Bazen çöp dağlarında, insanların döküp saçtıktan, kullanıp attıkları, adlarından ayrılmış nesneler arasında dolanırım, ama bu bollukta bile payıma düşen sözcüğü bulamam. Bu çerden çöpten, yoktan doğma dünyada insan bir kol, bir bacak, bir ceset bile bulabilir, ama kendi gecesinden düşmüş sözcüğü bulamaz.
Bazen buğulu camlardan içeriye, duvarların, kara kara kapanan kapıların berisine bakanın. Pörsümüş derisinin altında damarlan görünen dünyaya – kim koyduysa bu adı! Külrengi bir siste hemen yolunu yitirir bakışlarım. İnsanlar, insanlar, başkaları, toplanan, konuşan, susan insanlar, her biri kendi sisinde. Elleri, yüzleri, dudakları kıpır kıpır, hikayelerle, kararlarla, hükümlerle dopdolu. Sağlam, alçak çatılarının altında derebeyliklerinin, levhalarla, tabelalarla, aynalarla, ampullerle çevrelenmiş, bu aydınlık bolluğunda, her gün yeseler de aynı açlıkla oturdukları masalarında anlatırlar.
Hep haksızlığa uğramış, ama hiç devrilmemiş, teslim olmamış, ölmemiş gibi. Coşkuyla sahip çıkarlar yüreklerinin şişkin boşluğuna. Elbet yaşamak en çok onların hakkıdır, ölen hep başkasıdır. Hep ‘o’ olur, sessizce, ölü ölü yürür gider akşamın içinden. Bir-iki el silah sesi gelir televizyondan, usturuplu bir çığlık öldürmenin ne kolay olduğunu söyler, bunca hayat bolluğunda, her şey sıradan bir hikaye, ardı boş bir resim – ama hikaye mikaye yok ki bende!
Televizyona bakan insanları seyrederim, bakışları sabitleşir, yüzleri dupduru ışıldar, ışıl ışıl bir savaş alanı gibidir iyiyle kötünün çarpıştığı, sesler, ötkeler, yaygara, pazarlık. Bir aynaya bakarcasına bakarlar bana, yanıp tutuşurlar bütün aynalarda kendi suretlerini görmek için. Ama çoğu kez, tam bir insan bile yetmez gözbebeklerini doldurmaya. Herkes evine gidince -garsonlar küllükleri boşaltır, çabucak vedalaşır, ışıkları kapatırlar- kahveci içeri girmeme izin verir. Çatırdayarak sönen sobanın yanına ilişir, demlikte kalan acılaşmış çayı bitiririm. Bir başıma, sessizce, saatlerce otururum, kimsenin girip çıkamadığı karanlığın bekçisi gibi. Burada unutulmuş, kendi içime kilitlenmiş. Daha ilk saatinden ihtiyarlamış gece, sanki gövdeme uzanır, soğuk, simsiyah kesik kesik sütüyle emzirir beni. Uykusuzluğun, uykusuz görülen düşlerin bir bekçisi gibi beklerim. Her şeyin başlamasını, sonlanmasını.
Bazen çöp dağlarında, insanların döküp saçtıktan, kullanıp attıkları, adlarından ayrılmış nesneler arasında dolanırım, ama bu bollukta bile payıma düşen sözcüğü bulamam. Bu çerden çöpten, yoktan doğma dünyada insan bir kol, bir bacak, bir ceset bile bulabilir, ama kendi gecesinden düşmüş sözcüğü bulamaz. Kolu kanadı kırılmış, ikiye yarılmış, kahkahalar atan bir sözcük. Bulsaydı bile, onu söylemek ne ağır olurdu! Aklımın erdiği pek çok şey var, ama hayat bunların arasında değil. Ellerim benden daha iyi anlar hayatı, belki bunun için hep susarlar, kabuk kabuk susarlar. Düş kurarlar kabuklarının altında, hayattan çok ölüme yoldaşlık ederler. Çoğu unutuldu zaten, neyse ki, yağmurlarla yıkanıp toprağa aktı, ölülerle diriler aynı sonrasız uykudalar şimdi. Birbirine sarılıp geçip gitti akşamın içinden kurbanlarla katiller.
Gene de, o kadar kötü değil. Yarısı yenmiş bir ekmek, bir sirnit bulurum başucumda, didiktenmiş bir tabak pilav sözgelimi, kuşlara seslenirim. Ne söylenirse söylensin, aslında daha iyidir insanlar. Bazen bir kuş omzuma dokunur, bana yarenlik ederse, bende gecelerse … Ayakları kopmuş bir martı göğsümde uyuyakalırsa, anlata anlata çocukluğunu … İşte o zaman, sanki benim de bir hikayem varmış gibi hissederim.
Şafaktan az önce, gecenin tükendiği ama aydınlığın geri gelmediği bir saat var, şehrin bütünüyle boşaldığı tek saat, işte o Hiçkimse ‘nin saati dir. Gökyüzü böğürtlen rengi, nar rengi alevleri e kıpır kıpırdır, izler! e, işaretlerle, doğumlarla …
Bir başıma, başıboş yürürüm sokaklarda, çamurlu kaldırımlarda, taş döşenmiş sessizlik yollarında, sokaklar bende yürür. Metruk binalara girerim, üst katiara çıkarını, ortasından yırtılıp yapıştırılmış bir suret gibi beliririın ıssız pencerelerde, yukarılara, rüzgarlı çatılara tırmanırım. Jiletle doğrarım kollarımı, göğsümü, dudaklarımı, acıması için değil, acımaz zaten, uykusundan uyanan, eski yaralardan akan kanı dinleyebilmek için. Yağmurlada yıkanmış yürekten fırlayan yabani kanı … Sesi korkutucudur, bağırır, ulur, çığlıklar atar ama asla yalan söylemez. Söyleyemez. Teker teker belirirler yerkabuğunun çatlaklarından, önce birer ikişer, sonra hep beraber, bir uğultu yükselir topraktan, dalga dalga yayılır. Atla! Atlasana lan aşağı! Korkma) gebermezsin! Beni sonsuza çağıran, taşıyan, yokuluğuma eşlik eden, o muhteşem, o inanılmaz koro. Hep yalan söyleyen … Biz hepimiz, bütün insanlar aynı uçurumdan çıkıp gelmedik mir Ertesi sabah, acı geri döndüğünde, artık başka bir şeye, hayatın mosmor parmak izlerine, bana ait bir geçmişe dönüşmüştür. Güzel bir şey insanın geçmişi olması, gerçekten güzel hikayesini geçmiş zamanda anlatabilmesi.
Yoksa, insan dediğin nedir ki! Yersiz bir kahkaha işte.
Aslı Erdoğan
Taş Bina ve Diğerleri