AZİZ NESİN: BENİ MAHKÛM EDENLERİN ÇOCUKLARI, O ZAMANKİ DÜŞÜNCELERİMDEN ÇOK DAHA İLERİ GİTMİŞLERDİR

 Beni suçlu göstermek için bütün hukuk bilgilerini kullandılar  

Nereye Gidiyoruz?
Tek yanı basılmış o broşürden şimdi elde hiç yoktur. Sıkıyönetim arşivlerindeki mahkeme dosyasında bulunup da çıkarılsa, o yazı yüzünden bir yazarın nasıl olup da hapse ve sürgüne mahkûm edildiğine, beni mahkûm edenler bile şaşarlar. O zaman CHP iktidardaydı. Bugünkü CHP ortanın solundadır. Benim “Nereye Gidiyoruz?” adlı broşürde yazdıklarım, CHP’nin o konudaki bugünkü düşüncelerinin yanında çok daha yumuşak, çok daha ılımlı kalır.

Polis sorgusundan sonra serbest bırakıldım. O arada Sabahattin Ali tutuklanmış, Paşakapısı Cezaevine götürülmüştü.
Bigün iki sivil polis beni alıp sıkıyönetim mahkemesinin askeri savcısına götürdü. Askeri yargıç, yarbay olan savcı beni sorguya çekerken birdenbire Sabahattin Ali’ye en ağır ve en kaba biçimde sövüp saymaya başladı. Bu sövgü, benim sorgumun ortasında ve hiç ilişkisi yokken birdenbire olduğu için çok şaşırmıştım. Ama neden sövdüğünü de soramıyordum. Bisüre sövdükten sonra,
– Bana tebrik kartı göndermiş… dedi. (Ya bayram ya yılbaşı tebrik kartı demişti, unuttum.)
Büsbütün şaşırdım. Tebrik kartı gönderdi diye bir insana bu denli kızılması görülmüş şey değildir.
– Bana tebrik kartı göndermek demek, ne demek?
– Bilmem, dedim, ne demek?
– Yani, “Ruslar Türkiye’yi işgal edince, asılacakların listesinde senin de adın var,” demek…
Yalnız bu sorgular ve duruşmalar ayrı bir kitap değildir. Bu anılarımı “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez”in gelecek ciltlerinde yazacağım. Ama belki ölüm, ben o anılarımı yazmadan önce yetişir diye biriki kalem dokunuşuyla o günkü toplum kesitinden bikaç görüntüyü sunmak istiyorum.

Beş on gün sonra da tutukladılar. Harbiye’deki askeri cezaevine koydular. Beni suçlu gösterecek Ceza Kanununda bir madde bulmak için bütün hukuk bilgilerini kullandılar. Sonunda Türk Ceza Kanunundaki 161’inci madde kendilerine pek elverişli göründü. Bu madde benim yazıma uymadığı için, beni Ceza Kanununa uydurmaya çalıştılar. 161’inci madde: “Yayım yoluyla milli menfaatlere aykırı eylemde bulunmak…”
Amerika, Türkiye’ye girmesin, bizi sömürmesin, yardım maskesi altında bizi soymasın dediğim için, milli menfaatlere aykırı yayın yapmış oluyordum.
Çok iyi biliyorum ki, beni o gün sorguya çeken ve mahkûm edenlerin çocukları, hatta kendileri bile, benim o zamanki düşüncelerimden çok daha ileri gitmişlerdir.
Evimi biçok kez arayan ve aldıklarını geri vermeyen polisler, bu davaya ilişkin bütün belgeleri de almış olduklarından, ne yazık ki bugün elimde, o davanın iddianame, savunma gibi hiçbir belgesi yok. Uzun savunmamın özeti şuydu:
“Bir düşüncenin ulusal çıkarlara aykırı yada uygun olduğu, o düşüncenin ortaya atıldığı dönemde herkesçe kolaylıkla anlaşılmaz. Bir düşüncenin topluma yararlı mı, zararlı mı olduğunun herkesçe kesinlikle anlaşılması için üzerinden zaman geçmesi gerekir. Sizler, Amerikan yardımının Türkiye’ye yararlı olduğu düşüncesindesiniz. Ben, yardım adı altında yurdumun sömürülebileceği düşüncesindeyim. Hangi düşüncenin doğru olduğunu zaman gösterecektir. Ancak zamanın doğruluğunu, yanlışlığını, yararını, zararını ortaya koyacağı bir düşünceden ötürü mahkûm edilmemem gerekir.”
Uzun savunmamın ağırlığı bu noktadaydı.
Yargıçlar Kurulu: Başkan bir topçu generali, üyeler bir albay, bir yarbay, savcı bir yarbay, yargıç da liseden sınıf arkadaşım olan (şimdi avukattır) bir yüzbaşıydı.
Savcı, yirmiiki yıl hapsimi istiyordu.
Broşürü toplamakta gereğinden çok daha acele davranmışlardı. Çünkü, kanuna göre yayım “neşir” eyleminin olması için bir yazıyı enaz iki kişinin okuması gerekiyordu. Oysa benim broşür daha basılırken, bir yüzü basılmış, bir yüzü basılmadan toplattırılmıştı, yani yayım eylemi olmamıştı.
Mahkeme broşürü okuduğunu söyleyecek iki tanık arıyordu. Broşürü okuduğunu söyleyecek iki tanık bulamadıkça broşür yayımlanmış olmadığından, beni mahkûm edemeyeceklerdi. Stad Basımevinin müdürü rahmetli Sacit Öget’i tanık olarak çağırdılar. Sacit Öget, broşürü okumadığını söyleyince mahkemenin general başkanı,
– Nasıl olur da matbaanıza basılmak için getirilen bir kitabı okumadan basarsınız? dedi.
Sacit,
– Matbaamızda basılacak her kitabı okumaya kalkarsam ayda bir kitap bile basamayız… dedi.
Bu tanık tutmamıştı.
Hangi ilişkiyle bilmiyorum, belki siyasi polisin salık vermesiyle, Stad Basımevinin müşterilerinden, orda bir spor dergisi bastıran Galatasaraylı bir spor yazarını tanık olarak getirdiler. O broşürü okumadığını ama basımevinde basıldığından haberi olduğunu, matbaa müdürü arkadaşı Sacit Öget’e broşürü okumadığı halde Aziz Nesin gibi bir adamın yazdığı broşürü basmanın tehlikeli olabileceğini anımsattığını söyledi.
Askeri Mahkeme kurulunu memnun eden bu tanık da tutmamıştı. Başka iki tanık bulmak gerekiyordu. Kim okumuş olabilir bu broşürü? Broşürü dizen mürettiple, basan makineciyi tanık olarak getirttiler. Mürettibe soruldu:
– Bu broşürü okumadın mı?
– Hayır efendim, okumadım.
– Sen dizmedin mi bunu?
– Ben dizdim.
Topçu generali başkan kızdı:
– Be adam, hem ben dizdim diyorsun, hem de okumadım diyorsun. Okumadan nasıl dizersin?
El dizgisi mürettibi olan usta,
– Efendim, dedi, ben her harfi kasadan teker teker alır öyle yazı dizerim. Harf harf kelimeleri dizerim. Bir kelimeyi dizince ondan önce dizdiğim kelimeyi unuturum.
– Okumuşsundur okumuşsundur…
“Her ne kadar okumadım diyorsa da, bir mürettibin okumadan bir yazıyı dizemeyeceği açık olup…”
Broşürü basan makine ustasına sordular:
– Bu broşürü okudun, değil mi?
– Okumadım.
– Nasıl okumadın? Sen basmadın mı?
– Evet, bir yüzünü basarken polisler gelip aldılar.
– Öyleyse bir yüzünü okudun?
– Okumadım.
– Basarsın da nasıl okumazsın?
– Efendim, ben makinede teknik üniversitenin kitaplarını da, hukuk fakültesinin kitaplarını da basarım. Eğer her bastığım kitabı okusaydım profesör olurdum.
“Her ne kadar okumadım diyorsa da…”
Tanık olarak Sabahattin Ali elleri kelepçeli olarak Paşakapısı cezaevinden getirildi.
– Arkadaşının yazdığı bu broşürü okumuş muydun?
– Evet, okudum.
İdare müdürümüz Halûk Yetiş getirildi.
– Okudun mu bu broşürü?
– Okudum.
– Peki, okudun da, bu broşür memlekete zararlıdır, basılmasın demedin mi?
– Ben memlekete zararlı bulmadım, çok yararlı buldum.
General başkan bu sözlere çok kızdı.
– Sen askerliğini yaptın mı? dedi.
– Hayır.
– Bu yaşa gelmişsin de nasıl askerliğini yapmazsın?
– Efendim, okula gidiyorum, tecilliyim.
– Nerde tecil belgen?
– Evde.
General oradakilere emir verdi: “Şimdi bununla birlikte evine gidilecek, tecil belgesi görülecek. Tecil belgesi yoksa hemen askere gönderilecek…”
Duruşmanın gizli yapılması kararı alınmış, benim açık olması isteğim reddedilmişti. Gizlilik kararı verilen ilk duruşmaya gelen gazetecileri sıkıyönetim komutanı çağırıp,
– Gazetelerde tek kelime yazarsanız tozunuzu atarım! demişti.
Mahkeme kapısında konuşabildiğim Sabahattin Ali’ye askeri savcı yarbayın kendisine nasıl sövdüğünü söylemiş,
– Neden adama tebrik kartı gönderirsin? demiştim.
Sabahattin çok şaştı,
– Ne tebrik kartı yahu, ben öyle bir adam tanımam, adını bile bilmiyorum… dedi.
Savcı yirmiiki yıl hapsimi istiyordu. Suç eylemi eksik kaldığından, her ne kadar sıkıyönetim varsa da savaş hali sayılamayacağından… Pazarlık, pazarlık… Tut aşağı, vur yukarı: On ay hapis ve Bursa’ya sürgün…
Askeri Yargıtayda temyiz ettim. Genellikle Yargıtaydan, altı aydan önce karar çıkmıyordu; onbeş günde Yargıtay kararı geldi: Mahkeme kararı onaylamıştı.
Broşürümün adı “Nereye Gidiyoruz?”du. Kırksekiz yıl sonra, bugün nereye gittiğimizi görüp bilmeyen kalmadı, ama ben hapse ve sürgüne gidiyordum.

Aziz Nesin
Bir Sürgünün Anıları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz