Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine
Voltaire son derece güzel bir anlatımla şöyle demişti:
Yaşının ruhuna sahip olmayan
Yaşının tüm sıkıntılarını yaşar.
Bu yüzden, bu mutluluk öğretisi incelememizin sonunda, yaşadığımız yılların bizde yarattığı değişikliklere bir bakış atmak uygun olacaktır.
Tüm yaşamımız boyunca sadece şimdiki zamanın farkında oluruz, asla daha fazlasının değil. Şimdiki zamanın özelliği ise, başlangıçta önümüzde uzun bir gelecek, ama sonlara doğru ise ardımızda uzun bir geçmiş görmemizdir; bundan dolayı, mizacımız –ama bununla birlikte karakterimiz değil– bildik bazı değişiklikler geçirir, böylelikle her defasında şimdiki zamanın bir başka rengi ortaya çıkar.
Başyapıtımın 2. cildinde, 31. bölümün 394. sayfasında (3. baskıda s. 449 vd.), çocukluğumuzda neden istekli değil de daha çok meraklı davrandığımızı ele almıştım. Yaşamımızın ilk çeyreğinin mutluluk içinde geçişi tam da bu nedene dayanır, bu yüzden, bu dönem daha sonra yitik bir cennet gibi ardımızda kalır. Çocukluğumuzda çok az ilişkimiz ve az sayıda gereksinmemiz vardır, yani istencimiz az heyecanlanır: Bu yüzden varlığımızın büyük bölümü bilgi edinmekle uğraşır. Anlama yetisi de, henüz olgunlaşmamış olsa bile, daha yedi yaşında tam büyüklüğüne ulaşan beyin gibi, erkenden gelişmiştir ve sürekli henüz yeni olan varlığın tüm dünyasında durmaksızın gıda arar, bu dünyada her şey, ama her şey yeni olmanın cazibesiyle parıldamaktadır. Çocukluk yıllarımızın sürekli bir şiir sanatı oluşunun nedeni budur. Çünkü, tüm sanatlarda olduğu gibi şiir sanatının özü de, platonik idenin, yani esas olanın ve bu yüzden her sanatta ortak olanın, her bireyde kavranmasına dayanır; böylelikle her şey kendi türünün temsilcisi olarak görülür, bir olay bin olay için temsil edicidir. Çocukluk yıllarımızın sahnelerinde yalnızca o anki bireysel nesnelerle ya da olaylarla ve üstelik sadece o anki istemimizi ilgilendirdiği ölçüde ilgiliymişiz gibi görünüyorsa da, aslında durum değişiktir. Çünkü, yaşam tüm önemliliği içinde, henüz karşımızda öyle yeni, öyle tazedir ve izlenimlerinin yinelenmesi yoluyla körelmiş olmaktan öyle uzak durmaktadır ki, çocukça çabalarımızın ortasında, sürekli sessizce ve açık bir niyetimiz olmadan, tek tek sahnelerde ve olaylarda yaşamın özünü, yaşamın biçimlerinin ve serimlenişlerinin temel tiplerini kavramakla meşgulüzdür. Spinoza’nın dile getirdiği gibi, tüm şeylere ve kişilere, sub specie aeternitatis bakarız. Yaşımız ne denli küçükse, her birey bizim için o denli daha çok, kendi türünü temsil eder. Bu durum her yıl giderek daha azalır: Şeylerin gençlikte ve yaşlılıkta bizde bıraktıkları izlenimler arasındaki büyük farkın nedeni budur. Bu yüzden çocukluğun ve ilk gençliğin deneyimleri ve tanışıklıkları sonraki tüm bilgi ve deneyimlerimizin türleri ve alttürleri olurlar, adeta birer kategori oluştururlar ve biz daha sonraki tüm bilgi ve deneyimlerimizi, bunu sürekli açık bir bilinçle yapmasak da, bu kategorilerin altına yerleştiririz. Böylece dünya görüşümüzün sabit temeli ve onun yüzeyselliği ya da derinliği, daha çocukluk yıllarımızda oluşur: Daha sonra bu görüş ayrıntılı olarak işlenir ve tamamlanır; ancak özünde değişmez. Çocukluk yıllarına özgü olan bu arı nesnel ve şiirsel bakış açısı sonucunda, istenç henüz tam enerjisiyle ortaya çıkmadığı için, birer çocuk olarak, istemeye yönelik değil, daha çok bilmeye yönelik davranırız. Kimi çocukların yüzündeki, Raphael’in özellikle Sistine Şapeli’ndeki Madonna’da şanslı bir biçimde kullandığı ciddi, seyreden bakışın nedeni budur. Tam da bu yüzden, çocukluk yılları öyle mutludur ki, sürekli özlemle anılırlar. İmdi, biz böyle bir ciddiyetle, kendimizi şeylerin ilk somut anlaşılmasına verirken, öte yandan eğitim bize kavramlar kazandırmaya çalışır. Ne var ki, kavramlar asıl önemli olanı sunmazlar: Bu daha çok, tüm bilgilerimizin temeli ve sahici içeriği olarak, dünyanın somut kavranışında yatar. Ama bunu da ancak kendimiz kazanabiliriz, bize herhangi bir biçimde öğretilemez. Bu yüzden, ahlaki ve entelektüel değerimiz bize dışarıdan gelmez, kendi özümüzün derinliklerinden kaynaklanır ve Pestalozzi’nin eğitim yöntemlerinden hiçbiri doğuştan bir aptalı, düşünen bir insan olarak eğitemezler; asla! O kişi aptal doğmuştur ve aptal ölecektir. İlk somut dış dünyanın betimlenen derin kavranışı, çocukluğumuzun ortamlarının ve deneyimlerinin bellekte neden böyle sağlam bir yer edindiklerini de açıklamaktadır. Çünkü kendimizi onlara bölünmeden vermişizdir, bu sırada dikkatimizi dağıtmamış ve karşımızdaki şeylere, kendi türlerinin biricik örnekleriymiş gibi, onlardan başkası yokmuş gibi bakmışızdır. Daha sonra nesnelerin bilinen çokluğu cesaretimizi ve sabrımızı azaltır. Burada, başyapıtımın yukarıda anılan cildinin 372. sayfasında (3. baskıda s. 423 vd.) gösterdiğim şeye, yani tüm şeylerin nesnel varoluşunu, yani onların salt başkalarının gördüğü varoluşunun, kesinlikle sevindirici, buna karşılık öznel varoluşunun ise, istemede yer aldığı için, acı ve kederle donanmış olduğuna yeniden dönersek, konunun kısa bir anlatımı olarak: Tüm şeylerin görülmeleri harika, ama var olmaları korkunçtur, diyebiliriz. Bunun sonucunda, çocukluğumuzda şeyleri, isteme yani olma yanlarıyla değil, daha çok görme, yani temsil yanlarıyla biliriz. Bu da, şeylerin sevindirici yanı olduğu için, ama henüz öznel ve korkunç yanlarını bilmediğimiz için, genç zihin gerçeğin ve sanatın kendisine gösterdiği tüm varlıkları aynı ölçüde mutlu varlıklar olarak görür: Onları görmenin ne güzel olduğunu ve onlar olmanın daha da güzel olacağını düşünür. Buna göre dünya önünde bir cennet gibi durmaktadır: Hepimizin içinde doğduğumuz Arkadia’dır burası. Daha sonra bundan, gerçek yaşama duyulan susuzluk, bizi dünyanın hengâmesine sürükleyen eylem arzusu ve tutkusu doğar. Bu hengâme içinde şeylerin öteki yönünü, yani varlığın, yani istemenin yönünü öğreniriz; bu yön her adımda işaretlenir. Sonra yavaş yavaş büyük hayal kırıklığı yaklaşır, onun ortaya çıkmasından sonra, yanılsamalar döneminin geride kaldığı söylenir; yine de bu dönem daha çok ilerler, daha kusursuzlaşır. Bunun sonucunda, çocuklukta yaşamın uzaktan görülen bir sahne dekoruna benzediği, yaşlılıkta ise bu dekora çok yakından bakıldığı söylenebilir.
Çocukluktaki mutluluğa katkıda bulunan bir şey daha vardır. İlkbaharın başlarında nasıl ki tüm yapraklar aynı renkte ve hemen hemen aynı biçimdeyseler; biz de, küçük çocukluğumuzda, hepimiz birbirimize benzeriz, bu yüzden eşsiz bir uyum içindeyizdir. Ergenlikle birlikte farklılaşma başlar ve bir çemberin yarıçaplarının arasındaki açıklık gibi, giderek daha da büyür.
Yaşamın, ikinci yarısından çok fazla avantajı olan birinci yarısını, yani gençlik yıllarını bulandıran, hatta mutsuz kılan, yaşamda mutlu olmak gerektiği kesin varsayımıyla mutluluk peşinde koşmaktır. Umutların sürekli hayal kırıklığıyla sonuçlanmasının ve bunun sonucunda hoşnutsuzluğun ortaya çıkmasının nedeni budur. Düşlenen, belirsiz bir mutluluğun hayali görüntüleri gözümüzün önünden keyfi biçimlerde geçerler ve biz boş yere onların ilk görüntüsünü ararız. Bu yüzden gençlik yıllarımızda, konumumuzdan ve çevremizden, her nasıl olursalar olsunlar, genellikle hoşnut değilizdir; çünkü ancak şimdi, bütünüyle başka şeyler bekledikten sonra tanımaya başladığımız insan yaşamının her yerdeki boşluğunu ve sefilliğini, kendi çevremize atfederiz. Dünyadan alınacak çok şey bulunduğu kuruntusunun kökü, zamanında bir öğretimle, gençlik yıllarında kazınmış olsaydı çok şey kazanılırdı. Ama bunun tam tersi gerçekleşir, yaşamı gerçeklik yoluyla tanımadan önce edebiyat yoluyla tanırız. Hayal gücünün betimlediği sahneler, gençliğimizin şafağında gözümüzün önünde parıldarlar ve şimdi, bunların gerçekleştiğini görme –gökkuşağını yakalama– arzusuyla yanıp tutuşuruz. Yeniyetme genç, yaşamının ilginç bir roman gibi geçmesini bekler. Böylece, yukarıda sözünü ettiğim 2. cildin 374. sayfasında (3. baskıda s. 428) betimlemiş olduğum hayal kırıklığı ortaya çıkar. Çünkü bu görüntülere çekicilik kazandıran, tam da salt görüntüler olmaları ve gerçek olmamalarıdır ve bu yüzden biz, onlara bakarken, arı bilginin dinginliği ve yetingenliği içindeyizdir. Gerçekleştirilmek demek, tam bir istemeyle doldurulmak demektir, bu isteme de kaçınılmaz bir biçimde acılara yol açar. İlgili okur, sözü edilen cildin 427. sayfasına (3. baskıda s. 488) da bakabilir.
Buna göre yaşamın ilk yarısının karakteri mutluluğa yönelik doyurulmamış bir özlem, ikinci yarısının karakteri ise mutsuzluk endişesidir. Çünkü bu ikinci yarıda, az ya da çok belirgin bir biçimde, tüm mutlulukların hayalet gibi, buna karşılık acıların gerçek oldukları bilgisi de gelmiştir. Bu yüzden şimdi, en azından daha akıllı karakterler, hazdan çok, salt acısızlığa ve rahatsız edilmedikleri bir duruma ulaşmaya çabalayacaklardır. Gençlik yıllarımda kapım çalındığında hoşuma giderdi: Çünkü, “İşte geldi” derdim. Ama daha sonraki yıllarda, aynı durum karşısındaki duygum, daha çok korkuyla akrabaydı: “Eyvah geliyor” diye düşünürdüm. İnsanların dünyası açısından, seçkin ve yetenekli bireyler için de, aslında tam olarak böyle olmayan ama üstünlüklerinin derecesine göre az ya da çok yalnız yaşayanlar için de, birbirine karşıt iki duygu vardır: Gençlikte sık sık insanların dünyası tarafından terk edildiği duygusuna kapılınır; sonraki yıllarda ise bu, kurtulmuş olma duygusuna dönüşür. Birinci, hoş olmayan duygu bu dünyayı tanımamaya, ikinci, hoş duygu da bu dünyayla tanışmış olmaya dayanır. Bunun sonucunda yaşamın ikinci yarısı bir müzik cümlesinin ikinci yarısı gibi, birincisinden daha az çabalama ama daha çok dinginlik içerir; insanın gençliğinde, mutluluk ve hazla karşılaşmanın harika ama bunlara ulaşmanın zor olduğu düşünülür; yaşlılıkta ise dünyadan alınacak bir şey olmadığı bilinir ve bu yüzden katlanılabilir bir bugünün yaşanıldığına sevinilir ve hatta küçük şeylerden zevk alınır. Olgun adamın yaşam deneyimiyle ulaştığı ve bu yüzden dünyayı yeniyetmeden ve delikanlıdan başka bir gözle gördüğü şey, öncelikle önyargısızlıktır. Öncelikle şeyleri bütünüyle basit bir biçimde görür ve oldukları gibi kabul eder; oysa, delikanlının ve yeniyetmenin kendi yarattığı hayallerden, geleneksel önyargılardan ve tuhaf fantezilerden oluşan bir sanrı, gerçek dünyayı örter ya da çarpıtır. Çünkü, deneyimin yapacağı ilk iş, bizi, kafamızdaki, gençlikte yerleşmiş hayallerden ve yanlış kavramlardan kurmaktır. Gençlik yıllarını bunlardan korumak ise, salt negatif yönde olsa bile yine de en iyi bir eğitim olurdu; ama bunu gerçekleştirmek çok zordur. Bu amaçla, çocuğun görüş ufkunu başlangıçta olabildiğince dar tutmak, bunun içinde ona salt net ve doğru kavramlar vermek, ve ancak bu ufkun içinde yer alan her şeyi doğru öğrenmesinden sonra bu ufku, geride karanlık bir şeyin, yarım ya da yanlış anlaşılmamış bir şeyin kalmamasına dikkat ederek yavaş yavaş genişletmek gerekirdi. Bunun sonucunda çocuğun şeyler ve insan ilişkileri hakkındaki kavramları hâlâ çok sınırlı ve çok basit, ama buna karşılık net ve doğru olacaklar ve doğrulanmaları değil sürekli genişletilmeleri gerekecektir; ve bu böyle, ilk gençlik yaşlarına dek sürecektir. Bu yöntem özellikle, çocuğun roman okumasına izin verilmemesini, onların yerine uygun biyografilerin, örneğin Franklin’inkinin vb. konulmasını gerektirir.
Gençliğimizde, yaşamımız için önem taşıyan ve büyük sonuçlar doğuracak olayların ve kişilerin karşımıza davul zurnayla çıkacaklarını sanırız: Ama yaşlılığımızda geri dönüp baktığımız zaman, bunların hepsinin de sessizce, arka kapıdan ve adeta dikkati çekmeden içeri süzülmüş olduklarını görürüz.
Ayrıca, buraya kadar incelendiği açıdan yaşamı, üzerine nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz; herkes, yaşamının ilk yarısında bu kumaşın ön yüzünü, ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: Arka yüzü o denli güzel değildir ama öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.
Zihinsel üstünlük, hatta en büyük olanı bile, konuşma sırasındaki ağırlığını ancak kırkıncı yaştan sonra belli edecektir. Çünkü bu üstünlük yılların olgunluğunu ve deneyimin meyvesi karşısında belki kat kat ağır basabilir, ama onların yerine asla geçemez: En sıradan insanın bile, genç yaştaki büyük zihnin güçleri karşısında belirli bir üstünlüğü vardır. Burada salt kişisel güçlerden söz ediyorum, yapıtlardan değil.
Herhangi bir bakımdan üstünlüğü bulunan, insanlığın doğanın hazin bir biçimde sunduğu altıda beşine dahil olmayan her insanın, kırk yaşından sonra belirli bir insansevmezlik ruh halinden kurtulması zor olacaktır. Çünkü, doğallıkla, ötekilerle kendiliğinden dostluk kurmuş ve yavaş yavaş hayal kırıklığına uğramıştır, onların hem kafa yönünden hem de yürek yönünden, hatta çoğun iki yönden de, kendisinin gerisinde kaldıklarını ve kendisiyle uzlaşmadıklarını görmüştür; bu yüzden onlarla ilişki kurmaktan kaçınmayı tercih eder; genel olarak da, herkes kendi içsel değerinin ölçüsüne göre, yalnızlıktan, yani kendi kendisiyle olmaktan hoşlanır ya da nefret eder. Kant da, Yargı Gücünün Eleştirisi kitabında, birinci bölümün S 29’una ilişkin genel değinmenin sonlarına doğru, bu tür bir insansevmezliği ele alır.
Genç bir insanın, insanların uğraşları ve çabaları içinde kendi yolunu oldukça erkenden bulabilmesi, hatta burada evindeymiş gibi davranması ve bu işlere, sanki önceden hazırlanmış gibi girebilmesi, entelektüel ve ahlaki açıdan kötü bir belirtidir. Buna karşılık, böyle bir ilişki içinde yabancı, şaşkın, beceriksiz ve yanlış davranmak, soylu bir doğaya işarettir.
Arthur Schopenhauer
Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar | Çeviren: Mustafa Tüzel