Yabancılaşmanın insan zihnine sunduğu tek olanak tümdengelimdir. İçine girdiği büyük yabancılaşma Türk aydınının kafasındaki tümevarım yeteneğini uzun süre yok etmiş, hiç değilse bazı yönlerden tatile uğratmıştır. Oysa tümdengelim, ancak tümevarmış bir düşüncenin hakkı olmalıdır. Bizde, çok uzun bir süre, bilimsel çalışma, yukardan aşağı inen bir sınıflama çabasından, sanat ise siyasal şeflerin diktiği verileri kendi içlerinde yorumlamaktan ibaret olmuştur. Bu sonucu elbet kimse istemiş değildir. Hatta, tersine, başka özlemler duyulmuştur hep. Sarkan kültür emperyalizmine bir nimet gibi yapışılması da bu konuda iyi niyetten uzak kalındığını göstermektedir. Ama sonuç budur.
Ataç’ı düşünelim. Ne diyordu Ataç: Ulusumuz ancak “Yunanca ve Latinceyi öğrenerek” uygarlaşabilir, çağdaş Batı uygarlığı düzeyinde ancak böyle yerini alabilir.
Oysa aynı yazar düşünmüyordu ki Yunanistan’da yüzyıllardan beri Yunanca konuşulmaktadır (Türkler eski Yunancayı da hiçbir zaman Yunanlılar kadar iyi öğrenemeyeceklerdir) ve bu durum Yunanistan’ın gelişmiş bir ülke olmasını sağlayamamaktadır. Bütün sorunları tek öğeye yatırmak, eldeki öğelerle yetinmek… bu olmuştur son elli yıldaki aydının bilimsel tavrı. Ataç için büyük veri, dildi. Dili, dilin eski yeni serüvenlerini iyi biliyordu. Bunun için de her şeyi dille açıklamaktaydı. Ne var ki burda da büyük bir ikilem içindeydi; hem Türkçeye güvendiği için onu berkitmeye, arıtmaya, güçlendirmeye, ona sağlam bir iskelet kurmaya çalışıyor, hem de ona pek güvenemediği için, onunla belli bir uygarlık düzeyine ulaşılacağına inanmadığı için, koşul olarak Yunancayı ve Latinceyi gösteriyordu. Yunanca ve Latince öğrenmek gerçekten çok önemlidir. Batı uygarlığının kökenini ve bazı sorunlarını kavramaya yarar. Ama Ataç’ın söylediğinde başka bir anlam vardı. O, bütünüyle halkın kimlik değiştirmesini istiyordu.
Dahası var, Ataç, hem “Savunulan her düşünce doğrudur” diyerek hoşgörüyü hastalıklı bir noktaya kadar götürüyor, hem de kendi düşünceleri (hatta duyguları) söz konusu oldu mu herkesin sus pus olmasını istiyordu. Bugün bazı yazar arkadaşlar, onun, Cumhuriyet döneminin düşünürü olduğunu ileri sürüyorlar. Gerçekten de öyledir. Ancak bir ayrımcık koyalım: Ataç, Cumhuriyet döneminin demokrasi evresindeki (1946’dan sonraki) düşünür tipinin kenar bir örneğidir. 1920-1928 yılları arasındaki aydın tipinde, bütün şaşalamasına karşın, bazı yanları karanlıkta kalan, belki de bunun için olduğundan zengin görünebilen bir mitos, bir umut belirtisi vardı. Kurtuluş Savaşı’nın henüz tazeliği yitmemiş anısındandır bu.
Bir devrim özlemi içinde bulunulmaktadır. Nice ilkel olursa olsun, bu dönemde yazılmış yazılarda böyle bir tavır buluyoruz. 1928-1946 yılları arasında ise her şeyi Söylev’e göre yorumlayan sınırlı, dar, ama güvenli görünen bir ülkücülük kendi şiirini Behçet Kemal Çağlar’a yazdıracaktır. Yurt güzellemelerine dayanır bu ülkücülük, tarihten yoksun bırakılmış bir coğrafya üstünde Anadolu’yu övgülerle kavrar, bir kendine güvenin, daha doğrusu böyle bir isteğin kanıtları getirilmek istenir. Çağrışımlarda yakın geçmiş yok sayılır, belki de bu yüzden, uzak, ama çok uzak bir geçmişle bağlar “edebi” planda abartılır, sıkılaştırılır. Aslında bu ülkücü tavır Meşrutiyet sonrasındaki tavrın bir uzantısıdır. Ama ondaki tutamakların çoğunu atmıştır.
1946’da ülkücü tavrın sindiğini, parçalandığını görüyoruz. Demokrasi serüveni, düşünce planında kötümser ve eksik bir anarşi eğilimine yol açmıştır. Cumhuriyet’in aydın tipi 1946’dan sonra ülkücülükten vazgeçmiş, bölük pörçük düşüncelere tek tek kapılanmaya başlamıştır. Zaten yaygın ve belirsiz olan amaç, daha da belirsizleşir bu dönemde. Ve bu belirsiz noktada, kötümserliği kök alan amaçsız bir başkaldırma, gerekçesiz bir ret, küçük küçük inkârları desteklemek ister gibi görünen bir yadsıma başlar. Bir çeşit horgörü de diyebiliriz buna. Sanatçılarda ise bir çeşit nihilizm olarak belirmiştir. 1960’ın hemen öncesinde, ortalama genç aydının tavrı böyledir.
Cemal Süreya
Günübirlikler