Kültürlü insancıklar, Kendine Zarar Veren Tipler – Fyodor Dostoyevski

84

Bay Avseyenko uzun zamandır eleştiriler yazıyor, birkaç yıldır; ne yalan söyleyeyim ondan bugüne kadar umutlu olduğum için şimdi pişmanım: “Sürekli yazıyor, herhalde bir şeyler söyleyecektir ’’diye düşünüyordum ya, onu az tanımışım meğer. Yanılgım Ruskiy Vestnik’in 1874 Ekim sayısına kadar sürdü, Bay Avseyenko söz konusu dergide Pisemski’nin bir güldürüsü ve oyunuyla ilişkili olarak kaleme aldığı yazısında durduk yerde şöyle diyor:

Gogol, yazarlarımızı, yapıtlarında içeriğe pek özen göstermemeye, sadece sanatsal yanma ağırlık vermeye zorlamıştır. Romancının meseleye böyle bakışı kırklı yıllar edebiyatımızda çok kişi tarafından paylaşılıyordu. Bunun kısmen nedeni, bu edebiyatın içerik olarak kısırlığıdır(!).

Kırklı yılların edebiyatı içerik açısından yoksulmuş! Böyle garip bir görüşe hayatım boyunca rastlamadım. O edebiyat ki Gogol’ün tüm yapıtlarını, Bir Evlenme güldürüsünü kazandırmıştır bizlere (içerik bakımından yoksul ha, pes doğrusu!); sonra Ölü Canlar (bu roman da kısırmış, başka bir sözü, ilk aklına gelen sözü söyleseydi bu adam, daha iyi iş yapmış olurdu!), Avcının Notları’yla bir Turgenyev (bunda da içerik yok, öyle mi?), daha kırklı yıllarda yazılmış Gonçarov’un Oblomov’u, Rusya’nın her tarafında hayranlıkla okunan “ ‘Oblomov’un düşü’ bölümü!” Bu edebiyat nihayet bize Ostrovski’yi kazandırmıştır, Bay Avseyenko özellikle Ostrovski’nin tiplerine bu yazısında ağzından tükürükler saçarak saldırmaktadır:

Dış nedenlerden memurun dünyası yergi tarzına pek gelmiyor; bununla beraber güldürümüz, Zamoskvoreçi ve Apraksin tüccarlar dünyasına, gezginlerin, çöpçatanların, ayyaş tezgâhtarların, burmistlerin, zangoçların, piterşçiklerin dünyasına büyük bir çabayla ve tutkuyla girmiştir. Bir sarhoşun ya da sırıtan, yanlış kullanılan bir argonun taklidine; insan duygularına hitap etmeyen kaba ve onur kırıcı tiplerin, yaban davranışların betimlenmesine kadar bu akıl almaz tarz güldürünün işlevini daraltmıştır. Fransız tiyatrosunda insanı bazen büyüleyen küçük bir vodvildir bu: Biri masanın altına girmiş, bir diğeri de ayaklarından tutmuş çekiştiriyor). O sıcak, neşelendiren burjuva(?) tarzı değil, tümüyle kaba saba, itici bir tarz hâkim olmuştur sahneye. Kimi yazarlar, örneğin Bay Ostrovski, bu edebiyata pek çok yetenek, karakter ve mizah kazandırmıştır; ne var ki gerçekte tiyatromuzun içerik olarak düzeyini müthiş düşürmüştür, bu yazarın toplumun aydın kesimine söyleyecek sözü olmadığı, bu zümreyle işi olmadığı çok geçmeden anlaşılmıştır.

Demek Ostrovski sahnenin düzeyini düşürmüş, “okumuş zümreye” hiçbir söz söylememiş! Tiyatrolarda Ostrovski’yle coşan, yapıtlarını sabah akşam okuyan demek toplumumuzun eğitimsiz katıymış, öyle mi? Ah, düşünebiliyor musunuz, aydın zümre Fransız sahnesinde insanı zaman zaman büyüleyen neşeli, sıcak burjuva tarzı yapıtların sahnelendiği Mihaylovski tiyatrosuna gidiyormuş o zamanlar! Öyle ya, Lyubim Tortsov “kabadır, çapaçuldur”! Bay Avseyenko hangi okumuş zümreden söz ediyor, öğrenmek ilginç olurdu doğrusu! Lyubim Tortsov’da kirlenmişlik yoktur, “İçi temiz bir adamdır”, kirlilikse belki de orada, “o sıcak, neşeli, burjuva türünün” hâkim olduğu Fransız sahnesindedir! Bu nasıl bir görüştür, bu nasıl sanatsallıktır ki içeriğe yer vermesin? Tam tersine, içeriğe son derece önem verilir. Gogol Mektuplaşmalar’da, karakteristik olmakla birlikte zayıftır, Ölü Canlar’da sanatçı olmaktan çıkarak, doğrudan kendi adına hükümler vermeye başladığı bölümlerde de hayli zayıftır, hatta niteliksizdir, ama Bir Evlenme oyunu, Ölü Canlar romanı -özellikle sanatsal tipleriyle, içerik zenginliğiyle- onun en derin, en nitelikli yapıtlarıdır. Bu anlatımlar, deyim yerindeyse, çok derin ve dayanılmaz sorunlarla beyne baskı yapıyor, Rus insanının zihninde, yenemeyeceğini hissettiği en tedirgin edici düşünceler bırakıyor; ayrıca, bir zaman sonra baş edebilir mi, bilinmez. Bay Avseyenko tutup, Ölü Canlar’ın içerikten yoksun olduğunu haykırıyor! Buyurun size Akıldan Bela , parlak, sanatsal tipleri ve karakterleriyle güçlüdür, sadece bu sanatsal çaba bile, yapıta baştan sona kadar içerik kazandırıyor; Griboyedov, sanatçı görevini bırakıp (güldürünün en zayıf kişiliği Çatski’yi konuşturarak) kendi kafasına göre akıl yürütmeye başlayınca, hemen imrenilmeyecek düzeye, hatta o zamanların aydın sınıf temsilcilerimizin kat kat altına düşüveriyor. Çatski’nin verdiği ahlak dersi güldürünün çok altındadır ve genellikle tam bir saçmalıktan ibarettir. Bütün derinlik, edebiyat yapıtının içeriği, tiplerde ve kişiliklerdedir. Bu her zaman böyle.

Böylece okur nasıl bir eleştirmenle karşı karşıya bulunduğunu görüyor; buradan sorunuzu duyabiliyorum: “ Öyleyse bu adama ne diye bulaşıyorsunuz?” Bir kez daha söylüyorum, yapmak istediğim kişisel bir yanlışlığımı açıklamaktır, dolayısıyla yukarıda dile getirdiğim gibi, şu anda Bay Avseyenko’yla eleştirmen olarak değil, farklı ve ilginç bir edebiyat olayı olarak ilgileniyorum. Bir bakıma bana yararlı olabilecek bir tip. Uzun zaman Bay Avseyenko’yu anlamadım, aslında yazılarını değil -yazılarına zaten akıl sır erdirememiştim- bu yazılarda anlaşılacak ya da anlaşılmayacak bir durum yok. Ruskiy Vestnik’in 1874 Ekim sayısında çıkan bu yazısı nedeniyle ondan büsbütün umudumu kestim, çünkü kişide sürekli ve derin bir şaşkınlık yaratıyor: Böylesine tutarsız bir yazarın nasıl olur da Ruskiy Vestnik gibi ciddi bir yayın organında yazısı çıkar? Birdenbire çok gülünç bir olay oldu ve Bay Avseyenko’yu çözüverdim: Kışın başında Samanyolu adlı romanını yayınlamaya başlamıştı. (Neden arkasının gelmediği belli.) Roman, yazar Avseyenko’nun tüm karakterini anlamama yardımcı oldu. Aslında romandan uzun uzadıya söz etmem doğru olmaz. Ben de bir roman yazarıyım, meslektaşımı eleştirmek yakışık olmaz. Bu nedenle yapıtı kesinlikle eleştirmeyeceğim, hem bana neşeli anlar yaşattı. Örneğin romanın kahramanlarından genç prens operada, locada herkesin gözü önünde müzikten etkilenerek ağlayıp sızlıyor, yüksek sosyeteden bir hanımefendi duygulanarak ona yaklaşıyor: “Ağlıyor musunuz siz, ağlıyor musunuz?” diye ilgileniyor. Ama mesele hiç de bu değil, mesele burada yazarın iç dünyasını anlamamdır: Bay Avseyenko yüksek sosyeteye duyduğu hayranlıkla kendini kaybeden bir yazar ve düşün adamı olarak kendini anlatıyor. Özetle, dizleri üzerine çökmüş, eldivenlere, faytonlara, kokulara, rujlara, ipek giysilere (özellikle bayanın koltuğa otururken giysisinin ayak ve bel hizasında hışırdadığı anda) ve nihayet Italyan operasından dönen hanımı karşılayan uşaklara tapıyor. Bu sahneleri aralıksız, derin saygıyla, tapınırcasına, dua eder gibi, sözün kısası dinsel bir ayini gerçekleştiriyormuş gibi yazıyor. İşittiğime göre, bu roman Anna Karenina’da. daha güçlü yüz sürme ve hayranlık tavırları işlenmesi gerekirken, yüksek sosyeteye çok nesnel bakan Lev Tolstoy’un yanlışlığını düzeltmek için yazılmış. (Bilemem, belki de şaka olarak söylemişlerdir.) Tekrar ediyorum, tamamen farklı bir kültür tipi anlatılmasaydı, elbette bunlardan söz etmek gerekmezdi. Anlaşılan eleştirmen Avseyenko faytonlar, pudralar, kokular, özellikle uşakların hanımefendileri karşılamalarını kültürün bir görevi, ahlaki çöküşümüzün ve acılarımızın şu iki yüzyıllık döneminin tamamlanması ve hedefe ulaşılması olarak görüyor ve bunları hiç gülmeden, ama hayranlıkla izliyor. Bu hayranlığın ciddiyeti ve içten olması çok ilgiye değer. Asıl önemlisi de Bay Avseyenko’nun bir yazar olarak yalnız olmamasıdır; ondan önce de “keten yeleklilerin amansız Juvenalisleri” vardı, gelgelelim bu denli tapılacak ölçüde değildi. Diyelim ki hepsi böyle değiller, ama benim derdim, bu kültür temsilcilerinin, bu kadar yalın ve katışıksız nitelikte olmamakla beraber yazın alanında, yaşamda da çok fazla olduğuna sonunda yavaş yavaş inanmaya başlamamdır. Ne yalan söyleyeyim, beni adeta nurla aydınlattı: Böylece Ostrovski için sarf edilen ağır hakaret içeren sözler ve şu meşhur “Fransız sahnesinde kimileyin insanı büyüleyen sıcak, neşeli, burjuva tarzı…” kuşkusuz anlaşılmış oluyor. Bakın, burada söz konusu olan ne Ostrovski, ne Gogol, ne de kırklı yıllar (çok umurundaydı sanki!), mesele düpedüz yüksek sosyetenin uğrak yeri olan, önüne arabaların yanaştığı Petersburg Mihaylovski Tiyatrosudur; insanı kendine çekiyor, karşı konulmaz bir güçle yazarı ele geçiriyor, aklını başından alıyordu. Bir kez daha söylüyorum, bu olaya salt güldürü açısından bakmamak gerekir, hepsi çok ilgi çekici.
Kısacası, çoğu özel bir düşkünlükten, daha doğrusu acınması gereken hastalık derecesinde zayıflıktan ileri geliyor. Örneğin Hanımefendinin arabası tiyatronun önüne geliyor: Siz sadece arabanın yolda gidişini, pencereden süzülen fener ışığının içeride oturan bayanı nasıl neşelendirdiğini görüyorsunuz. Edebiyat falan değil, tapınmadır bu, acımak gerekir! Kuşkusuz buraya gelenlerin çoğu eldiven takmak büyük işmiş gibi halkın karşısında kasılıyordur; aralarında pek çok liberal var, cumhuriyetçi de, ama birden ne görüyorsun: adam eldivenci kesilmiş. Bu zayıflıktır, istiridyeleri ve yüz rublelik kavunlarıyla balolarda, yüksek sosyetenin güzelliklerine aşırı düşkünlüktür, bu düşkünlük, tüm masumluğuna karşın, sözgelimi bizde hiç kölesi olmamış kişiler arasında özel bir köle kurumu bile doğurmuştur. Arabaları ve Mihaylovski Tiyatrosunu Rusya tarihinde kültür döneminin tamamlanması olarak kabul ederlerken, dünya anlayışlarına uygun olarak, tümüyle su katılmadık toprak köleliği yandaşı olup çıkmışlardır; gerçi kimseyi köleleştirmeyi düşünmediler, ama tam bir kültürel hakmiş gibi, en azından halkın yüzüne açıktan açığa tükürmüşlerdir. İşte bu gibiler halka hayret verici suçlamalar yağdırıyorlar: Tam iki yüzyıl vergiyle soyup soğana çevirdikleri elleri kolları bağlı perişan halka edilgin olduğu için sataşıyorlar, onu kirli olmakla, eğitimden yoksun bırakılmış garibi cahil olmakla, sopa yiyenleri de kötü huylu oldukları için suçluyorlar; Bolşoya Morskaya’da berberde saçını taramadığı, pudra sürmediği için ona hesap soranlar bile olmuştur. Hiçbiri abartma değil, kesinlikle doğrudur, en önemlisi asla abartma olmamasıdır. Halka duydukları tiksintileri kudurmuşluk ölçüsündedir, halkı övecek olsalar -elbette politik nedenlerle- her satırda kendileriyle çelişecekleri için, edebine uysun diye tek kelimesini bile anlamadıkları büyük cümleler seçerler. Durun, iki buçuk yıl önce başıma gelen bir olayı hatırladım şimdi. Trenle Moskova’ya gidiyordum, geceleyin yanımda oturan bir toprak sahibiyle sohbete koyulduk. Yarı karanlıkta seçebildiğim kadarıyla kara kuru, kırmızı, şiş burunlu, 50 yaşlarında biriydi; sanırım bacaklarından rahatsızdı. Tavrıyla, konuşmasıyla, yargılarıyla son derece dürüst bir kişilik örneği çiziyordu, çok da düzgün konuşuyordu. Rus aristokrasisinin çetin ve belirsiz bir dönemden geçtiğini, Rusya’nın her köşesinde ekonomide şaşırtıcı bir düzensizlik yaşandığını söyledi, sakin konuşuyordu, ancak meselelere ciddi bakışı müthiş ilgimi çekmişti. Peki, buna ne dersiniz: Söz arasında birden, farkında olmadan, fiziksel olarak kendini köylüden üstün gördüğünü, bunun tartışmasız olduğunu söyleyiverdi.

“Yani tinsel gelişmişlik, eğitimli insan olarak mı demek istediniz?” diyecek oldum, hemen karşı çıktı:
“Hayır, kesinlikle hayır, köylüden yalnızca tinsel olarak değil, fiziksel bakımdan üstünüm dedim; bedensel olarak köylüden daha güçlüyüm. Onca kuşak kendimizi üstün bir varlık olarak eğittiğimiz için böyle olmuştur.”
Daha fazla tartışmam yersizdi: Ayaklarından rahatsız olan (kireçlenme soylu hastalığı olabilir) bu kara kuru, sıracalı, kırmızı burunlu adam hiç öteye beriye sapmadan bedensel olarak kendini köylüden üstün ve güzel bulabiliyordu! Tekrar ediyorum, içinde asla bir öfke yoktu, halim selim bir adamın yeri geldiğinde birden halka karşı nasıl adaletsizce davranabildiğim görün, hem de tamamıyla masumca, sakin ve dürüstçe, özellikle halka küçümsemeyle bakmasından -handiyse bilinçsizce, elinde olmadan- ortaya çıkan bir bakış açısı…

Bununla beraber, yaptığım kişisel bir yanlışlığı düzeltmeliyim. Şubat sayısında halkın ülkülerinden söz etmiş, şöyle demiştim: “Yolunu şaşıran çocuklar gibi, evimize döndüğümüzde halkın gerçeği önünde eğilmeli ve ondan bir düşünce, tarz beklemeliyiz. Ama öte yandan halk, yanımızda getirdiklerimizden bir şeyler almalıdır; ancak bunun bir hayal değil, biçimi, sureti, ağırlığı olan, gerçekten var olan bir şey olması gerekir; bunu kabul etmediğimiz takdirde iyisi mi ayrılalım, birbirimizden ayrı ölüp gidelim.” İşte bu sözlerimi çok kişinin anlamadığını görüyorum. İlk olarak, sormaya başladılar: Önünde eğilmemiz gereken ve halkta var olduğu söylenen bu ülküler nasıl bir şeydir?

Ardından gelen soru şuydu: “Yanımız sıra getirdiğimiz ve halkın bizden sine qua non alması gerektiği zenginlik” le ne demek istiyordum? Nihayet, biz aydınların Avrupa ve kültürlü insanlar, halkınsa sadece Rusya olduğu ve edilgin davranması nedeniyle biz aydınların değil, onun bizim önümüzde eğilmesi gerektiği meselesi ne oluyordu? Bay Avseyenko meseleyi bu anlamda çözüyor; şimdi yalnızca Avseyenko’ya değil, beni anlamayan “kültürlü” insanlara, “aman zaman tanımaz Juvenalislerin keten yeleklerinden” başlayarak, korunacak bir şeyimiz olmadığını yakın zaman önce ilan eden beylere kadar yanıt vermek istiyorum. Öyleyse iş zamanı… O sıra kısa yazma hatasına düşmeyip ayrıntılı açıklama yapsaydım, düşüncelerimi paylaşmayabilirlerdi, ama hiç değilse çarpıtmazlar, beni anlaşılmazlıkla suçlamazlardı.

Fyodor Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz