SCHOPENHAUER: DİNİN AHLAKLI OLMAK KONUSUNDAKİ ETKİSİ UYGULAMADA OLDUKÇA AZDIR

İDEALİZMİN BAKIŞ AÇISI

“Dünya, benim tasarımımdır.” Öklid’in belitleri gibi, herkesin anladığında hemen doğru sayması gereken bir önermedir. Oysa herkesin duyar duymaz anladığı bir önerme değildir. Bu anlayışı açıkça bilince getirmesi, onu ideal olanla gerçek olanın ilişkisi -açıkçası kafadaki dünyanın kafanın dışındaki dünyayla ilişkisi – sorunuyla bağlantılandırması, törel özgürlük sorunuyla birlikte Yeniçağ felsefesinin ayırıcı niteliğidir. İnsanlar ancak binlerce yıl salt nesne felsefesi ile uğraştıktan sonra dünyayı bir bilmeceye çeviren, durup düşünmemize yol açan nice şey arasında şunun ilk sırada olduğunu buldular: Ne denli ölçüye gelmez, ne ölçüde kocaman olursa olsun, bu dünyanın varlığı, bir tek ipliğe bağlıydı: Açıkçası, o İçinde varolduğu şu andaki bilince bağlıydı. Dünyanın varlığı tersine çevrilmeyecek biçimde bu koşula bağlıdır. Bu koşul, bütün görgül gerçekliğe karşın dünyaya, tasarım olarak var olmanın mührünü basar. Bu yüzden da salt görüngü olarak ortaya çıkmanın mührünü basar. Sonuçta, dünyanın en azından bu bakımdan, düş görmeğe yakın olduğu, düş görmeyle aynı ulama girdiği kabul edilmelidir. Beyin, uyku sırasında, bütünüyle nesnel, algılanabilir, hatta ele avuca gelir bir dünyayı gözlerimizin önüne getirir. Onun uyanık saatlerimizin nesnel dünyasını sunmada da aynı ölçüde büyük bir payı olsa gerek. Çünkü bu iki dünya, özdekleri değişik olsa bile, gene de aynı kalıptan çıkmıştır. Bu kalıp ustur, beynin işlevidir.

Descartes, bu temel doğruluğun gerektirdiği kertede düşünme düzeyine ulaşan ilk kişi olsa gerek. Sonuçta, Descartes bu doğruluğu, geçici olarak skeptik kuşku biçiminde olsa da, felsefesinin başlangıç noktası yaptı. O, cogito ergo sum’u [Düşünüyorum öyleyse varım.] tek kesinlik diye alarak, geçici olarak dünyanın varlığını bir sorun sayarak, her türlü felsefenin özlü, biricik çıkış noktasını buldu. Bu, aynı zamanda felsefenin doğru odağıydı. Özce kaçınılmaz biçimde öznel olan bu odak, bireysel bilinçtir. Çünkü yalnızca bireysel bilinç doğrudandır, doğrudan olarak kalır, başka her şey, ne olursa olsun, onun aracılığı ile vardır, onunla koşullanır. Dolayısıyla da, başka her şey ona bağlıdır. Pek doğru biçimde, Descartes’e, Yeniçağ felsefesinin kurucu babası diye bakılır. Çok geçmeden, aynı yolda daha da ileri giden Berkeley gerçek idealizme, açıkçası, şu bilgiye ulaştı: Uzamda yer kaplayan dünya (açıkçası genelde, nesnel özdeksel dünya), bu niteliğiyle, yalın biçimde, salt bizim tasarımımızda vardı. Bu niteliği ile dünyaya her türlü tasarımdan ayrı, bilen özneden bağımsız bir varoluş yüklemek yanlıştır, gerçekte saçmadır. Berkeley’in tüm felsefesini, bu pek derin, eksiksiz görüş kurar. Berkeley, felsefesine verilmesi gereken her şeyi vermiştir.

Bundan ötürü, gerçek felsefe, her zaman idealist olmalıdır. Dürüst olmak için olsa olsa böyle olması gerekir. Çünkü şundan daha kesin bir şey yok: Hiçbir insan, kendisini ondan farklı olan şeylerle doğrudan özdeşleştirmek için kendi derisinin dışına çıkmamıştır. Onun kesin bilgisini, bu yüzden de doğrudan bilgisini edindiği her şey, kendi bilincindedir. Öyleyse, bu bilincin dışında doğrudan kesinlik olamaz. Ama bir bilimin ilk ilkesi böyle bir kesinlik olmalıdır. Başka bilimlerin görgül bakış açısından nesnel dünyayı kesin verili bir şey saymak pek doğrudur. Gelin görün ki, bu, felsefenin bakış açısına uygun değildir. Felsefe doğası gereği, ilkece, kökene gitmelidir. Yalnızca bilinç doğrudan verilmiştir. Öyleyse felsefenin temeli bilincin olgularıyla sınırlıdır. Açıkçası, felsefe, özünde idealisttir.

Gerçekçilik, olgusallık havalarında kendisini kaba anlama yetisine bırakır, düpedüz keyfi bir varsayımdan yola çıkar. Hu yüzden de uydurmadır. Çünkü tam da ilk gerçeği, açıkçası bildiğimiz her şeyin bilinçte olduğunu görmezden gelir ya da yanlışlar. Şeylerin nesnel varoluşunun bir özne tarafından koşullanmış olması, nesnelerin öznenin tasarımları olması, sonuçta da nesnel dünyanın olsa olsa tasarım olarak var olması bir varsayım değildir. Bu bir öğreti değildir, tartışma yaratmak için ortaya atılmış bir paradoks hiç değildir. Bu, en kesin, en yalın doğruluktur. Onun çok yalın olması, olsa olsa tanınmasını daha da zorlaştırır. Şeyler konusundaki bilincin ilk öğelerine geri dönmek için, herkeste yeterli düşünme gücü yoktur. Saltık, bağımsız bir varoluş hiçbir zaman olamaz. Doğrusu böyle bir varoluş hiç mi hiç düşünülemez. Çünkü, nesnel olan, bu niteliği ile, özünde her zaman öznenin bilincinde vardır. Dolayısıyla nesne, öznenin tasarımıdır, sonuçta özneyle, tasarımlama kalıplarıyla koşullanmıştır. Üstelik tasarımlamanın bu kalıpları özneye bağlıdır, nesneye ait değildir.

Hiçbir bilinçli varlık olmasa bile nesnel dünyanın varolacağı ilk bakışta su götürmez bir doğruluk gibi görünür. Çünkü bu, genelde, içindeki çelişkiler aydınlatılmadan düşünülebilir. Gelgelelim bu soyut düşünceyi anlamak istersek, açıkçası onu algının tasarımlarından türetmek istersek işler değişir. Bu düşünce, (soyut her şey gibi; ancak algının tasarımlarıyla bir içerik, doğruluk elde eder. Buna göre de bilen bir özne olmadan nesnel dünyayı tasarlamaya çalışırsak şunun farkına varırız: Tasarladığımız şey, gerçekte tasarlamayı amaçladığımız şeyin tersidir. Tasarladığımız şey, nesnel dünyayı algılayan bilen öznenin anlama yetisindeki bir süreçten başka bir şey değildir. Dolayısıyla o tam da dışlamak istediğimiz şeydir. Çünkü, bu algılanabilir gerçek dünya besbelli ki beynin bir görüngüsüdür. Bu yüzden, dünyanın bir görüngü olma niteliği ile bütün bireylerin beyinlerinden bağımsız olarak da var olması gerektiği varsayımında bir çelişki vardır.

Bütün nesnelerin özünde kaçınılmaz biçimde tasarım olduğuna başlıca karşı çıkış, sesini açık seçik ya da belirsizce herkeste duyuran karşı çıkış her halde şudur: Benim kendi kişim bile, başka biri için bir nesne, dolayısıyla da onun tasarımı. Ancak ten, o benim tasarımımı oluşturmasa bile var olacağımı kesinlikle biliyorum. Bütün öteki nesneler de, onun aklıyla, onun aklının benimle ilişkisi gibi bir ilişki içinde. Dolayısıyla öteki nesneler de onun tarafından algılanmadan var olacaklardır. Bu karşı çıkışın yanıtı şudur: Şimdi benim kendimi nesnesi saydığım bu öteki taraf, yalnızca özne değildir, o en başta bilen bir bireydir. Dolayısıyla, o olmasa da, benden başka bir bilinç olmasa bile özne (bütün nesneler yalnızca bu öznenin tasarımında varolurlar) silinip gitmez. Çünkü ben kendim, bütün bilinçli varlıklar gibi o öznenin ta kendisiyim. Sonuçta, göz önüne aldığımız durumda, benim kişim var olmayı kesinlikle sürdürecektir; ama yine bir tasarım olarak, yani benim kendi bilgimde varolacaktır. Çünkü benim tarafımdan bile o, hiçbir zaman doğrudan bilinmez, hep dolaylı olarak bilinir; tasarım olarak var olmak, her zaman, her durumda dolaylıdır. Nesne olarak, açıkçası süresi olan, uzayda yer kaplayan, eyleyen olarak ben, kendi gövdemi ancak beynimin algısında bilirim. Gövdem, duyularla, onların sağladığı verilerle beyne iletilir, algılayıcı anlama yetisi, etkiden nedene geçerek işlevini yerine getirir. Böylece anlama yetisi, gövdeyi gören göz ya da gövdeye dokunan el aracılığı ile, yer kaplayan süresi olan bu gövdeyi kurar. O, uzamda kendisini benim gövdem olarak sunar. Ama, benim varlığımla – bu varlığın böyle var olmak için, kendisini bilgisine sunacağı başka bir tarafı gerektirmeden – eşleşecek doğrudan bir yer kaplama, kalıp ya da etkinlik bana doğrudan verilmez. Bunlar ne gövdenin varlığına ilişkin genel duyguda ne de içteki kendini bilmede verilir. Tersine, gövdenin varlığına ilişkin bu genel duygu, (kendini bilmedeki gibi) ancak isteme ile ilişkide, -açıkçası hoş ya da hoş olmayan olarak- doğrudan vardır. Bu duygu, istemenin eylemlerinde etkin olarak vardır. İstemenin eylemleri, dışarıdan algılamaya kendilerini gövdenin eylemleri olarak sunarlar. Buradan şu sonuç çıkar: Benim kendimin ya da gövdemin yer kaplayan, eyleyen bir şey olarak varlığı, her zaman, ondan ayrı bilen bir varlığı gerektirir. Çünkü gövde, özünde kavrayışta, tasarımda varolan bir varlıktır. Bundan ötürü de o, başka bir varlık için varoluştur. Gerçekte o beynin görüngüsüdür. Bu bakımdan onun kendisini sergilediği beynin benimki ya da başka bir kişininki olması önemli değildir. İlk durumda kişinin kendisi bir bilen ile bilinene, nesne ile özneye ayrılır. Bunlar, başka yerlerde olduğu gibi burada da ayrılmaz, uzlaşmaz biçimde birbirinin karşısında dururlar. Benim kişim, bu niteliği ile var olmak için her zaman bilen bir özneye gerek duyuyorsa, bu başka nesneler için de aynı ölçüde gerekli olacaktır. Oysa yukarıdaki karşı çıkışın amacı, onların bilgiden bağımsız, bilginin öznesinden bağımsız varlığını haklı kılmaktı.

Bununla birlikte, bilen bir özne tarafından koşullanan bir var oluş, besbelli ancak uzamda bir varoluştur, bundan ötürü de yer kaplayan, etkin bir varlığın varoluşudur. Ancak bu, her zaman bilinenin var oluşudur, sonuçta başka biri için var oluştur. Öte yandan bu biçimde var olan her varlığın ayrıca kendisi için bir varlığı da olabilir, bu bakımdan o bir özneye gerek duymaz. Gelin görün ki, bu kendisi için var oluşun, kapsamı ile etkinliği (birlikte uzayda yer kaplaması) olamaz. O zorunlu olarak başka türden bir varlıktır, onunki kendinde şeyin varlığıdır. Kendinde şey, bu niteliği ile hiçbir zaman nesne olamaz. Öyleyse, bu, yukarıda ortaya atılan başlıca karşı çıkışa bir yanıt olacaktır. Buna göre, söz konusu karşı çıkış şu temel doğruluğu çürütemez: Nesnel olarak verilen dünya ancak tasarım olarak vardır, dolayısıyla da yalnızca bir özne için vardır.

Burada, Kant’ın bile, en azından tutarlı kaldığı sürece, kendinde şeyleri arasında nesneleri göz önüne almadığını belirtmeliyiz. Çünkü bu onun şu kanıtlamasından çıkar:
Zaman gibi uzam da bizim algımızın saf bir kalıbıdır, sonuçta onlar kendinde şeylere ait değildir. Ne zamanda ne de uzamda olan bir şey nesne olamaz. Öyleyse kendinde şeylerin varlığı nesnel olamaz, onlar büsbütün değişik bir türdür, onlar metafizik varlıktır. Sonuçta, bu Kantçı ilke daha ileri bir ilkeyi gösterir: Nesnel dünyanın yalnızca tasarım olarak var olduğunu.

İdealizm, söylenebilecek her şeye karşın, durmadan başka her şeyden daha yanlış anlaşılır. Çünkü o, dış dünyanın deneysel gerçekliğinin yadsınması diye yorumlanır. Bu yüzden durmadan sağduyuya başvurulur. Bu birçok biçimde, kılıkta görünür. Örneğin İskoç okulunun ‘temel inancında’ ya da Jacobi’nin dış dünyanın gerçekliğine ilişkin inancında ortaya çıkar. Dış dünya kendisini, hiçbir zaman, Jacobi’nin resmettiği gibi salt güvene dayalı olarak vermez. Biz onu salt iyi inançla kabul etmeyiz. O kendisini neyse o olarak verir, yapacağım dediğini de hemen, doğrudan yapar.

Tersine gerçek idealizm, görgül değil, özellikle aşkındır. Bu, dünyanın görgül gerçekliğine dokunmaz. İdealizm, her nesnenin, başka deyişle, görgül olarak gerçek olanın, özne tarafından iki kez koşullandığını ileri sürer. O, ilkin özdeksel olarak ya da genelde nesne olarak koşullanır. Çünkü, nesnel bir varoluş ancak bir özneyle bağlantı içinde, bu öznenin tasarımı olarak kavranabilir. İkincisi, nesne biçimsel olarak da koşullanır. Çünkü nesnenin varlığının kipi ya da biçemi- onun uzama, zamana, nedenselliğe uygun olarak algılanması- özneden kaynaklanır, öznede hazırlanır. Dolayısıyla, Kant’ın idealizmi, genelde nesneyle ilgilenen yalın ya da Berkeleyci idealizmi yakından izler. Kant’ın idealizmi, özellikle, nesnel varoluşun verili kipiyle, biçimiyle ilgilidir. Bu idealizm, özdeksel dünyanın tümünün, uzamda yer kaplayan cisimleriyle birlikte, zaman aracılığı ile nedensel ilişki içinde olduğunu, her şeyin bu ilişkiye bağlı olduğunu kanıtlar; bütün bunların, bizim usumuzdan bağımsız şeyler olmadığını, onların temel öncüllerinin bizim beynimizin işlevleri olduğunu kanıtlar; şeylerin böyle, nesnel bir düzenlemesinin ancak beyinde, beyin aracılığı ile olanaklı olduğunu kanıtlar. Çünkü, bütün bu gerçek nesnel olayların dayandığı zaman, uzam, nedensellik, kendilerinde, beynin işlevlerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, şeylerin görgül gerçekliğinin ölçütünü, ipucunu sağlayan değişmez düzenin kendisi, ancak beyinden ileri gelir, kanıtlarını da ancak buradan edinir. Kant, bütün bunları, dolu dolu, baştan sona sergiledi. Yalnız o beyinden değil “bilme yetisi”nden söz etti. [… ] Kantçı öğreti, [… ] şeylerin, onların varoluşlarının tüm biçemleri-nin, kiplerinin, ayrılmaz bir biçimde, onlara ilişkin bilincimize bağlandığı görüşüne götürür. Böylece bunu açıkça kavrayan biri, çok geçmeden, şeylerin bu niteliği ile bilincimizden ayrı, bağımsız varlığını kabul etmeyi gerçekten saçma sayar. Biz zamana, uzama, nedenselliğe, bunlara dayalı deneyin düzenli tekdüzeliğine derinlemesine daldırılmışadır. Öyle ki onun içinde kendimizi tam evimizde duyumsar, çevremizdeki yolumuzu daha en baştan biliriz. Bizim anlama yetimiz, şeylerden başka bir türde olsa bu olanaksız olurdu. Bu, ancak şu olgudan çıkarak açıklanabilir: Bu ikisi bir bütün oluşturur, bu düzeni anlama yetisinin kendisi yaratır, bu arada şeyler ancak anlama yetisi için vardır.

Öznel ile nesnel bölünmemiş bir bütün oluşturmaz. Bizim doğrudan bilincinde olduklarımız, derimizle ya da serebral sistemden çıkan sinirlerin uçlarıyla sınırlıdır. Bunun ötesindeki dünya konusunda, kafamızdaki resimler aracılığı ile elde edilen bilgi dışında bilgimiz yoktur, Şimdi sorun, bizden bağımsız olan bu dünyanın kafamızdaki bu resimle örtüşüp örtüşmediği, örtüşüyorsa ne ölçüde örtüştüğüdür. Bu ikisi, birbirine, ancak nedensellik yasası aracılığı ile bağlanabilir. Çünkü ancak bu yasa verilenden çıkarak verilenden bambaşka bir şeye götürür. Gelgelelim, en başta bu yasanın geçerliliğini kanıtlaması gerekir. Onun kaynağı öznel ya da nesnel olmalıdır. Ancak iki durumda da nedensellik yasası ırmağın ya bu kıyısındadır ya da öteki kıyısında. Dolayısıyla da onlar arasında bir köprü olarak işe yaramaz. Locke ile Hume’un kabul ettiği gibi, a posteriori ise, deneyden çıkıyorsa nedensellik yasası nesneden kaynaklanır. Dolayısıyla da dış dünyaya aittir. Öyleyse, bu dünyanın gerçekliğini güvence altına alamaz. Çünkü o zaman Locke’un yöntemine göre, nedensellik yasası deneyden çıkarak kanıtlanacak, deneyin gerçekliği de nedensellikten çıkarak kanıtlanacaktır. Tersine, Kant’ın daha doğru biçimde bize öğrettiği gibi, nedensellik yasası a priori veriliyorsa, özne kaynaklıdır. Öyleyse, buna göre, bu durumda hep öznel alanında kalmamız gerektiği açıktır. Çünkü, algıda gerçekten görgül olarak verilen tek şey, bir duyumun, duyu organlarına ulaşmasıdır. Bunun bir nedeni olması gerektiği yolundaki ön-kabul, sonuçta bizim bilgimizin kalıbındaki, açıkçası beynimizin işlevlerindeki bir yasaya dayanır. Dolayısıyla, bu yasanın kaynağı, duyumun kendisi ölçüsünde özneldir. Belli bir duyumun nedeni -bu yasa sonucunda kabul edilen bir neden -kendini algıda bir nesne olarak sunar. Bu nesne, ortaya çıkışının kalıbı olarak uzam ile zamana sahiptir. Gelin görün ki, bu kalıpların kendileri de büsbütün öznel kökenlidir. Çünkü bu kalıplar bizim algılama yetimizin kipi, yöntemidir. Gösterip durduğumuz gibi, her duyu algısının temelinde duyumdan, bu duyumun nedenine giden bir çıkarım var. Bu çıkarım, bizim için görgül bir nesnenin uzamla zamandaki görgül varlığını belirtmeğe kesinlikle yeter. Bundan ötürü de yaşamın kılgısal amaçları için bütünüyle yeterlidir. Gelgelelim, bu çıkarım, bizim için bu yolla ortaya çıkan görüngülerin varlığı, gerçek doğası ya da anlaşılabilir tözü bakımından bize bir sonuç sağlamağa hiç de yeterli değildir. Dolayısıyla, duyu organlarındaki belli duyumların usuma ulaşması, usumda, uzayda yer kaplayan, zamanda kalıcı, nedensel olarak etkin şeylerin algısını ortaya çıkardıysa, bu, böyle şeylerin kendi başına varolduğunu doğrulamaz hiçbir biçimde – Onların yalnızca kendilerine ait olan niteliklerle, benim kafamın dışında, bağımsızca var olduğunu doğrulamaz.
Kantçı felsefenin doğru biçimde temellendirdiği budur.

Kant’ın vargısı, Locke’un ondan önce ulaştığı, aynı doğrulukta ama daha kapsamlı vargıyla ilintilidir. Çünkü, Locke’un öğretisinin izin verdiği gibi, dış şeylerin yalnızca duyumların nedeni olduğu kabul edilseydi bile, sonuca içeren duyum ile ona yol açan nedenin nesnel niteliği arasında bir benzerlik olamaz. Organik bir işlev olarak duyum, öncelikle duyu organlarımızın oldukça yapay, karmaşık doğasıyla belirlenir. Böylece duyum yalnızca dışarıdaki bir neden tarafından belirlenmiştir; ama sonradan kendi yasaları uyarınca tamamlanır. Bu yüzden de duyum tümüyle özneldir. Locke’un felsefesi, duyumun işlevinin eleştirisiydi. Kant bize beynin işlevlerinin eleştirisini sağladı. Gelin görün ki, şimdi bütün bunlarda benim tazeleyerek yeniden ileri sürdüğüm biçimiyle, Berkeley’in bulgularını kabul etmek zorundayız. Sonuç şudur: Kaynağı ne olursa olsun her nesne, bu niteliği ile, daha önceden bir özne tarafından koşullanmıştır. Çünkü, o, özünde yalnızca öznenin bir tasarımıdır. Gerçekçilik kesinlikle öznesiz bir nesneyi amaçlar. Gelgelelim, böyle bir nesneyi düşlemek bile olanaksızdır.

Bütün bu serip dökme, şeylerin iç doğasını kavrama amacının, yalnızca bilgi ile algının yöntemleriyle başarılamayacağını kesin, açık seçik gösterir. Çünkü bilgi şeylere her zaman dışarıdan gelir, öyleyse hep onların dışında kalmalıdır. Şeylerin iç doğasını kavrama amacına ancak şeylerde kendimizi bularak ulaşabiliriz. Böylece onlar bizim için doğrudan bilinir olurlar. Şimdi bunun ne ölçüde söz konusu olduğu İkinci Kitabımda ele alınacak. Gelgelelim, Birinci Kitap’ta yaptığımız gibi, nesnel kavramayla, açıkçası bilgiyle ilgilenmekle kaldığımız sürece, dünya bizim için sak bir tasarım olarak vardır; tasarım olarak da kalır. Çünkü, burada bizi, ondan öteye götüren bir çığır yoktur.

Üstüne üstlük, idealist bakış açısına bağlanmak, materyalist bakış açısı için zorunlu bir dengeleyici öğedir. Gerçek olan ile tasarım olan arasındaki tartışma, özdeğin varlığıyla ilgili bir tartışma olarak da görülebilir. Çünkü sonuçta sorun özdeğin gerçekliği ya da tasarımsallığıdır.

Özdek, bu niteliği ile salt bizim tasarımımızda mı var, yoksa ondan bağımsız olarak da var mı? O, bizim tasarımımızdan bağımsız olarak varsa, kendinde şey olacaktır. Özdeğin kendi başına var olduğunu kabul eden biri, tutarlıysa, materyalist de olmalıdır. Açıkçası, o, özdeği, her şeyi açıklamanın ilkesi yapmalıdır. Tersine, özdeğin kendinde şey olarak varlığını yadsıyan biri, tanım gereği bir idealisttir. Yeniçağdakiler arasında özdeğin gerçekliğini yalnızca Locke açık açık, doğrudan ileri sürdü. Bu nedenle onun öğretisi, Condillac yoluyla, Fransız duyumculuğuna, özdekçiliğine yol açtı. Özdeği yalnızca Berkeley, açıkça, dobra dobra yadsıdı. Bu durumda, mantıksal gelişimi bakımından alındığında, idealizm ile materyalizm, aşırı uçlarında Berkeley ile Holbach gibi Fransız materyalistlerince temsil edilir. [… ]

Bilenin, özdeğin ürünü olduğu nasıl doğruysa, özdeğin yalnızca bilenin tasarımı olduğu da doğrudur. Gelgelelim, ikisi de tek yanlıdır. Çünkü özdekçilik, kendini hesaba katmayı unutan öznenin felsefesidir. Tam da bu nedenle, benim yalnızca özdeğin bir değişimi olduğum savına karşı, bütün özdeklerin yalnızca benim tasarımımda var olduğu ileri sürülmelidir. Bu, benim özdeğin değişimi olduğumdan daha az doğru değildir. Bu duruma ilişkin bazı sezgiler Platon’un şu deyişini esinlemiş gibidir: “Özdek bir yalan, gene de doğru.” [… ]

Öte yanda, öznel bakış noktasında, “Dünya benim ta-sarımımdır.” diyen ilk ilkede de yetersiz bir şeyler vardır. Bu bir ölçüde onun tek yanlı oluşundandır. Çünkü dünya bundan çok daha fazlasıdır (açıkçası, kendinde şeydir, istemedir). Gerçekten de dünyanın tasarım olarak varlığı, bir ölçüde, yalnızca onun varlığına bağlıdır. Bu yetersizliğin nedeni bir ölçüde de şudur: Öznel bakış açısı, yalnızca nesnenin özne tarafından koşullanması gerektiğini dile getirir; ama öznenin de, bu niteliğiyle, nesne tarafından koşullandığını söylemez. Çünkü, “nesnesi olmasa bile, yani hiç tasarımı olmasa bile, özne, gene de bilen bir varlık olarak kalır.” savı, şu kaba anlayış ölçüsünde yanlıştır: “Hiçbir özne olmasa bile dünya, nesne, var olurdu.”

Nesnesiz bir bilinç, bilinç değildir. Düşünen bir öznenin, nesneleri olarak kavramları vardır. Duyu algısının öznesi, örgütlenmesine karşılık gelen nitelikleri ile nesnelere sahiptir. Özneyi, bilgisinin kesin niteliklerinden, kalıplarından soyarsak, nesnenin bütün özellikleri de ortadan kalkar, geriye biçimsiz, niteliksiz bir özdekten başka bir şey kalmaz. Özne bilgisinin kalıpları olmadan deneyde ortaya çıkmaz. Bu özdek de biçimi, niteliği olmadan deneyde ortaya çıkmaz. Özdek, bu niteliği ile soyulmuş öznenin karşısında onun düşüncesi olarak durunca, böyle durduğunda olsa olsa ortadan kalkar. Materyalizm, bu özdekten – örneğin atomlar biçiminde – başka bir şeyi kabul etmediğini düşlese de, özdeğe bilinçsizce yalnızca özneyi değil, uzamı, zamanı, nedenselliği de ekler. Bu üçü, özneye özgü niteliklere bağlıdır.

Bu yüzden, tasarım olarak dünyanın iki kutbu var gibidir: Bilgi kalıpları olmayan yalın bilen özne ile biçimi, niteliği olmayan ham özdek. İkisi de hiç mi hiç bilinemez. Bilen olduğu için özne, biçimi, niteliği olmadığı için de nesne algılanamaz. Oysa, ikisi de bütün görgül algıların temel koşuludur. Dolayısıyla, varlığı her türlü deneyde önceden kabul edilen özne, salt bu niteliği ile bütünüyle ölü (yani isteksiz), biçimsiz ham özdeğin karşısında onun saf taydaşı, bütünleyicisi olarak durur. Bu nesne, herhangi bir deneyde verilmese bile, onun varlığı her deneyde önceden kabul edilir. Bu özne zaman içinde değildir, çünkü zaman, onun bütün tasarımlarındaki daha belirli bir kalıptır. Buna uygun olarak onun karşısında duran özdek, bengidir, bozulup yok olmaz, zamanın bütünü içinde kalıcıdır. Şu da var ki, doğruyu söylemek gerekirse bu ham özdek yer bile kaplamaz. Çünkü yer kaplama biçim verir. Dolayısıyla, onun uzamsal özellikleri yoktur. Başka her şey sürekli ortaya çıkıp göçme sürecine kapılır. Oysa bu ikisi tasarım olarak dünyanın dingin, kımıltısız kutuplarını temsil ederler. Dolayısıyla, özdeğin kalıcılığı, bütün nesnelerin koşulu olarak anlaşılan saf öznenin zamansızlığının yansıması diye görülebilir. İkisi de kendinde şeye değil görüngüye aittir. Ancak onlar görüngünün çerçevesidir. İkisi de ancak soyutlama ile bulunur, doğrudan, saf, kendi kendileri olarak verilmezler.

Bu tür dizgelerin temel yanılgısı, bu doğruluğu, yani, anlama yetisi ile özdeğin karşılıklı ilişkide olduğunu saptayamamalarıdır. Onlar bunlardan birinin yalnızca öteki için var olduğunu, ikisinin birlikte düşüp kalktığını, birinin olsa olsa ötekinin yansıması olduğunu tanımazlar. Gerçekte, ikisi iki karşıt açıdan görülen bir şeydir, aynı şeydir. Burada vakti gelmeden açıklıyorum, onlar istemenin ya da kendinde şeyin ortaya çıkışlarıdır. Sonuçta ikisi de ikincildir. Öyleyse dünyanın kökeni bunların ikisinde birden aranmamalı. Gelin görün ki, bunu yapamadıkları için bütün dizgeler (Belki Spinoza’nınki dışında) her şeyin kökenini bu ikisinden birinde aradılar. Bu nedenle, bazı dizgeler saltık bir İlk şey ile *** olarak bir anlama yetisi, bir *** var saydılar. Sonuçta, onlar böyle yaparak, şeylerin, dünyanın gerçek varoluşundan önce gelen bir tasarımını olanaklı kılarlar. Böylece, pek yanlış biçimde gerçek dünya ile tasarım dünyası arasında bir ayrım yaparlar. Dolayısıyla özdek, kendinde şey olarak, bu ikisini ayırt etmenin aracı olarak sahneye çıkar. Sonuçta, şaşkınlıkla, dünyanın çıplak tasarımına yapışıp ona gerçeklik verebilsin diye bu özdeği, *** ürettiklerini görürler. Bu durumda özgür akıl, ya özdeği hazır olarak elinde bulmalıdır ki bu durumda özdek, aklın kendisi gibi, saltık Başlangıçtır. O zaman iki saltık başlangıcımız, *** ile *** vardır; ya da saltık akıl özdeği yoktan üretir. Aklımız, bu varsayıma karşı çıkar. Çünkü o özdeğin uğradığı değişimleri kavrayabilir ama onun var olmasını ya da yok olmasını anlayamaz. Bunun nedeni, kesinlikle, özdeğin temelde anlama yetisi ile bağlaşık olmasıdır.

Bunlara karşıt dizgeler, iki bağlaşıktan diğerini, açıkçası özdeği saltık Başlangıç yapar. Bu dizgeler algılanmadan varolacak bir özdeğin var olduğunu ileri sürerler. Yukarıda söylenenlerden açıkça ortaya çıktığı gibi, bunu ileri sürmek doğrudan bir çelişkidir. Çünkü, biz özdeğin var olmasıyla, onun algılanmasını anlarız her zaman. Ancak, söz konusu dizgeler şaşkınlık içinde kendilerini bu özde-ğe (bu onların biricik saltık Başlangıcıdır) anlama yetisi yüklemiş bularlar. Sonuçta özdekle ilgili bilgiyi bu anlama yetisi edinir. [… ]
Öte yandan, benim dizgemde, özdekle anlama yetisi birbirinden ayrılamayan bağlaşıklardır. Bunlar ancak birbiri için dolayısıyla da ancak göreli olarak vardır. Özdek, anlama yetisinin oluşturduğu tasarımdır. Özdek ancak anlama yetisi tarafından oluşturulan tasarımda var olur. Bunların ikisi tasarım olarak dünyayı kurarlar. Tasarım olarak dünya, Kant’ın görüngüsünün aynısıdır. Sonuçta ikincil bir şeydir. Birincil olan kendisini ortaya çıkarandır, kendinde şeydir. Daha sonra onu isteme diye tanımlayacağız. Bu, ne algılayan, ne de algılanandır. İsteme, onların ortaya çıkma kipinden farklıdır.
Bu düşünceleri düşünmek önemli ama önemli olduğu ölçüde de zor. Bu iki soyutlamayı, onları kişilere dönüştürerek bir söyleşide canlandırarak tamamlayacağım.

ÖZNE: Varım, benden başka şey yok. Çünkü dünya benim tasarımım.
ÖZDEK: Ne çılgınca bir varsayım! Ben varım, benden başka bir şey yok. Çünkü dünya benim gelip geçici biçimimdir. Sen de olsa olsa bu biçimin bir parçasısın, toplamısın, bütün bütün ilinekselsin.
ÖZNE: Ne alıkça bir küstahlık! Ben olmasam ne sen ne de senin biçimin olurdu. Benim olmadığımı düşünen biri, bu durumda senin yine de olduğunu düşünebileceğine inanan biri büyük bir yanılsamanın pençesine düşmüştür. Çünkü senin, benim tasarımım dışında varolman doğrudan bir çelişkidir, anlamsızdır. Senin var olman, olsa olsa, benim tarafımdan algılanmış olman demektir. Senin var olduğun yer benim tasarımımdır. Dolayısıyla, ben senin varlığının ilk koşuluyum.
ÖZDEK: İyi ki bu yüzsüz savın birazdan yalnızca sözcüklerle değil gerçekten çürütülecek. Az sonra gerçekten var olmayacaksın. Bütün böbürlenmelerinle birlikte boşluğa düşmüş olacaksın. Bir hayalet gibi geçmişe sürükleneceksin. Benim bütün geçici biçimlerimin başına gelen senin de başına gelecek. Oysa ben binlerce yıl, yaralanmadan, küçülmeden sonsuz zaman boyu kalacağım. Değişen biçimlerimin oyununu gönül rahatlığı ile seyredip duracağım.
ÖZNE: İçinde yaşayacağını gururla ileri sürdüğün bu sonsuz zaman, kapladığın sonsuz uzam gibi ancak benim tasarımımda var. Gerçekten de zaman, yalnızca benim tasarımımın bir kalıbı. Ben bu kalıbı hazır yapılmış olarak içimde taşırım. Sen, kendini seni içine alan bu biçimde gösterirsin. İlkin onun aracılığı ile varsın sen. Gel gör ki, benim gözümü korkuttuğun yok oluş beni etkilemez. Çünkü bu olsaydı, sen de benimle birlikte yok olurdun. Tersine, yokluk ancak beni geçici olarak taşıyan bireyi etkiler, başka her şey gibi o da benim tasarımımdır.
ÖZDEK: Buna inansam, (en başta, iyisiyle kötüsüyle şu gelip geçici bireylerinkine ayrılmaz biçimde bağlı olan) varoluşa, bağımsız yaşamı olan bir şey diye bakacak ölçüde ileri gitsem bile, o, yine de bana bağlı kalırdı. Çünkü, sen bir nesnen olduğu sürece öznesin. Bu nesne de benim. Onun çekirdeği, içeriği, kalıcı bölümü benim. Onu bir araya bağlayan benim. Ben olmasam varoluş senin bireylerinin düşleri, düşlemleri ölçüsünde tutarsız, seyrek, tözsüz olurdu. Düşler, görünüşteki içeriklerini bile son çözümlemede benden ödünç almışlardır.
ÖZNE: Benim varoluşumu, onun bireylere bağlı olduğunu kabul ederek tartışmana hiç izin yok. Çünkü benim bireylere bağlı olduğum gibi sen de bacına, biçime bağlısın. Şu ana dek onsuz görülmüş değilsin. Şimdiye dek seni ya da beni, çıplak, yalıtılmış gören göz yok. Çünkü biz ikimiz de salt soyutlamayız. Temelde kendini algılayan, bizim tarafımızdan algılanan bir varlık var. Gel gör ki onun kendinde varlığı ne algılamada ne de algılanmaktadır; çünkü bu işlevler ikimizin arasında ayrı ayrı bölüştürülmüştür.
İKİSİ: Öyleyse, bu durumda ikimizi de kapsayan, bizimle var olan bir bütünün parçaları olarak biz, birbirimize ayrılmaz bir biçimde bağlanmışız. Ancak yanlış anlama bizi birbirimizin karşısına koyabilir; yanlışlıkla ötekinin varlığına karşı çıkılmasına yol açabilir. Kişinin kendi var oluşunun durumu da tümüyle buna bağlıdır.
İkisini de kuşatan bu bütünlük, tasarım olarak dünya ya da görüngüdür. Bu ortadan kaldırıldığında, geriye saf, metafizik kendinde şey kalır. İkinci Kitap’ta onu isteme olarak tanıyacağız.

Arthur Schopenhauer
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya
Çeviren: Levent Özşar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz