KONUŞTUKLARIMIZI ANLATABİLDİYSE, POLİSLER İKİMİZE DE DELİ DEMİŞLERDİR
Son Anılar
Bursa’da kısa süren sürgünlük günlerimin anılarını burada bitirmek istiyorum. Onların içinden acı olanları seçip ayırdım. Gülebileceğiniz bir kaçını süzdüm, size sundum. O günlerden bir kaç küçük anım da şunlardır:
Sürgün günlerimden bugüne kadar dostum kalan bir Heykelci Hikmet’tir (Hikmet Akadam). Heykelcilikle İstanbul’da çocuklarının karnını doyuramamıştı. Kaynatası iyilik yapmış, onu Bursa’daki fabrikasına kapıcı almıştı. Gurbette bir başına olanda, ev-ocak özlemi başlıyor. Bizi ara sıra, yoksul, ama sıcak ev çevresine alan, yalnız Heykelci Hikmet olmuştu. O da bir başka türlü sürgün sayılırdı.
Koskoca Bursa’da Heykelci Hikmet’le nasıl anlaşmıştık? Ortaklaşa hiçbir düşüncemiz yoktu. Kafalarımızın pek birbirine uyduğunu sanmıyorum. Ama resim, çamur, renk, boya, çizgi, sanat, koca Bursa’da birbirlerini hiç tanımayan iki kişiyi arkadaş yapıvermişti.
Sonradan, Hikmet Beyi Emniyet Müdürlüğünde sorguya çekmişler. Neler konuştuğumuz sorulmuş. Bütün konuştuklarımızı anlatabildiyse, polisler ikimize de deli demişlerdir.
Kapıcılık yapan Heykelci Hikmet’in derdi, bana kendi derdimi unuttururdu. Kendi derdimi de unutunca, ona büstlerini yaptıracak müşteriler arardım. Bursa’da bir kaç kişi ona büstlerini yaptırdı. Hikmet Bey de kapıcılıktan kurtuldu. Bu, belki de onun için iyi olmadı.
Hep düşünürüm: Acaba Hikmet Bey, işi tıkırında biri olsaydı, bize bu dostluğu yine gösterir miydi? Bu düşünce, belki insanın yüreğindeki kötülüğü dışa vurur ama, ne yapayım ki, düşünüyorum.
Bursa’da birini daha tanımıştım. O, bizden de zil, meteliksizdi. Orada beni en çok güldüren adam o oldu. İkide bir,
– Ah, ah!.. derdi, ben, seninle geçen yıl arkadaş olacaktım ki o zaman görecektin…
Bir yıl önce babasından kalan ellibin lira mirası yemiş, bitirmiş.
– Seninle geçen yıl tanışacaktık… Al, diyecektim sana… Ne kadar istiyorsun? Onbin mi, yirmibin mi?.. Ah!.. Geçen yıl tanışacaktık ki…
Bunu her karşılaşmamızda söylerdi. Her gün de karşılaşırdık. Bu sözleri o kadar kesin, o kadar çok söylerdi ki, giderek ben kendimi ona borçlu bulmaya başladım, gerçekten yirmi, otuzbin lirasını almış gibi oldum.
Bütün mirasını sizden esirgemeyen birinden siz, ekmeğinizi, yemeğinizi esirgeyebilir misiniz? Bu yüzden ara sıra, bir de onun boğazını düşünmek zorundaydık.
– Ah geçen yıl tanışacaktık… Geçen yıl neredeydin birader?
Bunu öyle bir sorardı ki, geçen yıl onu arayıp bulamadığım, böylece de ellibin lirasının ziyan olmasına neden olduğum için beni suçlu çıkarır gibiydi.
– Buyrun!.. derdik.
Sofraya otururduk.
– Ah!.. Geçen yıl arkadaş olmalıymışız…
Aradan dört beş yıl geçtikten sonra, onu İstanbul’da gördüm. Bitikti. Sonradan çıkan büyük bir mirası daha yemiş bitirmiş…
– Nerelerdesin kardeşim, dedi, ben yine perişan oldum. Seni o kadar aradım, bulamadım. Geçen yıl karşılaşacaktık ki…
– Ben zamanında hangi işi yaptım ki… Bana da böyle hep mirasını yiyip bitirenlerle arkadaşlık kalıyor.
Bursa’da hiç unutamadıklarımdan biri de, bir oğlan çocuktu. Komşulardan birinin oğluydu. Benim oğluma benziyordu. Beş yaşlarında sarışın, yaramaz, kirloş bir oğlan… Evden çıkarken, her sabah yolumu beklerdi. Onunla arkadaş olmuştuk. Onu severken oğlumu sever gibi olurdum.
Her sabah pencereden bakardım. Sokaktaysa, cebimde de para varsa, çıkardım. Cebimde para yoksa, sokağa çıkmazdım. Çocuğun oradan uzaklaşmasını beklerdim. Sonra, ona görünmeden kaçardım.
Ne kadar çok gerekirse gereksin, yine harcamaz, onun için cebimde beş kuruş ayırmaya çalışır, paramın son beşliğini saklardım. Sokak kapısından çıkınca bana koşardı. El ele tutuşur, köşedeki bakkala giderdik. Her sabah bakkaldan bir şeker hakkı vardı.
Bir sabah yine kapıdan çıktım. Bana koştu. Yere çömeldim. Boynuma sarıldı. Tam o sırada, sert bir ses çocuğun adını çağırdı. Karşı evin kapısında babası duruyordu. Çocuk donup kalmıştı. Başı önünde süklüm püklüm babasının yanına gitti. Adam çocuğu dövmeye başladı. Ona her sabah şeker aldığımı bilmiyordu. Benimle, mahallelerine sığınmış bir sürgünle konuşuyor diye çocuğu dövüyordu.
O günden sonra onunla hiç konuşmadık. Ben kapıdan çıkardım. O, kendi evlerinin kapısında dururdu. Bana bakardı uzaktan… Ben, ona bakınca başını yere indirirdi. Kendi oğlumu sevememiş gibi, oradan uzaklaşırdım.
Günlerimin çoğunu Bursa kitaplıklarında geçirirdim. Bir gün Halkevi kitaplığında bir kitap okurken, sağıma, soluma, karşıma gençler geldiler. Hepsi birer kitap aldı. Ama içlerinden ikisi kitap okumuyor, boyuna yüksek sesle konuşuyor, yaramazlık yapıyor, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Kitaplık salonu, paydos zamanında bir sınıfa dönmüştü. Susarlar diye bekledim, susmadılar. Yüzlerine sert baktım, daha çok yaramazlık ettiler. Sinirlerim bozuldu. En yaramazına,
– Bir cümleyi beş kere okuyorum, yine anlamıyorum. Sussanız iyi olacak… dedim.
Büsbütün yaramazlığa, üstelik alaya da başladılar. O kızgınlıkla çıktım dışarı. Asfaltta yürürken, arkamda koşan bir ayak sesi duydum. Başımı çevirdim. Az önce kitaplıkta yaramazlık eden, azarladığım çocuk. Daha büyük bir terbiyesizlik edeceğini sandım. Koşarak yanıma geldi:
– Siz, Aziz Nesin misiniz?
– Evet… dedim.
Başı önünde utanmış,
– Kitaplıkta defterde adınızı gördüm de… Affedersiniz…
Hayatımda beni yerden yere vuranlar kadar, değerlendirenler de oldu. Ama o çocuğun verdiği değeri hiç unutamıyorum.
Lise öğrencisiydi. Bu genç o gün benimle evime dek geldi. Benimle tanışmış olduğu için çok coşkulu ve sevinçli idi. Bir kaç kez daha bu gençle görüşmüştük. O zaman adını da biliyordum. Benim üzerimde iyi bir iz bırakan bu delikanlının ne olduğunu sonraları sorup öğrendim. Üzerinde özel hiçbir yetkim olmadan solcu olmuş, liseyi bırakmak zorunda kalmış, işçilik yapmış ve sonra da cezaevine düşmüş olduğunu öğrendim. Çok üzüldüm.
Sürgün bitip İstanbul’a gelince, daha iyi şeylerle karşılaşmadım. İstanbul’da kurduğum, bıraktığım her ne varsa, hepsi dağılmış, hepsi yıkılmıştı. İş, eş, her şey. Onları yeni baştan toparlamaya, kurmaya çalıştım. Ama olmadı…
Aziz Nesin
Bir Sürgünün Anıları