Bir ilçede, genç bir memur olarak ilk göreve başladığım dairenin, müdürü, Asım Bey adında, babacan, iyiyürekli, güleç yüzlü, dünyaya boşvermiş, çok görmüş geçirmiş görünüşlü yaşlıca biriydi. Memurların kimisi ona, yüzüne karşı, beyefendi der, kimisi de Asım Bey derdi, ama hepsi de arkasından «Bende görsün Asım Bey» diye ondan sözediyordu. Bendegörsün lakabına kızıp kızmadığını bilmiyordum.
İlçelerdeki memurlar arasında, büyük kentlerde olduğu kadar üstlük, astlık ayırımı çok değildir. Küçük yerlerde herkes birbirini daha yakından tanıdığından üstler, astlarına tepeden bakıp pek öyle kasılmazlar.
Genellikle cumartesi geceleri, yarı kumarhane, yarı meyhane olan Şehir Kulübüne gidiyorduk. Bir akşam Şehir Kulübü’ndeydik. İçki sofrasında, bizim kısmın şefiyle iki de eski memur vardı. Söz bende görsün Asım Bey’den açılınca, şefe, neden bizim müdüre Bende görsün denildiğini sordum. Bilmem gereken, herkesin bildiği bişeyi bilmiyormuşum gibi, sofradakiler benim soruma şaştılar. Şef,
— Onu sen Asım Bey’in kendi ağzından dinlemelisin… dedi.
Memur arkadaşlardan biri de,
— O olayı kimse onun kadar tatlı anlatamaz… dedi.
Asım Bey’in bir büyük kentte çok önemli bir görevi varken, o kentte durmak istemeyip kendi isteğiyle bu küçük, kıyı ilçedeki bir küçük dairenin müdürlüğüne geldiğini anlatıp o konuyu kapadılar.
İlk memurluğum olan o dairedeki görevime başlayalı bir yıl oluyordu. Bir kızla evlenmek üzereydim. Kızın ailesi, nişanı, nikâhı, düğünü hep bir arada yapmak istiyordu. Oralarda bir kızla bir erkeğin arkadaşlığı çok kınandığından, ben evleneceğim kızla arkadaşlık edememiş, onu yakından tanıyamamıştım.
Bigün dairede bir yazıyı imzalatmak için müdürün odasındaydım. Bendegörsün Asım Bey, masasına koyduğum kâğıttan başını kaldırmadan,
— Evleniyormuşsunuz diye duydum, öyle mi? dedi.
Ben bir küçük memurdum. Müdürle de o kadar az karşılaşıyorduk ki, böyleyken benim evleneceğimi duymuş olmasına, benimle ilgilenmesine şaştım.
— Daha kesin değil müdür bey, ama düşünüyorum… dedim.
Gözlük camlarının üstünden bana bakarak,
— Kız kimin nesi? diye sordu. — Tanımazsınız efendim, dedim, buralı bir ailenin kızı.
Gözlüğünü çıkardı. Önce bir «Yaa…» dedikten sonra ekledi:
— Bu akşam vaktin varsa yemeği birlikte yiyelim.
İltifatına teşekkür ettim,
— Emredersiniz, dedim.
— Rica ederim, dedi, akşam Şehir Kulubü’nde buluşalım.
Akşam Şehir Kulübü’nde buluştuk. Kalabalıktan uzak, salonun köşesinde bir masa seçti.
— Rakı içeriz, değil mi? dedi.
— Evet, dedim.
Bendegörsün Asım Bey’i tanıyan garson masamızı mezelerle donattı. İçmeye başladık. Asım Bey,
— Uzaktan seni izliyorum, iyi bir delikanlıya benziyorsun, dedi.
Dilimin döndüğünce, iltifatına lâyık olmaya çalıştığımı söyledim.
— Bana neden Bendegörsün Asım Bey dediklerini biliyorsun, değil mi? diye sordu.
— Bilmiyorum, dedim.
— Gerçekten bilmiyor musun, yoksa alınmayayım diye bilmezden mi geliyorsun?
— Gerçekten bilmiyorum efendim.
— Öyleyse anlatayım da dinle… Ama önce sen anlat. Evleneceğin kız nasıl bişey? Cevabı verilmeyecek bir soruydu bu. Ben susunca.
— Oldukça sıkıntı çeken bir ailenin kızıymış? dedi.
— Evet, dedim, ben küçük bir memurum…
Sözümü kesip,
— Gözü yükseklerde olmasın diye düşündün, dedi.
— Evet, dedim.
— Sende olanla yetinsin, dedin.
— Evet efendim.
— Gözü açılmamış olsun, dedin.
— Evet efendim. Bikaç kez pek şaşmış gibi «Allah allah…» dedikten sonra,
— Tıpkı bir zamanlar benim düşündüğüm gibi… Yalnız aramızda bir fark var; ben oldukça geç evlenmiştim, sen erken davranıyorsun. Çok iyi… dedi.
Boşalan kadehlerimizi doldurdu.
— Hadi bakalım, mutluluğunuz için. Bak, şimdi sana vereceğim öğüt, kulağına küpe olsun. Alacağın kız babasının evinde hangi cins, kaç paralık çorap giyiyorsa, babasının evinden senin evine nasıl bir çorapla gelmişse, sen de ona öyle çorap al. Sakın değiştirme. Aman bende görsün, memnun olsun diye sakın daha iyisini, daha pahalısını alma… Sonra benim gibi yanarsın.
Ne demek istediğini anlamamıştım ama, müdürün karşısındaki küçük memur alışkanlığıyla,
— Başüstüne efendim, dedim.
— Biliyorum, sen şimdi içinden «Ne münasebet!» dersin. «Ne diye karıma daha iyi çorap almayayım» dersin. Sakın haaa, alma! Bir çorap deyip geçme oğlum, herşey çoraptan başlıyor çünkü. Çorap derken iskarpin, iskarpin derken eşarp… Eşarp derken bluz…
Bir de bakıyorsun, karı elden gitmiş. Yaaaa! Ben de küçük bir memurdum, böyle senin gibi gencecik… Ama ben, dargelirli aylığımla kendime güvenip de evlenmedim, karımı mutlu edemem diye yıllarca bekâr kaldım. Eh, yıllar geçti aradan, yükseldim, aylığım arttı. Bir de küçük apartman dairesi satın aldım, kendime göre döşedim. Yaşım da oldu otuz sekiz.
Sıra geldi evlenmeye… O zamana kadar bilmezdim, meğer evlenmek için koca bekleyen o kadar çok kız, kadın varmış ki… Şaştım… Kimisi liseyi bitirmiş, kimisi üniversiteyi… İstersen okumamış ya da az okumuş ev kızı al. Sarışını, esmeri, beyazı, kumralı… Şişmanı, zayıfı, balıketlisi, tombulu, tombulcası… İçlerinde zengini de, zenginceleri de vardı. Hatta birinin sekiz daireli bir apartmanı bile vardı. Neyse uzatmayalım…
Hele doldur kadehlerimizi… Mutluluğun için! İnsan bir konuyla ilgilenmeyince, o konuyla ilgilenenleri bilemiyor. Ben de bu kadar çok kızın evlenmek için beklediğini, ancak evlenmeye karar verdiğim zaman anlayıp şaştım.
O zamanki kafamla şöyle düşündüm: Öyle bir kız alayım ki, yoksulca olsun, bende olanla yetinsin, gözü yükseklerde olmasın, herşeyi bende bulsun, bende görsün, gözü açılmamış olsun… Böylesini bulursam, gözü dışarda olmaz, bana bağlı olur diye düşündüm.
Benimle evlenmeye istekli onca kız içinden arayıp tarayıp, Sabiha adında, böyle birini seçtim. Yaşı yirmi bir. Ortaokulu bitirebilmiş. Öyle albenili, çarpıcı güzel değil, ama çirkin de sayılmaz, yüzüne bakılır, akça pakça…
Biz bununla evlendik. Çeyiz meyiz de getirmedi. Buna daha çok sevindim. «Sana şunu alayım Sabiha» diyorum. «Benim herşeyim var» diyor, «Yahu etme, Sabiha, bak, bunu alayım sana …«İstemem,» diyor, bir mendil, bir çorap bile aldırmıyor. «Benim öyle giyimde kuşamda gözüm yoktur; insanlık giyimle kuşamla değil» diyor… İşte kadın diye ben böylesine derim. Ben artık mutluluktan uçacağım.
Sabiha öyle ruj, rimel bilmez. Ojeymiş, Losyonmuş, pudraymış, onları da bilmez. Böyle bişey almaya kalksam, «Neden erkekler kendileri boyanıp süslenmiyor da, kadınlar makiyaj yapıyor; demek, erkekler kadınları süslü bebek olarak görmek istiyor» diye öyle akıllı akıllı konuşuyor ki, şaşar kalırsın… Hele incik boncuktan, küpeden kolyeden, yüzükten, bilezikten hiç hoşlanmaz. «Ben yamyam mıyım?» der, küpe filan takmaz.
Öyle pek okumamış ama okumuş yazmışlara taş çıkartır, sağduyusu var. Evet, bunca yıl bekâr bekledim, bekledim, ama en sonunda işte turnayı gözünden vurdum.
Altı ay kadar böyle geçti. Bigün onunla sokaktayız. Hiç olmazsa karıma bir çorap olsun alayını, şöyle iyi, pahalı, incecik bir çorap olsun, dedim. Yine istemem diye tutturdu. «Benim iki çift çorabım var» diyor. Yahu iki çift çorap da çorap var mı sayılır. Benim bile, erkekken, sekiz-on çift çorabım var… Sabiha’nın ayağındaki çorap da, en ucuzundan, kalın, koyu renk bişey…
«Sabihacığım, yavrum, bak bacakların çok güzel… Şu çoraptan alayım sana…»
Neyse, ben buna en pahalısından, incecik, ten rengi iki çift çorap aldım. Almamı istemedi ama, bir görsen, aldım diye de teşekkür teşekkür üstüne… Eh o sevindi diye ben de daha çok sevindim.
Gelgelelim, aradan bir ay geçti, iki ay geçti, yeni aldığım çorapları bitürlü giymiyor. Sanki atla deve almışım gibi, «Yeni aldığım çorapları giy!» de diyemiyorum. Kendikendime, herhalde böyle çoraba alışmamıştır da ondan, diyorum. Sonunda bigün,
— Neden yeni çoraplarını giymiyorsun Sabiha? dedim.
— Giyeceğim, giyeceğim ama… dedi, sözün sonunu getirmedi.
Ben üsteleyince söyledi. İki çift ayakkabısı varmış, biri hergünlükmüş, öbürü yabanlıkmış. Ama ikisi de iyi değilmiş. Yeni aldığım o incecik, ten rengi çorapla o eski ayakkabılar giyilemezmiş, uygun düşmezmiş.
— Öyle söylesene Sabihacığım, hemen çorabına uyan bir ayakkabı alalım.
İstemez falan diye mırın kırın etti ama, hemen o gün götürüp, kadın ayakkabıcılarının en büyüğünden Sabiha’ya en pahalı olan bir çift iskarpin aldım. Bir tanıdığımıza ziyarete gideceğimiz bigün, bitek gün. İşte o iskarpinle yeni çorabı giydi, bir daha giymedi. Nedenini sordum, utana sıkıla,
— Elbiselerim, yeni ayakkabımla çorabıma uymuyor da ondan… dedi.
Haa, anlaşıldı.
— Elbet hakkın var Sabiha’cığım.
Hemen o gün buna en iyisinden hazır bir takım elbise aldım, ayrıca bir elbiselik te çok güzel bir kumaş… Kumaşı da terziye verdik. Elbise yeni, iskarpin yeni, çorap yeni…
Benim Sabiha bir oldu, bir oldu. Ama yine her zaman yenilerini giymiyor. Nedenmiş?
— Herşeyin yaraşığı var şekerim, dedi, bu eski bluzla olmuyor ki…
Doğru Sabiha’ya biriki de bluz aldık. Bu kez,
— Eşarp, dedi, bu güzel takımıma uyan eşarp olmalı ki…
— İstediğin eşarp olsun Sabiha… Eşarpları da alınca, artık herşey tamam ya; Sabiha’da bir cansıkıntısı, bir cansıkıntısı…
— Neyin var Sabihacı’ğım?
— Vallahi söylemeye utanıyorum şekerim. Ben istemeden sen bana herşey aldın… Yalnız… Nasıl söyliyeyim, bilmem ki… Dışı seni, içi beni yakar, derler ya, işte ben öyle oldum. İççamaşırlarım, üstümdekilere hiç uymuyor.
— Üzüntün bundan mıydı Sabiha’cığım.. Hay Allah, söylesene canım… Bunca kadının kızın içinde ben neden Sabiha’yı seçip de aldım, herşeyi bende görsün, gözü başkalarında olmasın diye…
Hemen o gün işten çıkınca, Sabiha’cığımla doğru mağazalara … Belki bilirsin, belki bilmezsin; kadın iççamaşırı deyip de geçme haaa… Sabahlığı varmış, geceliği varmış, kombinezonu, kilotu, şusu busu, korsesi, sütyeni… Allah allah… Yahu, bu benim Sabiha eskiden sütyen kullanmazdı. Ama şimdi o elbisenin, o çamaşırın içinde göğüsleri sütyensiz durmaz, hakkı var…
Bunları almakla iş bitmiyor elbet. Çünkü aldığın eskiyor. Haydi yenisini alıyoruz. Yenisini almakla iş bitiyor mu? Modası geçiyor. Haydi yeni moda olanını alıyoruz. Öyle ya, ben bu Sahiba’yı neden kendime eş diye seçtim, onca kızın, kadının içinden? Bende görsün diye… Elbet alacağım.
Bir akşam Sabiha,
— Benim bişey istediğim yok şekerim, hep sen istiyorsun diye giyinip kuşanıyorum, ama bu saçlarım, giyinip kuşanmada uymuyor… deyince şaşırıp kaldım. Yahu, kadına saç alacak değiliz ya…
— Peki, ne olacak Sabiha?
— Her kadın berbere gidiyor… dedi. Benim Sabiha, kadın berberine gitmeye de başladı. Ama doğrusu, beni de çok düşünüyor. Sık sık,
— Ben öyle her kadın gibi, iki-üç günde bir berbere gitmiyorum ki… Haftada, on günde bir… diyor.
Herşeyin yaraşığı değil mi? Bunca giyim kuşam, eh elbet oje de ister, ruj da ister, derken rimel de, pudra da, şu da, bu da… Ne dedik biz baştan; kadın bende görsün, dedik.. Gel zaman git zaman, Sabiha’yı bir kara kara düşüncedir aldı.
— Nedir Sabiha’cığım, senin bir derdim var?
Sabiha,
— Şekerim, dedi, biliyorsun ki, ben senden bişey istememiştim. Sen bana herşeyi zorlayarak aldın.
Doğru, Sabiha’nın daha başta çorap morap istediği yoktu benden, ben zorlaya zorlaya aldım.
— Eksik olma bana herşeyi aldın…
— Peki, şimdi neyin eksik Sabiha’cığım?
— Çok şükür bişeyim eksik değil ama şu benim giyinip kuşanmama bak, bir de evimizin eskipüskü eşyasına bak… Bu giyimkuşamla, bu eski eşya arasında oturmak hiç uygun düşmüyor.
Siz söyleyin haklı değil mi? Hadi içelim efendim… Mutluluğunuza!…
Evin eşyasını yenilemek kolay iş değil. Ama ne yapacaksın. Sabiha her ne görecekse bende görecek….
Önce koltuk takımını değiştirdik. Onları değiştirince, onlara uygun perde almak gerekti. Koltuklarla perdeler, eski yemek masasına uymadı. İster istemez, onlara uygun düşsün diye yeni bir yemek takımı aldık. Yemek takımıyla iş bitiyor mu? İşte böyle evin bütün eşyasını değiştirdik.
— Şekerim, bu eşyanın bir eksikliği var…
— Nedir?
— Televizyon da ister, yoksa eksik kalıyor. Vallahi ben istemiyorum ama, uygunu bu…
Babasının evinde radyo bile olmayan Sabiha, haklı olarak, evin eşyası eksik kalmasın diye televizyon istiyordu. Eh, bir kadın nerde görür: kocasının evinde… Televizyonu da aldım…
Aradan uzun zaman geçmedi, Sabihacığım yine üzgün… Nedir, neyin var? Efendim, kadın haklı… Diyor ki, giyimi kuşamı, eşyası, herşeyi yerinde… İyi ama, güzelim eşya, bu giyim kuşamlı kadın, bu kıyı mahalledeki bu eski, bu küçük eve hiç yaraşıyor mu? Her şeyin bir yaraşığı var… Yoksa onun bişey istediği yok, ama yeni, güzel eşya, kendine uygun ev istiyor.
Daha iyi bir semtte pahalı bir apartman dairesine eşyalarımız uygun düşmedi. Herşeyin bir yaraşığı var… Eskilerini satıp yeni eşya aldık. Eşyayı, oturduğumuz eve uygun alamamışız. Giderimiz arttıkça, geçim zorluğu da başladı. İyi ki, terfi ediyorum da aylığım yükseliyor. Eskiden biriktirdiğim parayla yeni aldığımız eşyamıza uygun iyi bir apartman dairesi satın aldık. Herşeyi bende görsün istediğimden, elbet apartıman tapusunu Sabiha’nın üstüne yaptım.
Sabiha’da yine bir surat, bir surat… Sabiha mı dedim, aman efendim, herşeyin bir yaraşığı, bir uygunu var, öyle değil mi? Bu giyim kuşum, bu süspüs, bu eşya, bu ev… Herşey değişir de Sabiha’nın adı değişmez mi? Benim Sabiha, oldu Sabiş… Sabiş aşağı, Sabiş yukarı…
— Sabiş, yine ne üzüntün var canım…
Sabiş’in bişey istediği yokmuş ama, on altı daireli bu apartımanda oturanların bizden başka hepsinin özel arabaları varmış. Neden? Böyle bir yerde oturmanın da bir yaraşığı, bir gereği, bir uygunu varmış… Araba olmayınca ev de, eşya da, giyimkuşam da eksik kalırmış.
Haklı olmasına haklı, ama ben artık dayanamadım,
— Ulan Sabiş, suç senin değil benim! diye bağırdım, hani sana o ilk çorabı almıştım ya, hani o ince, pahalı çorabı… Hay ellerim kırılsaydı da alamaz olaydım… Ulan, o fitilli kara kalın çoraplar senin neyine yetmez? Senin dünyadan haberin mi vardı? Neye yarar, iş işten geçmiş artık… Bikez o güzel, ten rengi, ince çorabı almıştım. Çoraba uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun entari, entariye uyun manto… Derken derken, özel arabaya kadar geldik.
Hadi İçelim efendim… Sağlığınıza! Sizin de… Derken…
Eh, biz bu Sabina’yı yani uygun yeni adıyla Sabiş’i, neden bunca kadının kızın içinden seçip aldık herşeyi bende görsün diye… Şimdi arabayı da alacağız. Birikmiş biraz param vardı. Epiyce de borca girdim, arabayı aldım.
Arabayla bitiyor mu? Özel arabaya uygun, Sabiş’e deri eldiven… Spor kılık. Tek bende görsün, gözü başkasında olmasın diye ne isterse alıyorum, ama borç gırtlağa geldi dayandı…
Sabiş’in suratından düşen bin parça oluyor. Ne alsam, mutlu değil yine…
— Neyin var Sabiş’ciğim? diyorum.
— Herşeyin yaraşığı, herşeyin uygunu… diyor.
Peki ama, yaraşığı dediği ne? Anlayabilirsen anla…
Bira içemeyen Sabiş, herşeyin yaraşığı diyerek, oturduğumuz çevrenin yaraşığı olarak içkiye de başladı; viski, rakı, konyak, ne olsa… Fosur fosur cigara içiyor, hem de filitreli kaçak amerikan cigarası…
— İçmek istediğimden değil, diyor, ama içki içince, içkinin yaraşığı…
Derken, konken, bezik daha adlarını bilmediğim bilmem ne kumarları…
Sabiş’in suçu yok, eşeklik bende ki, kadına zorla ince, ipekli, pahalı çorabı aldım… Herşeye razıyım, tek mutlu olsun, tek bende görsün herşeyi…
— Neden üzgünsün Sabiş’ciğim?..
— Herşeyin bir uygunu bir yaraşığı var…
Derken oğlum… İçelim hadi. Başarılarınız için… Afiyet olsun…
Bizim eve gelenler gidenler çoğalmaya başladı. Partiler veriyor Sabiş, çaylar veriyor… Ama mutlu değil.
— Sabişçiğim derdin ne?
— Herşeyin bir yaraşığı olmalı öyle değil mi? Anlıyorum, ne demek istediğini ama, anlamazdan geliyorum. Çünkü, Sabiş’in hayatında herşey birbirine uygun, yaraşmış, evi, eşyası, giyimi, süsü, arkadaşları, çevresi, yaşayışı, arabası… Yalnız uygun olmayan yaraşık olmayan birşey var; o da ben… Sabiş’in yaşayışına para yetiştirmek için ben…
Sabiş’in yaşayışına para yetiştirmek için ben eskisinden de beter olmuşum. Evimizin semtine yakışmıyorum, eve yakışmıyorum, eşyaya yakışmıyorum, komşulara, arabaya, konuklara, hepsinden önemlisi eskiden Sabiha olan Sabiş’e yakışmıyorum… Fitilli kara kalın çorabını değiştirdikten sonra, uygunu olsun, yaraşığı olsun diye değiştire değiştire, şimdi de beni değiştirecek…
Yahu işe bak sen. Bende görsün, aman bende görsün derken, şu başıma gelenlere bak… Ben istediğim kadar anlamazdan geleyim, neye yarar… Sabiş, boşanma dâvası açtı… Eh, zorla güzellik olmaz ya, boşandık. Boşanmakla bitiyor mu? Ev onun üstüne, eşya onun, araba onun… Üstelik adım da çıktı Bendegörsün Asım Bey’e…
İşte böyle evlât… Ben de herşeyi bırakıp, bu ilçeye geldim kendi isteğimle… Yahu, bende görsün, aman Sabiha’cığım bende görsün derken, Sabiş benden başka herkeste gördü… Hay ellerim kırılaydı da o çorabı alamaz olsaydım. Şimdi söyle bakayım, alacağın kız nasıl çorap giyiyor?
Evlenmek istediğim kızı, o da başkalarının yanında, ancak üç kez görmüştüm. Bendegörsün Asım Bey böyle sorunca, kızın karşımda oturuşu gözümün önüne geldi. Bacaklarında, kalın en ucuzundan, koyu pembe renkli çorap vardı. Ama Asım Bey’in sorusuna,
— Hatırlamıyorum, dedim.
Bendegörsün Asım Bey,
— Benden sana baba öğütü oğlum, dedi, sen sen ol, aman bende görsün diye, sakın bişey alma. Herşey o çorapla başlıyor. Hadi içelim efendim… Mutluluğumuza!… Ya işte böyle, bende görsün; bende görsün derken… Karı benden başka herkeste gördü…
Bendegörsün Asım Bey böyle söylerken, sanki geçmişinden acı bir olayı değii de, gülünçlü bir anısını anlatır gibi, tatlı tatlı gülüyordu.
Aziz Nesin
Bütün Kitapları II, S. 888-893