JOSE SARAMAGO’NUN ÇOCUKLUK ANILARI: ŞİMDİ DOĞARSIN, SONRA YAŞARSIN, SONUNDA DA ÖLÜRSÜN

Soyadımın neden olduğu o nazik kimlik sorunum yetmiyormuş gibi, onun yanında bir başka sorun daha çıkmıştı, o da doğum tarihimdi. Ben aslında 16 Kasım 1922 günü öğleden sonra saat ikide doğmuşum, yoksa nüfus kâğıdımda yazılı olduğu gibi ayın 18’inde değil. Olan şu ki, o sıralarda köyden uzakta bir yerde çalışmakta olan babam, oğlunun doğumunda hazır bulunamamış olması bir yana, eve de ancak 16 Aralık’tan sonra, büyük bir olasılıkla da günlerden pazar olan 17’sinde dönebilmiş. O zamanlar, herhalde bugün de öyledir, herhangi bir doğum olayının otuz günlük bir süre içinde nüfusa kaydedilmesi gerekiyormuş, yasanın ihlali durumundaysa para cezası uygulanırmış. Ataerkil aile düzeninin geçerli olduğu o zamanlarda, meşru bir çocuk söz konusu olduğunda nüfus kaydının çocuğun annesi ya da herhangi bir akrabası tarafından yapılması hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmediğinden, doğumun tek faili olarak da resmen babanın kabul edildiği göz önüne alındığından (Gil Vicente Lisesi’ne kayıt kâğıdımda annemin değil, yalnızca babamın adı geçiyor), babamın köye geri dönmesini beklemişler, para cezasını ödemek zorunda kalmamak için de (az da olsa herhangi bir miktar aile bütçemiz için fazla gelecekmiş), doğumun gerçek tarihini iki gün ileri almışlar ve böylelikle sorun çözümlenmiş. Azinhaga’da hayat hep öyle, hep zahmetli ve zor olduğundan, erkekler çoğu zaman haftalar boyunca çalışmak için köyden uzaklara giderlerdi, dolayısıyla bu olay bu tür küçük sahtekârlıkların ne ilki olsa gerekti ne de sonuncusu olacaktı. Nüfus kâğıdımdaki doğum tarihime gelince; öldüğümde iki gün daha yaşlı olacağım, ama aradaki farkın fazla dikkat çekmeyeceğini umuyorum.

Aynı merdiven sahanlığının sağ tarafında (hâlâ Padre Sena Freitas Sokağında oturuyorduk), bir karı kocayla bir de oğullarından oluşan bir aile oturuyordu. Adam, Intendente Mahallesindeki Viüva Lamego seramik fabrikasında ressam olarak çalışıyordu. Karısı İspanyol’du, ama İspanya’nın neresinden olduğunu bilmiyorum, adı Carmen’di; çocukları da küçücük sarışın bir oğlandı, o zamanlar üç yaşında kadardı (ben onu öyle hatırlıyorum, hani sanki biz orada oturduğumuz süre boyunca hiç büyümemiş gibi). O ressamla ikimiz iyi arkadaştık, bu size şaşırtıcı gelebilir, çünkü söz konusu olan, benim küçücük dünyamda sıra dışı bir mesleği olan yetişkin bir insandı, oysa ben, kafası kuşkular ve kesin kanılarla dolu, ama her ikisinin de bilincinde olmayan, şaşkın bir yeniyetmeydim. Adamın soyadı Chaves’di, adı neydi hatırlamıyorum, belki de hiçbir zaman öğrenmemiştim, benim için o her zaman yalnızca Bay Chaves’di. İşinde vakit kazanmak ya da belki fazla mesai parası almak için evde de seramik yapardı, ben de o saatlerde onu ziyarete giderdim. Kapıyı çalardım, karısı açardı, her zaman suratsızdı, benimle pek ilgilenmezdi, küçük yemek odasına geçerdim, orada, hareketli bir masa lambasının aydınlattığı bir köşede, adamın çalıştığı çömlekçi tornası dururdu. Benim üzerine oturacağım yüksek sıra da orada beni bekliyor olurdu. Piştikten sonra bu tür seramiklerdeki o bildik mavi renge dönüşen neredeyse gri denebilecek bir boyayla üzerleri sırlı çanak çömleği boyamasını seyretmeye bayılırdım. Çiçekler, sarmal kıvrımlar, arabesk süslemeler, örgülü kordonlar onun fırça darbeleriyle meydana çıkarken, biz de sohbet ederdik. Ben çok genç olduğum ve hayat tecrübem tahmin edilebileceği gibi olduğu halde, bu duyarlı ve ince ruhlu insanın kendini yalnız hissettiğini sezinleyebiliyordum. Bugünse bundan eminim. Ailem Carlos Ribeiro Sokağı’na taşındıktan sonra da onu evinde ziyaret etmeyi sürdürdüm ve bir gün ona halk edebiyatı tarzında yazılmış bir mani götürdüm, o da onu kalp biçiminde küçük bir tabağın içine yazdı, bu hediyeyi vereceğim kişi, kur yapmaya başlamış olduğum IIda Reis olacaktı. Eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, bu benim ilk “şiirsel eserim” olacaktı, doğrusunu söylemek gerekirse, henüz bitirmediysem bile on sekiz yaşımı bitirmek üzere olduğumu düşünürsek, oldukça geç bir eser sayılabilirdi. Dostum Chaves tarafından hararetle tebrik edilmiştim: Süslemeli söz sanatı oyunlarına, yani o zamanlar son derece moda olan ve ancak içtenliğin gülünç olmaktan kurtarabildiği o enfes şiir yarışmalarına katılmam gerektiği kanısındaydı. Aldığım ilhamın meyvesi şu mısralardı: “Aman duymasın kimse / verdim bu sırrı sana: / sırlı bir kalp verdimse / benimki senden yana.” En azından, ama en azından Gümüş Menekşe madalyasına layık görüleceğimi kabul etmeniz gerekir…

Karı-koca iyi anlaşamıyor gibi görünüyorlardı; o sevimsiz İspanyol kadın, Portekiz’in kokusunu taşıyan ne varsa nefret edilecek bir şey olarak görüyordu. Adam ne denli sabırlı ve nazikse, ne kadar sözünü sakınır, ölçülü konuşursa, kadın da o kadar jandarma gibi kaba saba, suratsız, enine boyuna iriyarı, Camöes’in (Luis Vaz de Camoes:1524-1580 Portekizl’in Homeros, Vergilius ve Dante’yle eşdeğer görülen en büyük şairi. (Ç.N.) dilini acımasızca katleden sivri dilli bir hatundu. Hele o saldırgan karakterinin yanında bütün bunlar hiç kalır. İç Savaş patlak verdiğinde ben onların evinde dinlemeye başlamıştım Radyo Sevilla’yı. Ne tuhaftır ki kavgada kimden yana olduklarını bir türlü kesin olarak anlayamamıştım, özellikle de bir İspanyol olarak kadının kimi tuttuğunu. Yine de Bayan Carmen’in daha ilk baştan itibaren Franco’dan yana olduğundan kuşkulanıyorum… Radyo Sevilla’yı dinlerken, kafamın içinde uzun bir süre silinmeyecek cehennemi bir kargaşa yaratmıştım. O zamanlar radyoda General Queipo de Llano siyasi söyleşiler yapardı, kusura bakmasınlar ama bunların tek kelimesini bile hatırlamıyorum, Belleğimde hiç silinmeden kalan şeyse, söyleşinin ardından gelen bir reklamdı, şöyle diyordu: “Ah, ne kadar güzel renkler, Revi Boyaları, en güzel renkler.” Siyasi konuşmalar bittikten sonra Queipo de Llano’nun bizzat kendisinin bu neşeli reklamı okuduğuna inanmış olmasam, bu anının pek öyle özel bir yanı olmazdı. İspanya İç Savaşı’nın “küçük tarihi” içinde bu olayın eksik kalmasına gönlüm razı olmazdı. Bu boş laflar için kusura bakmayın. Oysa, aradan birkaç ay geçtikten sonra, her iki taraf ordularının ilerlemelerini ve geri çekilmelerini işaretlemek için renkli toplu iğneler batırdığım İspanya haritasını tutup çöpe atmış olmam gerçekten ciddi bir olay. Tek bilgi kaynağımın sansür uygulanan Portekiz basını olduğunu söylememe gerek yok, o da, tıpkı Radyo Sevilla gibi, Cumhuriyetçilerin zaferini asla haber yapmazdı.

İşin aslına bakarsanız benim de disleksi hastalığına ya da ona benzer bir şeye tutulduğum anlar olmuştur, Leandro bu konuda tek değildi. Örneğin, “sacerdote(Din adamı(Ç.N)) kelimesinin “saquerdote” diye okunması gerekir diye tutturmuştum, ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğimden de kuşkulandığımdan, bu kelimeyi söylemem gerektiğinde (çok “entel” bir kelime olduğundan onu kullanmam pek sık gerekmiyordu, gerçi bugün çok daha az gerekli, çünkü din adamları o kadar az bulunur oldu ki), beni düzeltmek zorunda kalmasınlar diye, söylediğim şeyin neredeyse anlaşılmaz olması için elimden geleni yapardım. Kuşkunun yararı denilen şeyi herhalde ben icat etmiş olsam gerek. Bir süre sonra bu zorluğu kendi olanaklarımla çözümlemeyi becermiştim ve bu kelime ağzımdan düzgün çıkar olmuştu. Ters söylediğim başka kelimeler de vardı (bunlar ilkokul dönemi hikâyelerim), örneğin “sacavertense” Bu kelime, doymak bilmez bir ejderhaya dönüşmüş olan Lizbon tarafından günümüzde yenilip yutulmuş olan Sacavém beldesinden olan kimse anlamının yanı sıra, aynı zamanda, günümüzdeki zorbalıklar ve ikinci ya da üçüncü ligdeki tasfiye hareketleri karşısında ayakta kalmayı becerip beceremediğini bilemediğim bir futbol kulübünün de adıydı. Peki ben o zamanlar bu kelimeyi nasıl mı telaffuz ediyordum? Beni duyanların ayıpladığı, hiç olmadık bir şekilde söylüyordum: “Sacanavense” diye. Sonunda o asi hecelerin konumlarını değiştirebildiğimde ne kadar rahatladığımı hâlâ hatırlarım.

Bir kez daha Cavaleiros Sokağı’na geri dönmem gerekiyor. Bizim oturduğumuz evin arkası, bir zamanlar adı Suja olan Guia Sokağı’na bakıyordu, fado’ların güftelerinin ve gitarla içki eşliğinde söyleyen Maria Severa ile Marqués de Marialva’nın hatıralarının kaçınılmaz olduğu şu ünlü Capelâo Sokağı da oraya açılıyordu. Bizim sokak kaleyi de görüyordu, yukarıdan ateş edildiğinde ıslık çalarak bizim çatının üstünden geçip giden top mermileriyle ilgili anım da işte oradan geliyor. Biz en üst katta oturuyorduk (biz zaten hemen her zaman en üst katlarda oturmuşuzdur, çünkü oraları daha ucuz oluyordu), o zamanlar ev ilanlarında belirtildiği gibi, mutfağı kullanma hakkıyla birlikte ikinci elden kiralanmış bir odada yaşıyorduk. Banyonun sözü bile edilmezdi, çünkü o tür lüksler o zamanlar yoktu. Köşesinde açıkta diyebileceğimiz bir pis su borusu, katı olduğu kadar sıvı da olmak üzere her türlü atık için işe yarardı. Ressamın Elkitabı’nın bir yerinde, geceden ve gündüzden kalma atıkların kaplarını götürüp genellikle bembeyaz, tertemiz bir bezle üzeri örtülü olan söz konusu boruya boşaltan kadınlardan söz etmiştim; bunlara oturak, lazımlık ve tükürük hokkası da denilirdi, ama aslında bu sonuncusu, belki de bayağılığı ailelerin sözcük dağarcığındaki hoşgörü sınırlarını aştığından pek ender kullanılırdı. Lazımlık daha kibarcasıydı. Cavaleiros Sokağı’nda daracık, dimdik bir merdiveni olan bu ev, uyurken ya da gözlerim açık olarak gördüğüm karabasanlar dönemime aittir, çünkü gece olup da kıyı köşenin gölgelerle dolmaya başlaması, onların her birinden bir canavarın pençelerini bana doğru uzatıp şeytani yüz göz hareketleriyle beni dehşete düşürmesi için yeterliydi. Annemle babamın odasında yerde yattığımı hatırlıyorum (dedim ya, zaten tek oda içindeydik), korkudan tir tir titreyerek oradan onlara seslenirdim, çünkü yatağın altındaki ya da askıya asılı bir paltonun içindeki yahut oradaki iskemlelerin birinin üstündeki tanımlanamaz varlıklar kımıldayıp bir lokmada yutmak için üstüme atılmakla tehdit ederlerdi beni. Bu tür korkularımın sorumlusu, öyle sanıyorum ki Mouraria’daki o ünlü “Bit Sineması”ydı: Arkadaşım Félix’le birlikte orada, Lon Chaney’in binbir yüzüyle, kötü insanlarla ve en rezil türünden hayasızlarla, hayalet görüntüleriyle, büyücülüklerle, lanetli kulelerle, kapkaranlık deniz dipleriyle, uzun lafın kısası, az paraya bireysel ve kolektif korkuyu yaratan ve o zamanlar henüz emekleme döneminde olan her türlü göz aldatıcı efektlerle ruhumuzu doyururduk. O filmlerden birinin bir yerinde, romantik bir tavırla terasta oturmuş, yüzündeki ifadeden anlaşıldığı kadarıyla sevdiği kadını düşünmekte olan baş kahraman çıkıyordu (o zamanlar öyle denirdi, ama “Bit Sinemasındaki bizler, herhangi bir etikete gerek kalmadan “esas oğlan” derdik yalnızca), adam sağ kolunu oradaki bir duvarın üstüne dayamışken, bir anlık bir duraksamadan sonra, duvarın arkasından, uğursuz görünümlü bir kukuletanın altına gizlenmiş bir cüzamlının son derece ağır hareketlerle çıkarak, hastalığın kemirdiği ellerinden birini baş aktörün kar gibi beyaz elinin üzerine koymasıyla, hemen oracıkta, gözlerimizin önünde, Hansen’in hastalığına tutulması bir olmuştu. Bütün tıp tarihinde bu kadar hızlı bir hastalık bulaşması vakasına asla rastlanmamıştır. Böylesine bir korkunun sonucu olarak, o gece Félix’le ikimiz aynı yatakta yatarken (neden öyle, onu da bilmiyorum, çünkü bu alışılmış bir şey değildi), sabahın kör karanlığında uyandım ve aynı zamanda öteki ailenin yemek odası olan yatak odasının orta yerinde filmdeki cüzamlıyı gördüm, tıpkı filmde göründüğü gibiydi, kapkara giysiler içinde, kafasında sivri uçlu kukuletası, elinde kendi boyunda bir hacı değneğiyle. Uyumakta olan Félix’i sarsarak kulağına fısıldadım: “Baksana, şuraya bak.” Félix dönüp baktı, şimdi bunu açıklayabilecek kimse varsa beri gelsin, benim gördüğümün eşini gördü, yani o cüzamlıyı. Dehşet içinde kafalarımızı çarşafın altına soktuk ve uzun bir süre öyle kaldık, korkudan ve havasızlıktan boğulacak hallerdeyken sonunda çarşafın kenarından şöyle bir bakmaya cesaret edebildik de o zavallı yaratığın çekip gitmiş olduğunu anlayıp rahat bir nefes alabildik. Filmin sonunda oğlan, gidip Lourdes’daki mağarada yıkanmasını sağlayan inanç gücüyle iyileşiyor ve lekeler içinde girdiği mağaradan tertemiz çıkarak kendisini bekleyen sevgilisinin ya da bizim aynı teklifsizlikle dediğimiz gibi saf kızın kollarına atılıyordu. Bu korkularımız Fernâo Lopes Sokağı’na taşınmamızla sona erdi, orada da yeni bir korku, köpek korkusu bekliyordu beni. Cavaleiros Sokağındaki evimiz çatı katıydı, Fernâo Lopes’deki de öyle olacaktı. Bizim katın arka tarafından bakıldığında bina bana öyle yüksek görünürdü ki, daha sonraları, hatta artık yetişkin bir erkek olduğumda, pek çok kez rüyamda oradan aşağı düştüğümü görmüşümdür, ama düşmek derken kelimenin sözlük anlamıyla düşmek fiili anlaşılmamalı, yani korumasız bir biçimde düşmek değildi benimkisi, çünkü gördüğüm şey şuydu: Alt katların teraslarına, iplere asılı çamaşırlara, çiçek saksılarına hafifçe sürtünerek ağır ağır aşağı iniyordum, ta ki sonunda hiçbir yerime bir şey olmadan Guia Sokağı’nın taşlarına yumuşacık bir hareketle konana kadar. O günlerden kalma çok canlı bir anım da, annemin isteğiyle, karşıdaki bakkaldan tuz almaya gitmem, sonra da, bir yandan merdiveni çıkarken, külahı açıp birkaç tuz kristalini ağzıma atmamdır, tuz taneleri eridiğinde, aynı zamanda hem garip hem de bildik bir tat bırakırdı ağzımda. Ömrümde boğazımdan geçmiş en ilkel meşrubatı keşfetmem de o döneme rastlar: Su, sirke ve şeker karışımı olan bu içecek, şekerini saymazsak, İncil’imde, Hz. İsa’nın son susuzluğunu gidersin diye kullanacağım aynı şeydi. Yine o zamanlar başlamıştım “artistik” resim becerilerimi geliştirmeye. Hep aynı çizgilerle bir leylek, bir de transatlantik çizmeyi öğrenmiştim, üst üste defalarca çizerek eriştiğim bu kusursuzluk, bilmem ki bu nedenle mi, sonunda beni bıktırmıştı. O noktadan sonra artık her ne olursa olsun resmini çizmek elimden gelmez oldu, bir tek, o da mecburiyetten, yıllar sonra Afonso Domingues Meslek Okulu’nda resmini çizmek zorunda kaldığım motor parçaları dışında (örneğin bir otomobil karbüratörünün kesitini çizmek, on dört yaşında bir çocukcağızın gördüğünden sonuç çıkarmakta sınırlı yeteneğinden çok, Sherlock Holmes’un kıvrak zekâsına çok daha uygun bir işti). Transatlantiği ve leyleği çizme becerisini bana öğreten, Felix’in babası olmuştu; şimdi aklıma geliyor da, bu adamın o dönemin pedagoji yöntemlerinin en iyileri konusunda son derece kesin fikirleri vardı: Oğlunu bir dikiş ipliğiyle ayak bileğinden masanın ayağına bağlar, okul ödevlerini bitirmesi için gerekli olan bütün süre boyunca onu orada bırakırdı. Ben henüz okula gitmiyordum. Bu utanç dolu görevinde Felix’e eşlik eder, acaba günün birinde bana da aynı şeyi yaparlar mı diye merak ederdim.

Ayağında tulum pantolonuyla, saçları fırça gibi kesilmiş oğlan çocukların girebildiği sinema salonlarında her şey korkudan ibaret değildi elbet. Komik filmler de vardı, Şarlo, Buster Keaton ya da Şişko’yla Sıska, yani Laurel ile Hardy gibileri, ama benim en sevdiğim aktörler Pat’la Pataşon’du, bunlar bugün tümden unutulmuşa benziyor. Kimse artık onlar hakkında bir şey yazmıyor, filmleri televizyonda da gösterilmiyor. Ben onları en çok, arada bir gittiğim Animatograf Sineması’nda seyrederdim; hatırlıyorum da bir defasında onların değirmenci oldukları bir filmde (şu anda bile gözümün önündeler) ne kadar çok gülmüştüm. Onların Danimarkalı olduklarını çok sonraları öğrenmiştim, adları da, uzun boylu, sıska olanınki Cari Schenström, kısa boylu, şişman olanınki de Harald Madsen’miş. Bu fiziksel özellikleri nedeniyle, bir gün gelecek, birinin Don Quijote, öbürünün de Sancho Panza rollerini oynayacakları kesinlikle biliniyordu. 1926 yılında o gün gerçek oldu, ama ben o filmi görmedim. Benim hiç sevmediğim biri varsa o da Harold Lloyd’du. Hâlâ da hoşuma gitmez.

José Saramago
KÜÇÜK ANILAR
Çocukluk ve İlk Gençlik Anıları
Portekizce aslından çeviren: İnci Kut, Can Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz