Beceriksizliğimden Duygusallığa Kapılıyorum
Yaradılışım gereği baştan değil sondan başlayacağım, bir kalemde tüm düşüncelerimi ortaya dökeceğim. Ağır ağır yazmayı, belirli bir anlayış tarzıyla hareket etmeyi ve bütün bir düşünceyi, önce iyice yoğurmayı ve olabildiğince sonuca ulaşmayı başardığım zaman bu düşünceyi ortaya dökmeyi oldum olası beceremedim. Sabredemiyordum, karakterim engel oluyordu, kendime zarar verdiğimin farkındayım, çünkü önceden kanıtlanmadan, hazırlıksız, doğrudan söylenen sözlerle kesin yargıda bulunmak bazen kuşku ve bilinmezliklere yol açıyor ve kişi alay konusu olabiliyor, benim için de geçerli bu -çoktandır farkındayım bunun- evet, benim de böyle yargılarım var, okurlarımı önceden hazırlamamışsam yargılarıma gülebilirler. Benim görüşüm ve reçetem şu: “İyi bir maliye yaratmak için, belli sarsıntıları gören, günlük gereksinimleri pek düşünmeyen bir devlette -ne kadar gürültü koparırlarsa koparsınlar- kökleri sağlamlaştırmasını bil, mâliyeyi de, ekonomiyi de halledersin.”
Kuşkusuz bu sözlerime hemen kahkahayı basacaklardır: “Efendim, bunu herkes biliyor, sizin reçetenizde bilinmeyen bir şey yok ki! Köklerin güçsüz bırakılmayacağını, kökleri kuruttuktan sonra ürün vs… alınamayacağını kim bilmez!” Evet, bu sözler duyulacaktır. Ama açıklamama izin verin, daha sözlerimi bitirmedim. Ah, asıl sıkıntım şu: Koca bir kitap yazsam bile, bu düşüncemi geliştirerek, onu tamamıyla anlaşılır kılmayı beceremem (hissedebiliyorum bunu). Düşünce de bir bakıma kaderdir çünkü.
Bakın, köklerin iyileştirilmesini elbette herkes biliyor, ama bir Maliye Bakanı bunu fazla dert etmiyor, özellikle şimdiki bakanımız: O doğrudan köklerden başladı, örneğin tuz vergisini kaldırdı. Devamı bekleniyor, hem de olağanüstü, esaslı, özellikle “köklü” dönüşümler… Ayrıca her zaman eskiden de, on yıl önce de, köklerin iyileştirilmesi için pek çok yol kullanılmıştı: Rus köylüsünün durumunu, iş hayatını, hukukunu, yönetimini, sağlığını, gelenek ve göreneklerini vs… yerinde incelemek amacıyla komisyonlar kuruldu. Elde edilen istatistiki bilgileri derlemek için komisyonlar kendi aralarında alt komisyonlar oluşturdu. Olabilecek en iyi yönetimsel yollar kullanılarak iş çok iyi götürülüyordu. Aslına bakarsanız sözlerime buradan başlamaya hiç de niyetim yoktu! Hem bırakın alt komisyonu, tuz vergisinin kaldırılması ya da vergi sisteminde büyük değişiklikler yapılması gibi ciddi dönüşümler bile, bana sorarsanız, geçici önlemlerdir, yüzeyseldir, soruna kökünden başlanmış değildir, işte bunu öne çıkarmak istiyorum. Gündelik sorunları, bütçemizin içler acısı durumunu, dış borçları, mal darlığını, rubleyi ve hatta bazı dışarıdaki dostlarımızın pis bir sevinçle bize yordukları, aslında bizde hiç olmayan iflasları, evet, bunların hepsi olmasa bile, yarısını kafamızdan sildiğimizde işin köküne inebiliriz. Kısacası, günlük sorunları unuttuğumuz ve dikkatimizi sadece köklerin iyileştirilmesine verdiğimiz zaman…
Gerçekten bol ve sağlıklı ürün elde edene kadar sürdürülmelidir bu; işte o zaman yeniden günlük işlere -daha doğrusu yenisine- girişmemiz mümkün olacaktır, çünkü bu zaman aralığında öncekinin (yani bugünümüzün) bizlerin bile tanıyamayacağı kadar köklü değişime uğrayacağını düşünmemiz gerekiyor. Ne var ki rubleyi, borç ödemelerini, iflasları, orduyu düşünmemenin olanaksız olduğunu, öncelikle bunların karşılanmasının ve gerekli önlemlerin alınmasının gerekli olduğunu vurgulayarak, şimdi söylediklerimi çok tuhaf karşılayacaklarını elbette anlıyorum. Ama inanın bunun ben de bilincindeyim. Dinleyin, sizlere itiraf ediyorum: Düşüncelerimi bilerek kesip attım ve isteklerimi akıl almaz kavramlara kadar götürdüm. İşe saçmalık tarafından başlarsam daha anlaşılır olacağımı düşündüm. Söyledim de: Kendimizi gündelik olayların yarısını unutmaya zorlayarak zihinlerimizi başka tarafa yönlendirseydik ve gerçekte hep yüzeyde aradığımız için hiçbir zaman görmediğimiz derinliklere girebilseydik ne olurdu? Formülümü hemen yumuşatmaya hazırım, onun yerine şöyle bir öneride bulunmak istiyorum: Gündelik sorunların yarısını değil -yarısından vazgeçiyorum- sadece yüzde yirmisini unutalım, ama bir şartla (kesinlikle) günlük sorunların yüzde yirmisini kafamızdan silerken, gelecek yıl bir öncekine yüzde yirmi daha ekleyelim, böylece sözgelimi yüzde kırka ulaşırız. Burada önemli olan yüzdeler değil, önüne alıp koyacağın ve sonra şaşmadan izleyeceğin ilkedir. Hoş, burada yine aynı soru sorulacaktır: “‘Güncel sorunları’ nereye yerleştireceğiz, görmezlikten gelmek olur mu?” Bunu kim söyledi? Ben görmeyelim demiyorum ki! Var olanı yok saymanın olanaksız olduğunu ben de biliyorum, ama beyler bilir misiniz, bu bazen olabiliyor. Endişeli dikkatimizi her yıl yüzde yirmi azaltırsak ve bu aşırı tedirginliğimizi de yüzde yirmi oranında her yıl başka bir soruna yöneltirsek bu iş hayali olmaktan çıkar ve başlama olanağını buluruz (yine söylüyorum), güncel sorunların her yıl yüzde yirmisini görmeden geçeceğimizden endişelenmeye gerek kalmayacak, hiç kaybolmayacak, asla çizgi çekilmeyecek, tekrarlıyorum, kendiliğinden şimdikinden farklı bir oluşuma dönüşecek; yeni ilkelere uyacak, onun anlamına ve ruhuna girecek ve mutlaka daha iyi olacak, hatta en iyisi…
Olmayacak varsayımlardan söz ettiğimi söyleyecekler, hayır hiç de öyle değil. Örnek olsun diye ilk önce “günümüzün” köklerini nasıl iyileştireceğimize ve nasıl bir yöntem uygulayacağımıza ilişkin çok küçük bir giriş yapacağım.
Ne olurdu, sözgelimi Petersburg birden bir mucizeyle Rusya’ya o kibirli bakışını azaltsaydı! Ah, “köklerin iyileştirilmesinde” ne harika, sağlam bir ilk adım olurdu bu! Zira Petersburg öyle bir duruma geldi ki kendini kesinlikle bütün Rusya sayıyor, bu tutumu kuşaktan kuşağa artarak sürüyor. Bu anlamda Petersburg hiç benzemediği halde Paris’i çağrıştırmaktadır sanki. Paris öylesine kendine özgü, öyle tarihsel olarak yapılanmış bir kent ki Fransa’nın tümünü yutmuş, toplumsal ve siyasal yaşamının anlamını, anlamının tümünü…
Fransa’dan Paris’i alın, geriye ne kalır?
Sadece coğrafyasal bir tanımlama… Bizde kimileri, Paris gibi Petersburg’un da Rusya’yla bütünleşmesini düşünüyorlar. Gelgelelim Petersburg asla Rusya değil. Rus halkının büyük çoğunluğu için Petersburg’un anlamı çarın orada oturmasıdır. Oysa bizler biliyoruz, Petersburg aydınları kuşaktan kuşağa gittikçe daha az anlıyorlar Rusya’yı. Nedeni belli, kendi Çuhon bataklığına kapanarak gitgide Rusya’ya bakış açılarını değiştiriyorlar, nihayet bu bakış açıları Karlsruhe boyutlarına, mikroskopik ölçülere kadar inmiştir. Oysa Petersburg’dan bakın, Rus toprakları size okyanus gibi, uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünür. Petersburglu babanın oğlu oturduğu yerden aşırı bir rahatlıkla Rus halkı denizini, evet, Rus halk ummanını yadsıyor ve halkı geri kalmış, manevi değerleri sıfır, aşırı ölçüde tutucu, bilinçsiz bir sürü gibi görüyor. “Köylü Fyodor büyükmüş, ama aptal, bizi ancak geçindirmeye yarar, devletin düzenine ayak uydursun diye biz de ona akıl fikir veririz.” Geleceğimizin çocukları Petersburg’da gününü gün ederek, dans ederek, parkeleri adeta cilalayarak yetişiyor. İvan Aleksandroviç Hlestokov’un nitelediği gibi, “ırgat sıçanları” gelişiyor, yurdu, kuşkusuz, kalem odalarında öğreniyorlar, bir şeyler öğreniyorlar, ama Rusya’yı değil, tamamen farklı, ilginç konuları… Bu tuhaf ve değişik kavramları Rusya’ya dayatıyorlar. Oysa okyanus, kuşaklar Petersburg’dan ruhen gittikçe daha fazla uzaklaşarak kendilerine özgü yaşamlarını sürdürüyor. Yalnızca Petersburgluların değil, Rusya’yı az çok bilen Rusların da hâlâ inandıkları gibi, hem güçlü bir yaşam sürdüğünü, hem de bilinçsiz bir sürü olduğunu aman söylemeyin! Ah, bu yaklaşımın ne kadar yanlış ve en azından günümüzde Rus halkının ne kadar bilinçli olduğunu bir bilselerdi! Petersburglu inanmasa da, evet, bilinç gitgide gelişiyor, halkımız çok şeyi kavrıyor. Görmeyi bilen anlıyor, bu hissediliyor; yalnız bütününde kendini göstermiyor, daha çok köşelerde, evlerde, kulübelerde, odalarda görebilirsin. Bütününde nasıl anlaşılsın – koca bir okyanus…. Ama kendini bir göstersin ya da belirtiler göstermeye başlasın Petersburglu aydın kim bilir ne derin şaşkınlığa uğrardı! Doğrusunu isterseniz uzun zaman kabul etmeyecek, beş duyu organına inanmayacak, bu Avrupalılaşmış insancık uzun süre teslim olmayacak, bazıları teslim olmadan yok olup gidecektir. Ah, gelecekteki derin bilinmezliklerden uzak kalmak için -bir kez daha söyleyeceğim- nasıl arzulanan bir şey olurdu eğer Petersburg, seçkin temsilcileriyle Rusya’ya bakış açısındaki gururlu tavrından birazcık olsun vazgeçseydi! Birazcık anlayış ve içtenlikle yüce Rus toprağının, yani denizin, okyanusun önünde eğilseydi, işte bize bu gerekiyor. “Kökleri iyileştirmekten” başlamak ne kadar doğru bir ilk adım olurdu!
Ancak “bir dakika, izin verin!” diye beni durduracaklarına eminim. “Bunların hepsi eskimiş Slavcı sayıklamaları, hiç gerçekçi değil, hatta bir çeşit ruhsal ‘köklerin iyileştirilmesi de’ ne demek, hâlâ açıklamadınız? Neyin nesi bu kökler, hangi kökler, siz bununla ne demek istiyorsunuz?”
Haklısınız, evet, baylar haklısınız. Şu “köklere” girelim artık…
Fyodor Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü