederek, yüzde yüz oyun oynardı. Ama ben daha kurnaz davranır, “Bismarck”ı yayınlamayı hemen kesiverirdim. Aksine öyle güzel makaleler yazardım ki bambu sopasına beni yalnızca her sayıda bir çağırırlardı. Buna karşılık yazmayı öğrenirdim.

Çin’de mükemmel yazardım; oysa ülkemizde çok, ama çok güçtür bu. Orada her şey bin yıl öncesinden düşünülmüş ve tasarlanmıştır. Rusya’da bin yıl geçse de eski tas, eski hamam… Üstelik Çin’de ister istemez anlaşılır yazmaya özen gösterirdim. Okuyanım çıkar mıydı – doğrusu bilemem! Oysa burada okunmak istiyorsan, anlaşılmaz yazman daha bir yararınadır. Başmakaleler sadece Moskovskiye Vedomosti’de bir buçuk sütuna yazılır ve şaşılacak derecede de anlaşılırdır. Bir de ünlü kalemsen!.. Golos’ta (Ses) sütunların sekiz, on, on iki, hatta on üçü bulduğu olur. Özetle, burada ne kadar sütun harcarsan, kendini o kadar saydırıyorsun demektir.

Bizde birileriyle konuşmak bir bilimdir, yani ilk bakışta, aynı Çin’deki gibi belki, oradaki çok yalın ve duru bilimsel tarz bizde de vardır. Sözgelimi eskiden “Hiçbir şey anlamıyorum!” tümcesi söyleyenin aptal olduğunu gösterirdi, şimdiyse yüce bir onur sayılıyor. “Dinden anlamam, Rusya’da hiçbir şeyden anlamam, sanata da hiç aklım yatmaz!” sözlerini göstere göstere ve gururlu bir tavırla kullandın mı, o saat harika yücelere çıkarırsınız kendinizi. Gerçekten de hiçbir şeyden anlamıyorsanız, bu, büsbütün yarar sağlayacaktır size.

Gelgelelim bu yalın tarz bir şey anlatmaz. Aslında bizde herkes “Gerçekte budala olan ben değil miyim?” sorusunu kendisine hiç yöneltmeden ve hiç mi hiç kafa yormadan, başkasının budalalığından kuşkulanır. Bu, kişinin hoşuna giden bir durumdur ya, kimse hoşnut olmaz aslında, öfkelenir de. Sonra zamanımızda düşünmek neredeyse olanaksızdır. Pahalıya patlar. Hazır düşünceler satın alındığı bir gerçek. Her yerde satılıyor, hem de bedavaya. Ne var ki, bu bedavalık daha pahalıya patlıyor kişiye. İnsanlar bunu sezmeye başladılar artık, ama sonuçta eskisi gibi yine düzensizlik ve yararsız uğraşılar!..
Çin gibiyiz belki de, ancak onun düzeninden hayli uzaktayız. Çin’de biten bir olay bizde yeni yeni başlıyordur. Kuşku yok ki aynı noktaya geleceğiz, güzel de, ne zaman? Bin ciltlik tören kitabını özümsemek ve böylece kesin olarak hiçbir şeye kafa yormamak hakkını kazanmak için en azından bin yıl düşünmemiz gerekir. Oysa kimse düşünmeyi istemediğinden arayı kapatmaya çaba göstermiyor.

Doğrusunu isterseniz: Kimsenin düşünmek istememesi, öyle görünüyor ki, en çok Rus yazarının işine gelir. Bu gerçekten böyle. Zamanımızda düşünen yazar ve yayıncının durumu içler acısıdır. Bir şeyler öğrenmeye ve anlamaya kalkışanın durumuysa daha kötüdür, hele hele bu niyetini içten biçimde açıklamayagörsün hepten başı derttedir; birazcık anlamaya başladığını, düşüncelerini dile getirmek isteğini bildirsin, hemen bir kenara koyuverirler. Böylece konuşacak uygun bir adamcağız bulmaktan ya da kiralamaktan başka çaresi kalmaz; bir de bakmışsın, adamcağız için bir dergi çıkarmış. Bu, kendi kendine konuşmak, kişisel arzularını gidermek için dergi çıkarmakla aynı kapıya çıktığından, doğrusu tiksindirici bir durumdur. Grajdanin’in daha uzun süre kişisel duygularını tatmin için kendi kendine konuşacağından kuşkulanırım. Kendi kendine konuşmanın tıbben delilik anlamına geldiğini de dikkatlerden uzak tutmamak gerekir, Grajdanin bunu yurttaşlarımızla mutlaka konuşmak zorundadır, ancak işin berbat yanı da burada!

Her neyse, böyle bir yayın işine girmiş oldum. Durumum son derece belirsiz; ancak ben de günlük kalıpları içinde ne çıkarsa çıksın, kendimle söyleşip kişisel duygularımı tatmin edeceğim. Nelerden mi söz edeceğim? Beni şaşırtan, düşünmeye yönelten her konudan… Okur ve bir de -Tanrı esirgesin!- karşıt düşünceli kişiler bulursam, hiç değilse söyleşi yeteneği kazanmanın ve kiminle nasıl konuşulacağını bilmenin önemini anlarım. Bunu öğrenmeye çaba gösteririm, çünkü bizde, yani yazın alanında son derece güçtür bu. Üstelik karşıt düşünceliler türlü türlü olur. Her biriyle konuşmak kolay değildir. Geçenlerde duyduğum bir masalı anlatacağım. Çok eski bir Hint masalı olduğunu, kişiyi çok rahatlattığını söylüyorlar.
Günlerden bir gün domuz aslanla tartışmış ve onu dövüşe davet etmiş. Eve dönerken yolda aklı başına gelmiş ve korkudan tir tir titremeye başlamış. Domuz sürüsü toplanmış, aralarında düşünüp tartıştıktan sonra şu karara varmışlar:
“Dinle, şurada, yakınımızda bir çukur vardır. İçinde bir güzel debelen dur ve sonra aslanın karşısına çık, ne olacağını göreceksin!” Domuz denileni yapmış. Aslan domuza yaklaşmış, şöyle bir kokladıktan sonra çekip gitmiş. Aslanın korktuğunu, dövüş alanından kaçtığını etrafına yayan domuz uzun zaman böbürlenip durmuş.
Bir masal işte. Kuşkusuz bizde aslan yok, iklimin elverişsizliği bir yana, oldukça da cüsseli bir hayvan. Her insanın olması gerektiği kadar namuslu bir adamı aslanın yerine koyun, aynı ahlak dersi çıkacaktır.
Yeri gelmişken bir olay daha anlatacağım.

Bir gün rahmetli Herzen’le sohbet ederken, O Kıyıdan adlı yapıtına övgüler düzmüştüm. Mihail Petroviç Pogodin de, Herzen’le yurtdışında görüşmesi üzerine kaleme aldığı çok güzel ve bir o kadar da ilgi çekici yazısında büyük keyif aldığım bu kitaptan övgüyle söz ediyordu. Bu yapıt, iki kişinin -Herzen ve karşı tezi savunan muhatabının- karşılıklı söyleşileri biçiminde kaleme alınmıştı.

Söz arasında: “Asıl hoşuma giden” dedim, “rakibinizin çok zeki olmasıydı. Çoğu kez sizi köşeye sıkıştırdığını da kabul etmelisiniz.”

Herzen gülerek: “Bütün mesele de burada ya!” dedi. “Size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Petersburg’da bulunduğum bir gün, Belinski beni adeta sürükleyerek evine götürmüştü, beni oturttuktan sonra yazdığı bir yazıyı coşkuyla okumaya başladı: Bay A ve Bay B arasında geçen bir sohbetti (bu yazı külliyatına girdi). Bu yazıda Bay A -kuşkusuz Belinski’nin kendisiydi- çok zeki gösteriliyordu, Bay B de Belinski’nin düşüncelerine karşı olan rakibiydi ve çok sıradan biriydi. Bitirdiğinde heyecanlı bir beklentiyle bana sordu:
‘Ee, söyle bakalım, ne düşünüyorsun?’
‘iyi olmasına iyi de!’ dedim, ‘sen belli ki zekisin, ancak böyle bir budalayla zaman geçirme isteğini anlamadım.’
Belinski kendini yatağa attı, yüzünü yastığa gömerek katıla katıla gülmeye başladı. Bir yandan da:
‘Seni lafını esirgemez, seni lafını esirgemez!’ diye bas bas bağırıyordu.”

Fyodor Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz