Aziz Nesin’in Sürgün Anıları
Prensipli Ressam!
Napolyon bile Moskova bozgunundan benim gibi dönmemiştir. Otele süklüm püklüm bir gelişim var; şimdi her anımsadıkça gülerim.
Düşmek, insanları en kolay, en çok güldüren bir harekettir. Nereden, nasıl olursa olsun, düşen insanlara gülünür. Bu yüzden sirk palyaçoları, ikide bir düşer düşer yuvarlanırlar. Düşen insanın mevkii, kişiliği, kudreti büyük, yüce oldukça, gülünçlüğü de artar. Herhangi bir insan düşerse, şöyle bir güler geçeriz. Üniformaları içinde, tören askerleri önünden haşmetle geçen bir kral düşerse, gülmekten kırılırız. Bu, bir genel kuraldır ama, ben düşen insanlara hiç gülmedim. Onlara hep acıdım. Ama, kendim düştüğüm zaman, gülmekten bitürlü yerden kalkamam. Açlıktan otelin merdivenlerini zor çıkıyordum.
Birisi,
– Merhaba! dedi.
Benim yaşımda, tanımadığım bir adam. Ben de ona,
– Merhaba! dedim.
– Odama buyurmaz mısınız? dedi.
Buyurmaz olur muyum? Açlık, yorgunluk, soğuk canıma tak demiş. Belki bir çay ısmarlar, belki, belki, belki de yemek yedirir.
Adamın odasına girdim. Sobası gürül gürül yanıyor. Sıcağı görür görmez, hani tavuklar toprakta eşelenip nasıl silkelenirlerse, ben de öyle bir ürpertiyle saçımdan tırnağıma dek silkinerek titredim.
Odada yağlıboya tablolar, boya tüpleri, fırçalar, boş çerçeveler, gerilmiş tuvaller vardı.
Adam,
– Ben ressam (……) dedi, zatıalinizi gıyaben tanırım. Hayranlarınızdanım.
Hemen sandalyeye oturdum.
– Rahatsız mısınız? dedi.
Kimbilir ne hale gelmişim ki, adam böyle soruyor.
– Evet, biraz kırıklık var.
Ressam, hemen gardıroba saldırdı. Bir şişe çıkardı, su bardağına rakıyı doldurdu.
– Soğuk algınlığına, kırıklığa birebirdir üstat.
İnsan var olduğuna inandığı değerinden bişeyler yitirmeye başladığını görürse, kendisine “üstat” denilmesinden hoşlanıyor.
Rakı dolu bardağı masanın üstüne koydum. Hani o açlığın üzerine, boş mideye rakı değil ya, ingiliztuzu, hintyağı bile içmeye hazırım. Hiç olmazsa meze diye, biriki leblebi versin, yeter.
O, durmadan bana olan hayranlığından söz ediyor. Yazılarımı kaçırmadan okurmuş. Mücadeleci insanlara bayılırmış.
Bizde, mücadeleci insanlara bayılanlar çoktur. Bunun nedenini bir zaman uzun uzun düşündüm. Ülkemizde de boğa güreşi töre olmamış. Oysa, insanlar, bir alanda azgın bir boğayla bir insanın boğuşmasından çok hoşlanıyorlar. Boğa, azmamış bile olsa, önüne kırmızı paçavra tutup, orasına burasına şiş batırıp onu ille de kızdıracaklar. Sonra boğayla insan boğuşacak. Seyirciler, boğanın yenilmesini istermiş gibi görünürler ama, yalandır. Doğrusu, boğanın dövüşçüyü parçalamasını isterler.
Bizde boğa güreşi töresi olmadığı için, onun yerine, bizim insanlarımız, mücadele edilmesini sever, mücadeleci insanlara bayılırlar. Mücadeleci insanları severler de, mücadele etmesini pek o denli sevmezler.
Ressam,
– Ben mücadeleci insanlara bayılırım! diyordu.
Ressam’ın babası da mücadeleci bir insanmış. Jön Türkler’ denmiş. Siz hiç, babası Jön Türkler’den olmayan, İttihatçılar’ dan olmayan, Hareket Ordusundan olmayan birini gördünüz mü? Hiç değilse, efendime söyleyeyim, memleketi kurtarmıştır.
Ressam bardağını kaldırdı. Ben de bardağımı kaldırdım. Tokuşturduk, içtik.
Ressam benimle konuşurken, iki üç cümlede bir “perensip” diyordu. Prensibe, perensip demek, herhalde daha cakalı oluyor.
– Ben perensip adamlarına bayılırım, içelim üstat…
İçiyoruz.
– İnsan dediğin, perensip sahibi olmalı. Ama içmiyorsunuz, haydi şerefe…
Üçüncü bardağı da içtik. Meze falan çıkardığı yok… Rakıya “perensip”i meze yapıp içiyoruz.
– Hayatta perensip esastır üstat. Bir insan, perensipten ayrılmamalı.
Kaç bardak rakı içtiğimi anımsamıyorum. Hayal meyal, şöyle tutuna tutuna merdivenden çıktığımı, sonra odamın kapısına öğürtüyle düştüğümü anımsıyorum.
Perensip sahibi ressam, hiç olmazsa meze diye bir iki leblebi verir sandım da o kadar rakıyı içtim. Mezeden geçtik, içim dışıma çıktı. Midemde ne var ne yoksa, zaten bişey yoktu ya, onu da perensip uğruna çıkardım.
Aziz Nesin
Bir Sürgünün Anıları